4 Eylül 2007
DOĞRU, artık "İkinci Cumhuriyet"in arifesinde olduğumuzu söyleyebiliriz.<br><br>Ne mutlu! Yani özgürlüğümüz; yani demokrasimiz; yani sivilliğimiz ve bilhassa da, yani zaten 1923’ten beri bütün bunları hedefleyen "Birinci Cumhuriyet"imiz adına ne mutlu!
* * *
FAKAT işin esasına bakarsanız, yukarıdaki rakkamsal sıfat da gerçeği yansıtmıyor.
Çünkü aslında değil, "Beşinci Cumhuriyet"in arifesindeyiz.
Zira önce birinciyi, sonra ikinciyi, ardından da üçüncüyü zaten devirmiştik.
O ikinci ki, 1946’da hukuken, 1950’de de fiilen çok partili sisteme geçişle başlamıştı.
O üçüncü ki, 1960 askeri darbesi ve onun 1961 anayasasıyla devreye girmişti.
Ve, nihayet prangasından kurtulacağımızı ümit ettiğimiz o dördüncü ki, 1980’nin yine askeri darbesi ve yine onun 1982 anayasasıyla ülkemizin üzerine bir kábus olarak çökmüştü.
Bütün dünyada olduğu gibi ve sanki rejim ayrışmalarını sayılandırmak suçmuşçasına, "statüko zaptiyeleri"nin "numaracı cumhuriyetçiler" diye küfür savurmasına aldırmayın.
Bunun neden böyle olduğu ve dört gözle beklediğimiz "Beşinci Cumhuriyet"in de hiç şüphesiz, başımızın üzerindeki en kutsal ve en ilkesel yere oturan ve oturmayı sürdürecek olan "Temel Cumhuriyet"imizin doğal evrimi içinde yer aldığı konusunu yarın işleyeceğim.
Ve şu an, "Dörtbuçukuncu Cumhuriyet" denilebilecek bir geçiş dönemindeyiz.
* * *
ÖYLE ve durum zaten ortada, 22 Temmuz’da kazanılan genel "demokrasi zaferi" ve ardından gerçekleşen "Çankaya Tercihi", statükonun yenilenebileceğini müjdeledi.
Uçurumlu yolu aştık ve hayati bir virajın tam kavisine geldik.
Onu döndüğümüz söylenemez ama düz güzergáha girmek şansımız da yükseldi.
Dolayısıyla, sevgili arkadaşım ve ülküdaşım Mehmet Altan’ın yukarıdaki türden radikal bir "yenilenme süreci"ni kastederek toparlayıcı biçimde lûgate sokmuş olduğu "İkinci Cumhuriyet" kavramına bugün b-e-l-k-i her zamankinden daha çok yakınız.
Ancak yine de ihtiyat payını saklı tuttum ve "belki" kelimesini altını kasten çizdim.
* * *
TEMKİNLİ davranıyorum, zira velev ki "statüko zaptiyeleri" bozgun sonrası ricáda çekilmek zorunda kalmış olsunlar, can hávliyle son bir saldırı daha deneyebilirler.
Tamam, devede kulak ihtimaldir. Böyle bir şey tasarlamak için delirmeleri gerekir.
Eceli gelen köpek cami duvarına işer hesabı da, bu tür bir macera onların intiharı olur.
Ancak burası Türkiye ve irrasyonel zihin sistematiğinden henüz tam sıyrılmış değiliz.
Ve, derhal tükürükle boğulacak olsalar bile, asla başarı bulunmayan serüvenciler yine de, eşiğine vardığımız "cumhuriyetin yenilenmesi" sürecine büyük darbe indirmiş olurlar
En iyi durumda dahi ciddi bir zaman ve enerji kaybına yol açarlar.
* * *
ARTI, aynı "statüko zaptiyeleri"nin kafa göz yararak çomak vurmak yerine, üstádı oldukları gibi, dönüşümü engellemek için o çomağı tekere sokmaları ihtimali daha yüksektir.
Yani, yine belden aşağı tekme atacaklardır. Her halükárda, bilek güreşi kaçınılmazdır.
Ama şükür ki, yaşamakta olduğumuz tarihi momentumda "Beşinci Cumhuriyet" devrimcilerinin "Dördüncü Cumhuriyet" gericilerini alt etmesi bu defa cidden mümkündür.
Başka bir deyişle, 1923’teki "Temel Cumhuriyet"imizin ilke ve hedeflerine ulaşmak şansı, onun kuruluşundan seksen dört yıl sonra, şimdi her zamankinden daha çok yakındır.
Tek şartla ki, başta hükümet tüm demokrasi ve sivillik güçleri, "Beşinci Cumhuriyet"in o "Temel Cumhuriyet"imizle olan ve olacak olan yekpáreliğine inansın ve inandırsın.
"Kaçıncı cumhuriyet" sorusunu irdelemeyi yarın da sürdüreceğim.
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2007
Hüdáverdi Bey, akşam yemeğinden sonra soluğu Fahrünisa Hanımefendi’ın odasında almaya başlamış. Aynada son saçlarını tarayıp ropdöşambrını giydi miydi, kapıyı "Sultanım, şehzaden teşrif buyurdu" diye tıklatarak, misafircilik oynuyormuş. Fıkralarla aram yoktur. Ne dinler, ne okur, ne yazar, ne de anlatırım.
N’apim, zahir "espiritüel" (!) adam değilim ki, bir zerresi dahi beynimde yer etmez. Hele hele, bunların belden aşağı olanlarıyla hiç mi hiç ilgilenmem.
