Hüdáverdi Bey, akşam yemeğinden sonra soluğu Fahrünisa Hanımefendi’ın odasında almaya başlamış. Aynada son saçlarını tarayıp ropdöşambrını giydi miydi, kapıyı "Sultanım, şehzaden teşrif buyurdu" diye tıklatarak, misafircilik oynuyormuş.
Fıkralarla aram yoktur. Ne dinler, ne okur, ne yazar, ne de anlatırım.
N’apim, zahir "espiritüel" (!) adam değilim ki, bir zerresi dahi beynimde yer etmez. Hele hele, bunların belden aşağı olanlarıyla hiç mi hiç ilgilenmem.
Hemen hepsinde çiğlik, bayağılık, avamlık; fakat bilhassa da, ruhbilim lûgatinde "früstrasyon" denilen türden "bastırılmış cinsellik" arazları keşfederim.
Ukalalık kanıma işlemiş ya, ne yapıp edip budalalığı icat etmiş olanla SigmundFreud Usta’nın psikanaliz kanepesi arasında ilişki kurmaya çalışırım.
Her halükárda, bırakın katıla katıla gülmeyi falan, saçma sapan hikayeyi işittikten sonra yüz hatlarıma zoraki bir tebessüm takındığım dahi pek az vákidir.
Dolayısıyla, maskaralığı anlatmış olan ve kahkaha atmamı bekleyen şahıs bu buz halimi görünce önce bir irkilir, sonra da "amma soğuk herifsin" diye zılgıtı basar.
Eh, soğukluk ve sıcaklık derecesi uçkur fıkralarına gülmek termometresiyle belirleniyorsa artık ne diyeyim, demek ki öyleyim ve Sibirya taygaları kaçkınıyım.
Ancak, bu defa ben de size iki tane "ayıp fıkra" anlatacağım.
Birincisini şimdi aktarıyorum ve diğerini gelecek pazara saklıyorum. Çünkü, ister "klas", ister "şık" deyin, bunların ikisi de müthiş zeká pırıltısı yansıtıyor. İşittiğimde de, böyle şeyler karşısında buz gibi kalan bendeniz dahi kahkahayı bastım.
Zaten öyle gazete sayfasına yazılamayacak ölçüde pespaye şeyler değil, ama yine de hemen söyleyeyim ki, "mahreç" yabancı olduğu için burada kendimin "yerlileştirdiği" versiyonları kullanmak ihtiyacını hissettim.
ŞEHZADEN TEŞRİF BUYURDU
Efendim, her ikisi de seksenini haydi haydi aşmış ve yine her ikisi de zevc ve zevcelerini çoktandır Hakk’ın rahmetine tevdii etmiş Fahrünisa Hanımefendi ve Hüdáverdi Beyefendi bir huzurevinde yaşıyorlarmış.
Yani, emdikleri süt helál-i hak olmasın, hayırsız evlátlar ebeveynlerini baştan savmak için onları, şimdi "seniorama" denilen şıkıdım ihtiyar yurtlarından birisine "postalamışlar".
Tamam, ailelerin hali vakti yerinde olduğu için bu huzurevinin gradosu son derece yüksek ve herkese ayrı odadan aletli jimnastik salonuna bilûmum konfor mevcut ama yine de o gün görmüş yaşlı insanların canı sıkıntıdan patlıyor.
Ortak kahvaltı, çay saati, konken partisi falan, zaman geçmek bilmiyor.
Neyse, o Fahrünisa Hanım ve o Hüdáverdi Bey işte bu ortamda tanışmışlar.
Bir müddet sonra da birbirlerinden ayrılmaz olmuşlar.
Yemekhanede yan yanalar, parkta beraberler veya bezikte karşı karşıyalar.
İşin açıkçası, aşkın yaşı ve başı mı olurmuş, birbirlerine abayı yakmışlar.
Ve, kötürüm olduğundan değil de, daha ziyade eğlencesini sevdiği için seyyar özürlü koltuğunda gezinen Hüdáverdi Bey, akşam yemeğinden sonra televizyon dizisi saati geldi miydi, soluğu Fahrünisa Hanımefendi’ın odasında almaya başlamış.
Aynada son saçlarını tarayıp ropdöşambrını giydi miydi, iskemle tekerleklerini koridorda çocuklar gibi çevirerek ve kapıyı "Sultanım, şehzaden teşrif buyurdu" diye tıklatarak, misafircilik oynuyor.
Gel zaman git zaman, zaten gençliğinde pek bir çapkın, pek bir hovarda, hatta aslında pek bir zampara olan yaşlı "Mecnûn" işi artık ciddi ciddi ilerletmiş.
Daha doğrusu, alışmış kudurmuştan beterdir derler ya, tam edepsizliğe vermiş.
Yani, ekran seyrederken "Leylá"sının elini alıp üzerine aşıkáne bûseler kondurmak çok masûm kalır, o eli tutup o ropdöşambrın arasına iliştirmeye başlamış.
Açıkçası, Fahrünisa Hanım’ın hálá manikürlü elini kaptığı gibi, pijama, külot falan derken pipisinin üstüne yerleştirmeye başlamış.
Önce biraz hık-mık ve "Aaa daha neler, ayol yaşımıza, başımıza bak" filan ama, hanımefendi de giderek buna alışmış. Hatta kanıksamış.
Dolayısıyla artık her gece dört gözle bekliyor ki, Hüdáverdi Beyefendi gelecek ve kendi elceğizini aldığı gibi, televizyon dizisi bitene kadar pipiciğini ona tutturacaktır.
BENİ ALDATIYOR MUSUN
Lakin, bir süre sonra Hüdáverdi Bey artık görünmez olmuş. Yok, yok!
Ne yemekhanede aynı masaya oturuyor, ne bezikte partönerlik oynuyor ve bilhassa da, ne geceleri Fahrünisa Hanım’ın elini ropdöşambrının arasına götürüyor.
Artık çatlamak raddesine gelen o Fahrünisa Hanım nihayet bir gün eski yavuklusunu seyyar özürlü koltuğunda sıkıştırmış ve de gayet öfkeli sesle sorusunu patlatmış:
Karşı tarafta önce suskunluk olacak ve sonra utangaç bir "evet" cevabı gelecektir.
Yaşına göre aslında son derece koket olan hanımefendi bu defa gayet üzüntülü bir ifadeyle ve doğal bir kadınlık içgüdüsüyle şimdi, "Benden güzel mi" sorusunu yöneltiyor.
Ve ihtiyar hovarda da derhal, "Ne münasebet, kaknem mi kaknem" diye yanıtlıyor.
Burnundan soluyan Fahrünisa Hanım’ın yukarıdaki cevaba tepkisi ise, yine doğal bir kadınlık içgüdüsüyle, "O halde, şırfıntı mutlaka benden daha gençtir" şeklindedir.
Ama Hüdáverdi Bey burada da, "Háşá, doksanını bile aşmış" diye sözü kesiyor.
Fahrinüsa Hanımefendi şimdi tam şaşırmıştır ve eski aile terbiyesini dahi unutarak yüksek, haniyse histerik bir sesle kükrüyor: "Moruk zampara! Madem o şıllığın bir ayağı zaten çoktan çukura girmiş. Bende ne eksik buldun da televizyon sefası için cenaze kaçkını hatuna gidiyorsun?"
Yine sessizlik ve Hüdaverdi Bey’den mırıltıyla gelen cevap: "Ama cancağızım, onun Parkinson hastalığı var!"