Hemen hepsinde çiğlik, bayağılık, avamlık; fakat bilhassa da, ruhbilim lûgatinde "früstrasyon" denilen türden "bastırılmış cinsellik" arazları keşfederim.
Ukalalık kanıma işlemiş ya, ne yapıp edip budalalığı icat etmiş olanla Sigmund Freud Usta’nın psikanaliz kanepesi arasında ilişki kurmaya çalışırım.
Her halükárda, bırakın katıla katıla gülmeyi falan, saçma sapan hikayeyi işittikten sonra yüz hatlarıma zoraki bir tebessüm takındığım dahi pek az vákidir.
Dolayısıyla, maskaralığı anlatmış olan ve kahkaha atmamı bekleyen şahıs bu buz halimi görünce önce bir irkilir, sonra da "amma soğuk herifsin" diye zılgıtı basar.
Eh, soğukluk ve sıcaklık derecesi uçkur fıkralarına gülmek termometresiyle belirleniyorsa artık ne diyeyim, demek ki öyleyim ve Sibirya taygaları kaçkınıyım.
Ancak, bu defa ben de size iki tane "ayıp fıkra" anlatacağım.
Birincisini şimdi aktarıyorum ve diğerini gelecek pazara saklıyorum. Çünkü, ister "klas", ister "şık" deyin, bunların ikisi de müthiş zeká pırıltısı yansıtıyor. İşittiğimde de, böyle şeyler karşısında buz gibi kalan bendeniz dahi kahkahayı bastım.
Zaten öyle gazete sayfasına yazılamayacak ölçüde pespaye şeyler değil, ama yine de hemen söyleyeyim ki, "mahreç" yabancı olduğu için burada kendimin "yerlileştirdiği" versiyonları kullanmak ihtiyacını hissettim.
ŞEHZADEN TEŞRİF BUYURDU
Efendim, her ikisi de seksenini haydi haydi aşmış ve yine her ikisi de zevc ve zevcelerini çoktandır Hakk’ın rahmetine tevdii etmiş Fahrünisa Hanımefendi ve Hüdáverdi Beyefendi bir huzurevinde yaşıyorlarmış.
Yani, emdikleri süt helál-i hak olmasın, hayırsız evlátlar ebeveynlerini baştan savmak için onları, şimdi "seniorama" denilen şıkıdım ihtiyar yurtlarından birisine "postalamışlar".
Tamam, ailelerin hali vakti yerinde olduğu için bu huzurevinin gradosu son derece yüksek ve herkese ayrı odadan aletli jimnastik salonuna bilûmum konfor mevcut ama yine de o gün görmüş yaşlı insanların canı sıkıntıdan patlıyor.
Ortak kahvaltı, çay saati, konken partisi falan, zaman geçmek bilmiyor.
Neyse, o Fahrünisa Hanım ve o Hüdáverdi Bey işte bu ortamda tanışmışlar.
Bir müddet sonra da birbirlerinden ayrılmaz olmuşlar.
Yemekhanede yan yanalar, parkta beraberler veya bezikte karşı karşıyalar.
İşin açıkçası, aşkın yaşı ve başı mı olurmuş, birbirlerine abayı yakmışlar.
Ve, kötürüm olduğundan değil de, daha ziyade eğlencesini sevdiği için seyyar özürlü koltuğunda gezinen Hüdáverdi Bey, akşam yemeğinden sonra televizyon dizisi saati geldi miydi, soluğu Fahrünisa Hanımefendi’ın odasında almaya başlamış.
Aynada son saçlarını tarayıp ropdöşambrını giydi miydi, iskemle tekerleklerini koridorda çocuklar gibi çevirerek ve kapıyı "Sultanım, şehzaden teşrif buyurdu" diye tıklatarak, misafircilik oynuyor.
Gel zaman git zaman, zaten gençliğinde pek bir çapkın, pek bir hovarda, hatta aslında pek bir zampara olan yaşlı "Mecnûn" işi artık ciddi ciddi ilerletmiş.
Daha doğrusu, alışmış kudurmuştan beterdir derler ya, tam edepsizliğe vermiş.
Yani, ekran seyrederken "Leylá"sının elini alıp üzerine aşıkáne bûseler kondurmak çok masûm kalır, o eli tutup o ropdöşambrın arasına iliştirmeye başlamış.
Açıkçası, Fahrünisa Hanım’ın hálá manikürlü elini kaptığı gibi, pijama, külot falan derken pipisinin üstüne yerleştirmeye başlamış.
Önce biraz hık-mık ve "Aaa daha neler, ayol yaşımıza, başımıza bak" filan ama, hanımefendi de giderek buna alışmış. Hatta kanıksamış.
Dolayısıyla artık her gece dört gözle bekliyor ki, Hüdáverdi Beyefendi gelecek ve kendi elceğizini aldığı gibi, televizyon dizisi bitene kadar pipiciğini ona tutturacaktır.
BENİ ALDATIYOR MUSUN
Lakin, bir süre sonra Hüdáverdi Bey artık görünmez olmuş. Yok, yok!
Ne yemekhanede aynı masaya oturuyor, ne bezikte partönerlik oynuyor ve bilhassa da, ne geceleri Fahrünisa Hanım’ın elini ropdöşambrının arasına götürüyor.
Artık çatlamak raddesine gelen o Fahrünisa Hanım nihayet bir gün eski yavuklusunu seyyar özürlü koltuğunda sıkıştırmış ve de gayet öfkeli sesle sorusunu patlatmış:
"Doğruyu söyle, yoksa beni başkasıyla mı aldatmaya başladın?"
Karşı tarafta önce suskunluk olacak ve sonra utangaç bir "evet" cevabı gelecektir.
Yaşına göre aslında son derece koket olan hanımefendi bu defa gayet üzüntülü bir ifadeyle ve doğal bir kadınlık içgüdüsüyle şimdi, "Benden güzel mi" sorusunu yöneltiyor.
Ve ihtiyar hovarda da derhal, "Ne münasebet, kaknem mi kaknem" diye yanıtlıyor.
Burnundan soluyan Fahrünisa Hanım’ın yukarıdaki cevaba tepkisi ise, yine doğal bir kadınlık içgüdüsüyle, "O halde, şırfıntı mutlaka benden daha gençtir" şeklindedir.
Ama Hüdáverdi Bey burada da, "Háşá, doksanını bile aşmış" diye sözü kesiyor.
Fahrinüsa Hanımefendi şimdi tam şaşırmıştır ve eski aile terbiyesini dahi unutarak yüksek, haniyse histerik bir sesle kükrüyor: "Moruk zampara! Madem o şıllığın bir ayağı zaten çoktan çukura girmiş. Bende ne eksik buldun da televizyon sefası için cenaze kaçkını hatuna gidiyorsun?"
Yine sessizlik ve Hüdaverdi Bey’den mırıltıyla gelen cevap: "Ama cancağızım, onun Parkinson hastalığı var!"
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2007
YAZ buralarda dehşet kavurucu ve feláket susuz; oralarda ise tam tersine, müthiş dondurucu ve áfet sulak geçiyor ya, aklıma anneannemin "mevsimlerin çivisi çıktı" láfı geldi. Demek ki rahmet istemiş, nur içinde yansın.
* * *
EVET, ilk çocukluğumdan itibaren onun ağzından hep yukarıdaki cümleyi işittim.
Diyelim ki, ez kázá hava erken serinledi ve de Ekim ortalarından itibaren "Şakir Zümre" sobayı yakmak ihtiyacı hasıl oldu.
Anneannecik derhal, "ah ah, nerede o eski sonbaharlar! Biz şimdilerde, elimizde yelpaze, açık faytonla Çamlıca mesiresine giderdik" diye yakınırdı.
Yahut aksine, ılımlı bir Şubat mı yaşıyoruz. Bu defa da, "nakıslara düşmeyen Kánûn -i Sáni mi vákiymiş? Haliç buz tutardı da, Istaranca balkanından kurt inerdi" derdi.
Sonra da aynı "Rabb’ım hayır eyleye, mevsimlerin çivisi çıktı" sözünü eklerdi.
* * *
EH, bu takdirde çok doğal olarak şu sonuca varmam gerekir:
Demek ki, "ekolojist" tanımlı çevrecilerin ve "klimatolog" sıfatlı mevsimbilimcilerin istatistik grafiklere, uydu fotoğraflara, buzul kazılara dayandırarak anneannemden sonsuz defa daha "álimáne" (!) biçimde çaldığı alarm zillerini ben en az yarım yüzyıldan beri işitiyorum.
Başka bir deyişle, aynı anneannenin son tahlilde kendi ampirik yöntemini kullanarak geliştirdiği "mevsimlerin çivisinin çıktığı"na dair "teori" (!) pek bir eskilere uzanıyor.
Bırakın onu, örneğin Evliya Çelebi’nin Tuna boyuna veya Doğu Anadolu’ya ilişkin "meteorolojik gözlemleri" okuduğumuzda, onlar ne bugünle, ne de dünle benzeşir.
Dolayısıyla da, "anormallik"i çok, çok daha gerilerden başlatmamız gerekecektir.
Artı, Yunan bilgelerinin yıllara yaydığı veya Ortaçağ keşişlerinin deftere kaydettiği iklim değişimlerine de uzanmak zorundayız ki, bu defa iş tam zıvanadan çıkar.
Ve de tabii ki insan, "ne çivisi çıkmaz mevsimmiş, bre" demekten kendini alamaz.
* * *
FAKAT ben yine de demiyorum. Ama şu kesin ki, o "ekolojist" ve "klimatog"ların ortalığı vaveyláya vererek iklim konusunda yarattığı dehşet paniğe de kapılmıyorum.
Hele hele, şimdi pek medyatik ve pek şık sayılıyor ya, bu tür "yobazlar"ın tüm "suç" ve "sorumluluk"u insan uygarlığına yüklemesine ifrit oluyorum. Nevrim dönüveriyor.
Amenná ve doğrudur, daha iyi yaşamak arzusundaki o bütün insanlık çevreyi kirletti.
Dolayısıyla da, çok muhtemelen "mevsimlerin gidişátı"nı kısmen etkiledi.
Ancak kısmen ve yine çok muhtemelen, devede kulak kábilinden!
* * *
ÖYLE ve zaten illá aksini iddia eden "ekolojist yobazlar"a ben de şunları sorarım:
O vakitler silme çimenlik olduğu için, şimdi buzulunda ot dahi bitmeyen bir Grönland’ı Vikingler "Yeşil Diyar" diye vaftiz ettiğinde, dünya atmosferini fabrikalar mı ısıtıyordu?
İklim ılımanlığından dolayı üzüm bağları bugünkü enlemlerin dört - beş paralel kuzeyine uzandığında, ozon tabakasını otomobil egzozları mı delmişti?
Yoksa tersine, Sahra çölü küçücük kaldığında ve bunun sayesinde de, genişleyen Nil havzası Mısır medeniyetini yarattığında, bilinmeyen bir el gökten yağmur mu yağdırmıştı?
* * *
EVET, çevre kirlenmesine ve doğa yağmasına mümkün mertebe dur demek gerekiyor.
Ancak, sanki yeniymiş gibi, mevsimlerin "çivisinin çıkması"ndan insanlığı sorumlu tutan ve uygarlık düşmanlığı yapan "ekolojist yobazlar"ı da fazla ciddiye almamak gerekiyor.
Mevsimler evrimin kaosunda hep dönüşerek aktı; hem dönüşerek akıyor ve "dünyanın çivisi çıkmadığı" takdirde de, hep dönüşerek akacak.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2007
NE büyük mutluluktur ki Kenan Sofuoğlu dünya "Supersport" şampiyonu oldu.<br><br>Önce, motosiklet yarışmacısını ulus ve ülke modernleşmesi adına sonsuz kutluyorum. Daha nice, nice zaferlere! * * *
EVET evet, şampiyonumuzu bilhassa "Türkiye modernleşmesi" adına da kutladım.
Zira, Sofuoğlu’nun başarısını mutlaka sosyolojik çerçeveye de oturtmamız gerekiyor. Aksi takdirde, Adapazarlı yarışmacının motosiklet gibi bize çok yabancı bir spor dalında zirveye ulaşmasını tam açıklayamayız. Ülkemizin genel atılımından soyutlayamayız
Yani Kenan Sofuoğlu’nun "finiş"e varması, zenginleşen, kapitalistleşen, küreselleşen her neyse, toplumun da çoktan ciddi bir "start" almış olmasından bağımsız düşünülemez.
* * *
ÖYLE, çünkü söz konusu motosiklet daha düne kadar en "lüks" kategoriye girerdi. Hangi mütevazı; hatta hangi orta halli; hatta ve hatta hangi kalburüstü aileye mensup genç, o efsane "Harley Davidson"un, o asil "Triumph"un, o ási "Kawasaki"nin, yahut o estetik "Moto Guzzi"nin selesine oturabileceğini aklından geçirmeye cesaret ederdi ki?
Daha neler, üstelik bir de uluslararası yarışmalara katılacağı hayalini kuracak! Ve tabii ki, böylesine mucizevi bir düş, iki zamanlı külüstür "CZ"nin piston yataklarını zımparalayarak ömür tüketen tamirci çırağının tahayyül sınırlarını dahi aşardı.
* * *
YANİ Sofuoğlu gibi bir tamirci çırağı ki, işte en kabadayısı, yabancı dergiden atölye duvarına raptiyelenmiş yarış fotoğrafına bakarak çok daha "gerçekçi" hayallere dalabilirdi. Diyelim ki, öğlen tayınından keserek gıdım gıdım artıracağı haftalıkla, PTT’den hurdaya çıkartılmış harcıálem montaj bir Jawa’nın veya 2. Savaş Alman ordusundan ıskartaya düşmüş yüzüncü el bir "Zündapp"ın mülkiyetine sahip olabileceğini düşünecektir.
Zaten her halükárda, yedek parçasından asfalt pistine yahut zincir gresinden emniyet kaskına, motosikleti spora dönüştürecek bir altyapı ne zengin, ne de fakir için mevcuttu.
Hele hele, sponsor marka, ecnebi yarış, kargo uçak falan, bırakın Adapazarı’ndaki tamirci çırağını, bunlar Teşvikiye’deki paşazade torunun dahi aklından geçmez ve geçemezdi.
* * *
VE, bundan iyisi can sağlığı, şampiyonumuzun o "tamirci çırağı" kimliği aslında ülkemizin moderniteyi ne denli yakalamış olduğunun e-n belirgin bir sinyalini veriyor.
Meselá Belçika’nın doğu bölgesi de ünlü motor şampiyonları çıkartır. Veya çıkartırdı. Bunların pek çoğu da tıpkı Sofuoğlu gibi "elini hamura sokmuş" insanlardan oluşur. Tabii ki tesadüf değil, çünkü "Gilet", "Sarolea", "Dion" falan, o bölgede ellili yıllara dek meşhur markalar üretildiğinden ve fabrikaların çekirdekten yetişme işçileri de mekanik spor geleneğini yarattığından, yöre hep bir "şampiyonlar diyarı" oldu. Hálá da öyle sayılır.
Ama unutmayalım, mekán aynı zamanda 19. yüzyıl sanayi devriminin Avrupa’da ilk gerçekleştiği, yani toplumsal modernitenin de ilk kez kitleselleştiği yerlerin başında geliyor.
Orada iki tekerlekli motor sporları için şampiyon yaratmak bizle asla kıyaslanmayacak kadar doğal ve kolaydı, çünkü ülkemizin üretim ve toplum ilişkileri bunlara sonsuz uzaktı! Pistin sonuncusu "finiş"i geçen bir Sofuoğlu’na ne kadar uzaksa, işte kadar uzaktı.
* * *
ŞAMPİYONUMUZU ülke modernleşmesi adına kutlarken de zaten bunu kastettim.
Çünkü, Adapazarlı "tamirci çırağı"nın başarısı öz itibariyle bütün bir Türkiye’nin çıraklık dönemini geride bıraktığını haber veriyor. Kalfalık ve ustalık statümüzü müjdeliyor
Az buz şey değil, Kenan Sofuoğlu silindir homurtularıyla "finiş"i geçerken, aslında o modernleşmenin "toplumsal motor"unu da şampiyonluğa sürüyor ki, daha nice zaferlere!
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2007
"SOLCULUK" (!) laiklikmiş! Fesüphanallah! Ne álákası var? Bunu hangi sivri akıllı icat etmişmiş?
Zaten "láf söyledi bal kabağı, onu dinledi asma yaprağı" diye de tam buna denir.
Böyle bir herze yumurtlayabilmek için ise yaladığı iki satır mürekkebi hazmedemeden "statüko zaptiyeliği"ne soyunan o yarı cahillerin v-a-s-a-t kategorisine dahil olmak gerekir.
Ve heyhat, hálá hükümranlık peşinde koşan eski tür cumhuriyet ideolojinin ve ona yamanmak istenen "sol" kavramının tragedyası da işte bu cahil vasatlığında hayat buluyor.
* * *
BURADA uzun uzun, Fransız türü laiklik; onun daha azılı varyantını oluşturan laikçilik; veya Anglo-Sakson kökenli sekülarizm arasındaki hayati farklara değinmeyeceğim.
Çünkü, hadi verdim gitti, söz konusu laikçi dayatmayı dahi "temel" almaya razıyım.
Eee, sonra? Quo vadis? Değişen bir şey mi olacak?
* * *
HAYIR olmayacak, zira bu cins bir ultra laikçilik dahi "solculuk"la özdeşleşmez.
Ne yaşanmış tarihi süreçte, ne de yazılmış "kitapta" böyle bir şey mevcuttur.
Tabii kitap derken, hiç ilgisi olmadığı halde bizim "vasatlar"ın "Cumhuriyet ideolojisi"yle eklemleştirmeye kalkıştığı bir Karl Marx tarafından kelám buyrulan o "din kitlelerin afyonudur" hezeyánını ve bunun sonraki uzantılarını hariç tutuyorum.
Ve bu takdirde, ne olup olmadığını geçen hafta enine boyuna açıkladığım evrensel "sol" ve "sağ" kavramlarının her ikisi de sonsuz l-a-i-k karakter arzedebilirler. Tekel yoktur.
Başka bir deyişle, "sol"un laisizmle bütünleştiği koca bir martavaldır.
Háttá tam tersine, bizzát "din ideolojisi"nin "sol"u oluşturduğu sayısız örnek vardır.
Sıralayayım mı?
* * *
İLKİN, yukarıdaki anavatan Fransa’da, kralcı rejime geri dönüş talebi dahil, Maurice Barres -Charles Maurras ikilisinin bütün "aşırı sağ"ı toparlayan ve geleneği hálá devam eden "Action Française" hareketi aynı zamanda da "sapına kadar" laik karakter taşıyordu.
Nitekim, bunun klasik cumhuriyetçiliğe dönüşmüş olan ılımlı şekli şu an iktidardadır.
Öte yandan, daha 19. yüzyıl başından itibaren bütün Avrupa’daki liberal "sağ"ın "papaz yamyamı" denilecek ölçüde kilise, háttá din karşıtı olduğu da diğer bir vakıadır.
İktisadi ve siyasi "sağ"ın dini teokrasiyi savunduğu tezi de koca bir yalandır.
Kaldı ki, bırakın laikliği falan, bunun çok ötesinde dobra dobra ateist, háttá paganist olan İtalyan faşizmi ve Alman nazizmi ne zamandan beri "sol" (!) addediliyor?
Demek bizim yarı cahil vasatlara göre, Mussolini Vatikan’la kanlı bıçaklı olduğu; Hitler Katolik ve Protestanların canına okuduğu; Rosenberg de gamalı haç ideolojisini İsevi düşmanlığı temelinde teorileştirdiği için, onları hepten "solcu" haneye yazmamız gerekecek.
Ama buna karşılık, kilise ekseninde üretildi diye "kurtuluş teolojisi"ni ve piskopostur diye de, onu Latin Amerika’da uygulayan Don Helder Camara’yı "sağcı" ilán edeceğiz!
* * *
DİĞER taraftan, yukarıdaki durum aslında Müslüman alem için de geçerlidir.
Nitekim, başta cumhuriyetimizin evrensel "sol"a girmemesi bir yana, Mısır hıdivleri ve İran şahları da laik, en azından seküler kimlik yansıttılar. Ama "sağ" kategoride anıldılar.
Solculuğu "laiklik" sanan bizim vasatlar hariç, birinciler "dini" ve ikinciler "lá-dini"dir diye kimse, o İran Humeyni’sinin Pehlevi’den; o Mısır el Banna’sının Kral Faruk’tan; veya Fas Abdülkerim’inin Sultan Mulay’dan daha "sağcı" olduğu hükmüne varmadı.
Çünkü laiklik yalnız ve yalnız demokratlıktır, "sağ" ve "sol" zapturapta gelmez!
Rabb’ım Türkiye "sol"unu "solculuk laikliktir" cehaletinden kurtarsın ve de amin!
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2007
EĞER CHP’ye illá bir "adaş" aranacaksa, bunun için Meksika’ya gitmek gerekecek.<br><br>Tabii ki farklılıkları mevcut ama yine de, o Latin Amerika ülkesinde 1929’dan beri varlık sürdüren bir siyasi örgüt bizimkisine çok benzer. Kuruluş tarihçesi, ricál kimliği ve laikçi yörünge itibariyle haniyse "ikiz" sayılırlar.
Adı da "Kurumsal Devrimci Parti"dir!
* * *
EVET evet yanlış işitmediniz, kısaltılmış İspanyolcasında PRI denilen bu parti tıpkı bizim CHP gibi, "kurumsallık" ve "devrimcilik" kavramlarını aynı kefede idame ettirir.
Yüzyıl başına uzanan Zapata Devrimi’nin "yegáne mirasçılık"nı sahiplenir.
Yani, nasıl ki hem Baykal liderliğindeki o CHP, hem de genel "statüko ideolojisi", 1920- 1940 Türkiye’sinde "ihtilálci" ve "inkılápçı" olan ama bugün muhafazakárlığın ve gericiliğin dik alásını yansıtan "altı ok"a sarılarak onu "dokunulmaz" (!) tabu kılıyor, işte Meksika’nın "Kurumsal Devrimci Parti" de aynı yolun yolcusudur
Oysa, böyle bir şey düşünülebilir mi?
* * *
HAYIR, asla düşünülemez! Tahayyül dahi edilemez!
Çünkü, hadi Stalin’in yine aynı Meksika’da katlettirdiği bir Troçki tarafından üretilen "sürekli devrim" teorisini geçeyim ama adı üzerinde, işte "devirmek" fiilinden "devrim"!
Bu "ási" kavramın, onun yüz seksen derece zıt kutbunda yer alan ve "kurmak" eylemini durağan kılan "kurumsallık" kavramıyla bütünleşmesi mümkün değildir. Olamaz.
Devrimlerin iyiliği-kötülüğü; doğruluğu-yanlışlığı; haklılığı-haksızlığı tartışması burada konuma girmiyor, fakat hangisi için olursa olsun, şu gerçekler kesin birer kuraldır.
* * *
EN önce, her devrim zamanda ve mekánda sınırlı ve istisnai bir "geçici durumdur".
Devrimciler muzaffer oldukları takdirde, o zamanın ve o mekánın ihtiyaçlarına cevap verdiği varsayılan (ki mutlaka öyle değildir) cebri ve iradi söylemler dayatırlar.
Program ve ideoloji çerçevesinde de eski statükoyu yıkarak yenisini inşa ederler.
Yani, sosyolojik evrimlerin tersine, geçmişteki defteri kapatarak bir başkasını açarlar.
İşte, Cumhuriyet Devrimi’miz ve "altı ok" ideolojisi de aynen bu içeriğe sahiptir.
Momentum virajda gerçekleşmiştir ve ideolojik hükümranlığını sağlamıştır ki, nokta.
* * *
SONRA, devrimler otururlar. Oturaklaşırlar. "Ási ihtilálci" kimliğini yitirirler.
Yani sonsuz doğal olarak, kendileri yeni bir "eski statüko" kimliğini kazanırlar.
Zaten "kurumsallaşmak" olgusu da işte tam orada gerçekleşir.
Oysa, kurumsallaşan hiçbir şey "devrimci" değildir. Olamaz da. Olması da istenemez.
Ancaak, her kim ki, geçmişi mirasını dogma, efsane ve fetiş kılarak, değişen zamana, mekána ve hayata rağmen "ihtiyaçlar"ın hálá aynı kaldığını; dolayısıyla da aynı yöntemler çerçevesinde aynı cevapları getirmek gerektiğini söyleyerek bir "kurumsal devrimcilik"ten (!) dem vurmaktadır, láfın cilásını tam tersinden okuyun, burada artık tek bir şey geçerlidir:
Kurumsal k-a-r-ş-ı devrimcilik!
* * *
EVET evet, ister Meksika’daki PRI partisinin tabelásında, isterse de Türkiye’deki CHP’nin ve statüko ideolojisinin "altı ok" tabusunda olsun, devrimi "kurumsallaştırmaya" kalkışan bir duraganlık zihniyeti adıyla ve sanıyla "karşı devrimcilik"in tá kendisidir!
Zaten de, o CHP’nin ve o ideolojinin uğradığı 22 Temmuz bozgunu, yeni tür bir "ási devrimcilik"in "kurumsal devrimci" safsatayı silip süpürmesinden başka bir şey değildir.
Eh, rahmetli Dario Moreno’nun mambo şarkısı aklıma geldi: Ole Meksikoooo!
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2007
Babam, Türkiye’yi terk eden bir yabancı diplomattan Çekoslovak malı bir bisiklet satın almıştı. Henüz kıtıpiyos bir çocuktum ve hantal ve demode bisikleti kısrak gibi bir "Peugeot" sahibiyle yarıştırmaya kalkışmıştım da ağzımın payını alıvermiştim. Yokluk ve mazbutluk yılları ya, sünnet düğünümde elden düşme olarak hediye edilen ilk ve tek bisikletim Çekoslovak malı bir "Eska"ydı.
Babam, Türkiye’yi terk etmekte olan bir yabancı diplomatın mezatından satın almıştı. Henüz kıtıpiyos çocuğum ve dolayısıyla, yirmi altı ölçü boyumu fersah fersah geçiyor.
Yumurtalık acısından kıvranarak kadroya abandım ve düşe kalka binmeye başladım.
Vitesi, kıpırtısı, yakamozu falan zaten yoktu da, söz konusu bisikletin ilk bakışta derhal fark edilen iki temel özelliği vardı.
Birincisi, gidonun altında sonradan monte edilmiş bir alışveriş sepeti mevcuttu.
Diğeri ise, fren sistemi kontra pedal mekanizmayla çalışıyordu.
O sepetle alık bir bakkal çırağına benzediğimden ve o pedalla da hiç mi hiç sürát yapamadığımdan, bunların her ikisinden daima nefret ettim.
Zaten biraz ele avuca gelmeye başlayınca, lokma anahtar ve kör pense, ebeveynlerimin "kıymet bilmez" paylamalarına aldırmadan hem sepeti, hem de çamurlukları söktüm.
Kontrayı değiştirmek mümkün değil, onunla idare etmeyi sürdürüyorum.
Farz ediyorum ki, kodaman aile çocuklarının bindiği cinsten bir "Fiorelli", bir "Peugeot", hatta bir "Automoto" marka velosipetle Caddebostan’da sükse yapıyorum.
Ve de bilhassa farz ediyorum ki, tren köprüsünden hızımı alıp Selamiçeşme’ye inerken, "Marmara Turu"nun Erenköy’deki finiş çizgisi için Rıfat Çalışkan’la yarışıyorum.
AĞZIMIN PAYINI ALDIM
Evet evet, çocukluğumda "Marmara Bisiklet Turu" diye bir yarışma vardı ve onun iláhı da, hemen daima şampiyonluğu kazanan Rıfat Çalışkan’dı.
Zaten sanıyorum ki, söz konusu sporun Türkiye’de ilk ve son defa popüler olduğu dönem o "Tur"un düzenlendiği yıllara uzanıyor.
Nitekim, haberleri çarşaf çarşaf veren gazeteleri ne denli merakla ve sevgili sınıf arkadaşım Ahmet Kuyaş’la birlikte, o Erenköy’deki ana baba kalabalığı arasından Çalışkan’ın iki elini kaldırarak finişe vardığı sahneyi ne denli heyecanla izlediğimi hiç unutmuyorum.
Dönüşte benim hantal ve demode "Eska"yı kısrak gibi bir "Peugeot" sahibiyle yarıştırmaya kalkışmıştım da, daha Göztepe’ye gelmeden ağzımın payını alıvermiştim.
Her halükárda, tekrarlıyorum, geçen hafta Yves Montand’ın "bisikleeeeeet" nakaratlı şarkısından yola çıkarak değindiğim ve Çalışkan’ın da memleketi Konya hariç, bizde yerleşmemiş o "pedal kültürü"nün biraz ilerlediği dönem yukarıdaki yıllara tekábül etti.
Ne öncesi, ne sonrası oldu ve bir parantez olarak kaldı.
Bir ara bunun nedenleri hakkında kafa patlatmıştım.
Kendi kendime sormuştum ki, Türkiye toplumunun yukarıdaki "pedal kültürü"ne tümden yabancı kalmış olması bir acaba bir "para meselesi"nden mi kaynaklandı?
Çünkü, eh öyle atla deve değildi ama bisiklet yine de bir yatırım gerektiriyordu.
Nitekim, benim orta halli ailem bile oğluna ancak elden düşmesini hediye edebildiğine göre, demek ki, daha ilk icádından itibaren Batı’da daima bir "proleter aracı" addedilen ve dolayısıyla da, futbolla birlikte en yaygın, en kitlesel, en popüler spor dallarından birisini yaratan iki tekerlekli vasıta, Türkiye insanının ortalama alım gücünü aşıyordu.
Yahut da, üç kaynak vurarak ve on bilya dökerek imal edilen o bisikleti dahi üretecek bir sanayimiz olmadığından, itháli ise el yaktığından, "pedal kültürü"nü benimseyemedik.
Şunun şurasında kaç yıl geçti ki, yalvar yakar, patlayan lastiğime tek bir tanecik şambrel bulabilmek için Yüksekkaldırım’ı haftalar boyu tırmandığımı unutmadım.
SEMERDEN PEDALA GEÇİŞ
Daha yahut, bisiklete böylesine uzak ve böylesine yabancı düşmemize belki de, şehirlerimizin iniş çıkışlı ve yollarımızın çukurlu delikli olması neden oldu.
Yani, coğrafi ve sosyo coğrafi faktörler devreye girdi.
Demek istiyorum ki, Çalışkan’dan başka şampiyonlar da çıkartan düz ova Konya’da velosipetin istisnai olarak böylesine kök salmasını muhtemelen, bununla açıklayabiliriz.
Tıpkı yine yatay Belçika’da, Hollanda’da, Kuzey Fransa’da veya Danimarka’da ezelden beri hüküm sürdüğü gibi, o "pedal kültürü"nün söz konusu yöremizde de böylesine yerleşiklik kazanabilmesini muhtemelen, bölgenin yassı topografyasıyla açıklayabiliriz.
Belki burada, "İnsaf, Alpler diyarı İsviçre daha 20. yüzyılın en başında ordusunu bisikletli tugaylarla donatmıştı" diyeceksiniz ama, bu konuda tartışmaya girmeyeceğim.
Girmeyeceğim de, öne sürülen son bir hipotezi buraya aktarmadan edemeyeceğim.
O da şudur ki, bazı çok bilmiş efendiler, eşşeğin "semer kültürü"yle bisikletin "sele kültürü" arasında yukarıdaki Alp Dağları kadar fark olduğunu söyleyerek, birincisinin göçebelik ve köylülükle, ikincisinin ise yerleşiklik ve şehirlilikle bütünleştiğini ifade ediyorlar.
Sonra da, "Ne gidon dengesi eğer dehlemesine, ne de jant akordu yem otlatmasına benzer" diye ekleyerek, "zoolojik"ten "mekanik"e geçişin muazzam bir nitelik sıçraması gerektirdiğini vurguluyorlar.
İşte bu kadar!
Yok yok, boş yere günáhımı alarak yukarıdaki iddiayı sakın bana mal etmeyin.
Kulağıma çarptığı için, öyle láf olsun kábilinden sizlere de aktardım.
Zaten geçen pazarki gibi yine Yves Montand’ın "bisikleeeeeeeeet" şarkısını mırıldanarak, bu defa Rıfat Çalışkan’la Erenköy’de finiş yarışına pedal çeviriyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2007
PERŞEMBE günkü yazımda, bir statüko partisi olan CHP’nin neden evrensel "sol"la ilişkisi bulunmadığını açıklamış ve teorik çerçeveyi bugün de gelişleyeceğimi söylemiştim. Ancak salıya kaldı, çünkü o CHP yönetimi gerçekten öylesine "kaşındı" ki, konuyu pratik, háttá polemik bir platforma taşımak farz oldu.
Zaten en önce, yukarıdaki kuruma oy atmış olan "sıradan yurttaşlar"a sesleneceğim.
Elinizi vicdánınıza koyun ve aşağıdaki soruların cevabını bana değil kendinize verin.
* * *
DENİZ Baykal liderliğindeki Merkez Yürütme Kurulu’nun 22 Temmuz seçim bozgununun nedenlerine ilişkin olarak önceki gün yaptığı "açıklama"yı nasıl buldunuz?
Altı oklu partinin hezimetine "gerekçe" diye sunduğu ve nûmune kábilinden dahi bir özeleştiri içermeyen o "altı madde"de sizleri bir nebze tatmin eden tek kelime var mı?
Dünya demokrasi tarihinde, muazzam bir yenilginin faturasını sadece "dış faktörler"e bağlayıp kendisini olduğu gibi temize çıkartmış başka bir siyasi yönetim biliyor musunuz?
Dediğim gibi, yanıtları "sıradan" CHP seçmeninin akl-ı selimine ve vicdán muhasebesine bıraktıktan sonra şimdi ben kendi cevaplarıma geliyorum.
* * *
ÜLKEMİZ demokrasisi için ne hazin şeydir ki, CHP kimliğine ilişkin olarak teorik planda vurguladığım genel tablo son MYK açıklamasıyla, bir kez daha pratikte doğrulandı.
Yani, bu partinin o demokrasilerdeki en temel etikle dahi bağdaşmadığı ispatlandı.
Çünkü, neresinden okursanız okuyun ve nasıl yorumlarsanız yorumlayın, "Baykal bildirgesi"nde yer alan hezimet "gerekçesi"nin özünü yalnız ve yalnız şu ruh belirliyor:
CHP olarak biz sorumlu değiliz, millet sorumludur!
* * *
EVET, mazeret bilançosu, daha bozgunun ertesi günü Onur Öymen’in "ağzından kaçırdığı" (!) o "sorumlu, millettir" anlayışının cilálı şeklinden başka bir şey oluşturmuyor.
Siz bir parti yönetimi düşünün ki kendini sütten çıkmış ak kaşık ilán edecek ve de inanılmaz bir sübjektif tahlille, hezimeti "dış faktörler"le mazur göstermeye kalkışacak.
Sanki insanlar merkez medyanın genel CHP - MHP eğilimini seçim öncesinde kendi gözleriyle görmemişlermiş gibi, sen, "ikinci cumhuriyetçilerin basındaki AKP yandaşlığı" gibi kör kör parmağım gözüne bir maval sallayacaksın ve de ahaliyi buna inandıracaksın.
Üstelik, sanki sandık başındaki bireysel gizliliği de gözlüyormuşsun gibi, halkın "kömür - bulgur rüşveti" için oy attığını söyleyecek kadar o halkı sáf ve hor göreceksin.
Daha üstelik, "ulusalcı - kuvvacı" bezirgánlığın üfürdüğü gaza gelerek kampanyanı "yükselen milliyetçilik" ve "öteki" düşmanlığı ekseninde yürüttükten sonra, bozgun gerekçeni "ABD ve AB’nin iktidar partisine verdiği destek"le açıklamaya yelteneksin.
İnsaf birader, eğer o "ulusalcılık" ve o hûsumet gelişiyor idiyse, Washington ve Brüksel ulûfe mi dağıttı ki bu millet "düşman destekli" partiyi seçecek kadar ruhunu sattı?
* * *
MİLLET, işte CHP’nin, dolayısıyla statüko ideolojisinin barışamadığı şey de budur!
Onunla ve onun iradesiyle olan ebedi dargınlığını sürdürüyor, ama böylesine bir küskünlük totaliter, en azından otoriter kurumlara özgüdür. Demokrasi işleyişine girmez.
Nitekim, aynı CHP’yi gazlayan "ulusalcı" cihetin "karanlıkçı Maocu" kolu da binde sıfır küsürattan bile teferruata düşünce, "TBMM millet iradesini temsil etmiyor" buyurdu.
Eh n’apim bre, verdim gitti hadi temsil ediyor ol ama yine de, altı oklu partinin ultra marjinal bir güruhla aynı telden çalıp, aynı sonuca varması kadar hazin bir şey olabilir mi?
Demokratik millet kavramına böylesine yabancı bir ana muhalefet düşünülebir mi?
Bunun yanıtını da CHP’ye oy veren sıradan seçmenin akıl ve vicdanına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku