Çoğumuz aynı hissiyattayız sanırım. Türkiye’nin ağlamaktan gözleri şiş, kalbi kanıyor.
Bir doğal afet olsaydı, canımız yine çok acırdı ama, kader faktörü daha ağırlıklı göründüğünden, tevekkülle dayanma gücü bulabilirdik. Deprem, sel gibi felaketlerde de insanların suçu vardır elbette. Kötü bina yapan müteahhit, olmadık yere imar izni veren belediye, rant için dere yataklarını değiştiren açgözlü siyasi erk... Ama yine de “Allah’tan gelene Eyvallah demek” o durumda nispeten daha kolaydır.
İNSAN HATASINDAN ÖLDÜLER
Hadi açık konuşalım, ayda 1300 liraya dünyanın en zor mesleğini yapan o işçiler, tamamen ve tamamen insan hatası yüzünden öldüler. Madende ayakları takılıp kafalarını taşa çarpmadılar.
Boğazlarına kiraz çekirdeği kaçmadı. Onlar başkalarının dikkatsizliğinden, umursamazlığından, bencillik ve açgözlülüğünden öldü... Denetlemeyen devlet, göz yuman siyasetçi, sesini çıkarmayan bürokrat, kar maksimizasyonunu insan hayatının önünde tutan patron, sallabaş genel müdür, etliye sütlüye karışmayan yöneticiler... Bu sebeplerden öldüler. Hatta karnını doyurmak için feci şartlarda binbir türlü tehlikeli işte kelle koltukta çalışanlarla ilgili, her gün konuşmayan, her gün yazmayan, her gün isyan etmeyen ben, susan sen... Üzerine vazife olmayan işlere bulaşmayan bizler, bize dokunmayan yılanı bin yaşatan hepimiz yüzünden öldüler.
Gözlerinin önündeki çatı adayını görmezden geldiler: Beni! Ekmeleddin İhsanoğlu çok değerli bir insan olabilir, ama şahsımın Cumhurbaşkanlığı’na daha uygun olduğu kanaatindeyim. Sebeplerini aşağıda anlatacağım:
Görüyorsunuz, gazeteler İhsanoğlu’nu halka tanıtan özgeçmiş haberleriyle dolu. Genel olarak “Halk onu tanımıyor” eleştirileri var. Konu şöhretse, beni kime sorsanız gösterir! Haftalardır takip ediyorum, kendimden daha ünlü bir Cumhurbaşkanı adayı ismi duymadım. Tarkan, Sezen Aksu filan aday olmayacaksa, aradığınız benim. Bu alanda sadece Tayyip Bey azılı bir rakip, o ayrı!
Ama reyting olarak Tayyip Bey’i geçerim. Birkaç kere ‘Avrupa Yakası’yla, ‘Yalan Dünya’yla, ‘Ulusa Sesleniş’ aynı anda yayınlandı, biz çok fena ezdik! Ekmeleddin Bey’in televizyonda reytingi ne? Pöh. Göreceğiz.
Ekmeleddin Bey’in ismini öğrenmek ve söylemek bir mesai istiyor. Son 48 saatte “İhsan Ekmeleddinoğlu”, “Ecmettin İhsanoğlu” hatta “Ecmel İhsanettin”, diyeni bile duydum. Eh orijinal isim lazımsa benimki de fena değildir. Gülfe, Gülsen, Gülseren diyeni çoktur. Yeterince orijinaldir ve fakat buraya dikkat, Ekmeleddin’e göre ezberlemesi daha kolaydır. Niye? Halkın cumhurbaşkanıyım da ondan! Hoop benim haneme bir avantaj daha.
Cumhurbaşkanının tüm vatandaşlara eşit mesafede olması, ayırımcılık yapmaması lazım. Aslında hiçbir siyasetçinin yapmaması lazım da, neyse (ne güldünüz? Siz var ya siz). Şahsen dinsel, mezhepsel veya ırksal bir ayırımcılık mefhumum bile yok. Beynimde öyle bir bölge için alan ayrılmamış. İçimden, ayırımcılık sevenlere sakince yaklaşıp, alınlarının ortasına “şak” diye sert bir fiske vurmak geliyor! Zira belli ki beyinde tutukluk yapan, mekanizmayı aksatan bir parça var. Belki fiskenin sarsıntısıyla tutukluk gider ve beyin normal çalışır gibi bir his geliyor bana. Tabii cumhurbaşkanı olunca böyle çılgın fikirlerimi kendime saklayacağım.
YÜZDE ON İKİ ZATEN HEMŞERİM!
İnsanoğlu, duyguları, içgüdüleri ve yanlış beyinsel alışkanlıkları yüzünden ‘net düşünemiyor’ mu? Ondan mı mezheplere, gruplara ayrılmaya meyilliyiz? Ondan mı mantıksız da olsa kalabalıklar ne yapsa haldır huldur katılıyoruz?
Rolf Dobelli’nin geçen yıl Almanya’da çıkan ve tüm dünyada çok satan kitabı: ‘Net Düşünebilme Sanatı.’ İnsan doğasında bulunan mantık dışı duvar ve önyargıların, rasyonellikle doğru bilgi analizini nasıl engellediğinden bahsediyor. Mesela bir top modelin yanında gördüğünüz hoş bir kadını çirkin bulup çıkma teklif etmediğinizde bu ‘kontrast etkisi’ denen körlük aslında! Ne oldu? Kaçtı gitti hoş kadın! Veya ‘yüzücü vücudu yanılgısı.’ 46 beden birinin Heidi Klum’un reklamında oynadığı ‘zayıf gösteren mayo’dan alıp giymesine sebep olan kendini bilmezlik! Heidi o mayoyu giydiği için öyle taş değil, taş olduğu için o reklamda oynuyor. E sonuçta beyin dediğimiz1300 gram yağ ve su, çok ciddiye almayın.
Gündemimiz Musul tabii. Irak’ın sadece Kürt-Arap-Türkmen, Şii-Sünni değil, Selefi Sünniler, diğer Sünniler ve hatta onların içlerindeki aşiretler filan diye onlarca parçaya ayrılışını, kimin kimin tarafında olduğunu ve kendi tarafımızı anlamaya çalışıyoruz. İnsanoğlunun aidiyetlerle bölünmeye kanı canı pahasına meyilli olması enteresandır. Bırakın ırk ve dini, birbirini bıçaklayan futbol taraftarlarına ne diyeceğiz? Dobelli, bunu hayatta kalma içgüdülerine dayanan bir psikolojiye bağlıyor. İnsanoğlu, aslanlar gibi tek başına avlanıp yaşayabilen bir canlı değil. (“Aslanlar gibi” hem gerçek hem mecazi burada!) Bir grubun üyesi olmazsa gıda bulması ve tehlikeden korunması imkânsız. Genlerimizdeki bu ödleklik “Çok bireyselim abi” havalarını yemiyor! Takım taraftarlığı, dini cemaat, hemşerilik, ‘Kanarya Sevenler Derneği’, Whatsapp grubu, illa birilerini bulup kalabalık oluyoruz! Yazarın ‘Grup olma önyargısı’ dediği bu. Bu şekilde güvende hissediyoruz. E grup olunca, haliyle sizden olmayan bir ‘öteki grup’ da oluyor. Ve laiklik, demokrasi, eşitlik gibi değerleri daha benimseyememiş bir topluluksan da bu aidiyet güdülerini kullanıp seni binlerce parçaya ayırmak kolaylaşıyor. “Biz onlardan kız almayız” tarzı bakış açılarının, misal benim için mizah alanına girdiği bir çağda Irak’ta bu sebeplerden yüzlerce insan ölüyor.
Kontrol illüzyonu! Hikâyeyle anlatılan başka bir psikolojik yanılgı: Her sabah, kırmızı şapkalı bir adam meydanda durup şapkasını sağa sola çılgınca savurup, beş dakika sonra çekip gidiyormuş. Bir gün polis merak edip ne yaptığını sormuş. “Zürafaları uzaklaştırıyorum” demiş adam. Polis “Zürafa yok ki” diye cevap verince adam gülümsemiş: “Benim sayemde yok.” Hepimiz, birçok şeyi kontrol edebildiğimizi sanıyoruz. Tavlada zar atarken, televizyonda maç seyrederken çoğumuzun bir totemi vardır ya. Örneğin kesin siz oturma odanızda uğurlu kırmızı çoraplarınızı giyip, ayaklarınızı salladığınız için o gol atıldı! Her şey size bağlıydı değil mi gülüm? Birçok açık ofiste, klimaların o oynayıp durduğunuz derece düğmelerinin plasebo olduğunu ve ısının merkezden ayarlandığını biliyor muydunuz? Peki böylece çalışanların kontrolün kendilerinde olduğunu düşündüğünü ve ısı konusunda idareye şikâyet gelmediğini? Ben ‘kontrol illüzyonu’nu, bu ara hükümeti destekleyen bazı arkadaşlarda fark ediyorum. Aslında Musul baskını göstermelikmiş, çalışanları korumaya yönelikmiş ve hatta her şey gelecekteki büyük projelerimiz için bizim tarafımızdan planlanmış vs. Oldu.
‘Seviliyorum önyargısı.’ İyi satış elemanlarının büyük numarasıdır. Sizi çok sevdiklerine inandığınız an malı alırsınız. İyi markalar yılbaşında kartlar atar, bayram tebrikleri yollarlar. Bir kere indirimden atkı aldınız diye Nişantaşı mağazasını üzerinize mi yapacaklar? Yoo. Ama ayartılırsınız işte. Politikacılar da bu numarayı sık kullanır. Tayyip Erdoğan’ın mitinglerde seçmenine iltifatlar etmesi, “Siz özelsiniz, ötekiler gibi değilsiniz” demesi, onlarla beraber şiir okuması bir hobi değildir! Seçmen Başbakan’ın onları çok içten duygularla sevdiğine inanmıştır. Ben bile beni biraz sevdiğini düşünüyorum esasen!
Bu ‘seviliyorum önyargısı’ndan hepimizde ve hatta siyasette de var. Nedense Irak, Suriye, Lübnan ve civar coğrafyanın bizi önlenemez şekilde sevdiğine, bizde bir şeytan tüyü olduğuna inanıyoruz! Yok mu acaba yav?!
Dizinin en yoğun günleriydi. Her televizyon sezonu, finale doğru, senaristler yazardan ziyade “yazarın posası” haline gelir. Yazılar da “sezon sonu”, yani “indirime girmiş, elde kalan mallar” tarzında olmasın diye, kısa bir ara verdim. Yaz aylarında aralıksız yazacağım. Hürriyet yazarları birer ikişer tatil yaparlarken, güneşli günlerde emrinizde olacağım.
“Güzel, güneşli günler” görürsek tabii. Zira birkaç haftadır siyasi hiciv, mizah, şaka filan yazacak ortam da yoktu. Berbat günler geçirdik. Soma faciası, Okmeydanı olayları, en son Lice ve Diyarbakır’da yaşananlar... (Deprem ve sellerden bahsetmiyorum bile.)
ÜLKEMİZİN FENA GERÇEĞİ
Böyle dönemlerde, bütün felaketlerin faturası için ortak bir sebep, tek sorumlu bulunmaya çalışılır. Okuyorum, tartışmalarda duyuyorum. Başımıza gelenler için müsebbip adayı listesi uzun: AKP, CHP, MHP, HDP. İçinde olduğumuz düzen, düzensizlik, kanunlar, kanunsuzluk. Eğitimsizlik, parasızlık, adaletsizlik. Genel öfke ve tepki, genel tepkisizlik. Çözülemeyen sorunlar, sorulamayan çözüm süreci ve hatta, (şahsen olayların nedeni olarak ifade edene kafa atmak istediğim) “Merkür’ün geri gitmesi”!
Sayılanların hepsi, Merkür, belki Plüton, yıldızlar, Yıldız Tilbe’nin yeni albümü, karpuzların İran’dan ithal edilmesi, selülit ve hatta ben bile yaşadıklarımızın esas sorumlusu olabiliriz! Ama olanların çok acı, hiç şakaya gelmeyecek başka bir ortak yanı var. Ki, belki ülkeye dair en fena gerçeği çığlık çığlığa bağırıyor.
Tecavüze uğrayan, şiddet gören çocuklar malum. Ülkede çocuk gelin sayısı 181 bin! Son birkaç haftada öğrendiklerimize bakalım: Soma’nın ardından ortaya çıktı. Madenlerde, o korkunç şartlarda, 2064 çocuk çalışıyor. Ülke genelinde, çocuk işçi sayısı 900 bin! Bunların yüzde 91’i, çalıştığı için okula gidemiyor. Berkin öldü. Çocuktu. Okmeydanı’ndaki olaylarda pek çok çocuk sokaktaydı, ne yazık ki bazısı elinde molotofla. PKK içinde 1000’in üzerinde çocuk olduğu ifade ediliyor. Son olarak Diyarbakır’da, Türk bayrağını indirme gibi pis ve provokatif bir eyleme imza atan kişinin bir çocuk olduğu söylendi. Eğer değilse, kimseyi çocuk mocuk diye korumayalım, hesabını versin. Çocuksa, kirli işler için çocukların kullanılması daha da vahim.
Medeni dünya kapitalizmi yumuşatıp ehlileştirmeye çalışırken, biz niye tersine gidiyoruz? Avrupalılar artık yarış atı olmaktan vazgeçip, başına buyruk kediler gibi yaşama hedefinde. Bizimse ağzımız köpürüyor, çatlayıp yere yığılmak üzereyiz!
Kapitalizmin suyu mu çıktı? Galiba biraz öyle! Dünya bunu tartışıyor. ‘Yirmibirinci Yüzyılda Sermaye’ bir kuramsal iktisat kitabı. Tuhaf biçimde şu an çılgınca satıyor. Zira “Ne güzel üretiyoruz, bolluk bereket, yaşasın kapitalizm” derken, son yıllarda zenginlerin daha çok zenginleştiği, ‘yoksul cephesinde yeni bir şey olmadığı’, hatta orta-alt sınıfların hayat kalitesinin gittikçe düştüğü ortaya çıktı!
“Kapitalizm, Amerika ve gelişmekte olan ülkelerde yaşandığı vahşi haliyle, rezil kepaze oldu” diyebiliriz!
New York’un o havalı, bir yandan gazete okuyup kahve içerken, aynı anda işe yürüyen insanları, gittikçe daha uzun saatler çalışmak ve artan rekabet yüzünden burn out sendromuyla, antidepresanlarla tanıştılar.
Ekonomi derslerinde ilk öğretilen şey ‘marjinal fayda’dır. Misal: Çok susadıysanız, ilk aldığınız yudumun marjinal faydası çok yüksektir. İkinci yudumda hâlâ yüksektir ama ilki kadar değil. Üçüncü bardağa başladığınızda marjinal fayda eksiye döner çünkü su içmekten mideniz bulanmaya başlamıştır. Kapitalizmin marjinal faydası, bizim gibi ülkelerde, eksiye dönmeye başladı!
Avrupalılar bu işe erken uyandı. İsveç günlük mesaiyi altı saate indirmek üzere. Fransa’da yeni çıkan yasa, çalışanların ofis saatleri dışında e-posta okumak zorunda olmadığını öngörüyor.
Gelir dağılımı, ‘Gini katsayısı’ ile ölçülür. Sayı 0.25-0.50 arasında değişir. Gini ne kadar düşükse, toplumdaki gelir dağılımı o kadar dengeli demektir. Sosyal demokrasinin uygulandığı İskandinav ülkelerinde sayı 0.25 civarı. Almanya, kapitalizmin insaflı ülkelerinden biri olarak 0.28’de. İngiltere 0.34. Türkiye’nin Gini katsayısı 2009’da 0.38, 2010 ve 2011’de 0.40.
Babanız işten kaçta gelirdi? Ya siz?
13 Mayıs ve sonrası, hepimizde, birer kılıç yarası gibi, hatırladıkça sızlayacak
Ben olayın olduğu andan itibaren, Başbakan’ın esip gürlemelerini, o sert, tavizsiz tavırlarını, özlemle bekledim. Öyle ya, geçen yıl bu aralar güzelim fayansları kıran Gezi protestocularına, sanatçılara, gazetecilere, bazen isim vererek parmak sallandı. Protestoculara yardım eden otel sahiplerine gözdağı verildi. Yaralılarla ilgilenen doktorlar bile savcılıkta ifade verdi. Başbakan yeri göğü inletti, “Hiçbirinin yanına kalmayacak, teker teker tespit edip hesap soracağız” dedi. Meydanlar sert sesiyle sarsıldı. Eyvallah. Peki.
Ama bu iş olup da yüzlerce insan öldüğünde, niye bu tevekkül? O otoriter liderde, niye aniden bir dinginlik, bir kadercilik? Belki, “Milleti galeyana getirmemek, kızgın halkı sakinleştirmek için” diyen olur. Ama ben bir meydan okuma duymak istiyordum doğrusu. Bir ses yükseltme, sorumluları kalabalığa yuhalatma. Sert bir sesle “Burunlarından fitil fitil getireceğiz, hepsini tespit edeceğiz, yanlarına kalmayacak” mesajı. Ve bu sefer gözüm kulağım bayram ederdi inanın. “Yaşşa be, yürü, kim tutar seni” derdim. Babasını, kocasını, çocuğunu kaybetmiş insanların içlerine, asıl o zaman su serpilirdi. Hep birlikte “Oh be” diye ferahlardık. “Adam sert ama bu sefer sorumlular sertliği hak etti, Başbakan yakacak çıralarını, duman edecek hepsini, helal olsun!” derdik.
Ama Başbakan’a bu olayda bir sabır, bir dinginlik geldi. Ne bir fırça, ne tehdit. “Bu işlerin fıtratında vardır” dedi. 1904’te filan dünyada olan kömür madeni kazalarından örnekler verdi. Hayır örnekler son 10, 20 yıla ait olsa, yine bir asgari müşterekte uzlaşırdık da 1990’lara kadar cep telefonunun bile olmadığını düşünürsek, teknik bir gelişme talep etmekte haksız mıyız?
Ben de bir tarih vereyim mesela: 2010, Batı Virginia, Amerika Birleşik Devletleri. Kömür madeni kazasında 29 kişi hayatını kaybediyor, her aileye bir buçuk milyon dolar tazminat ödeniyor!
Başbakan, kürsüye çıkıp “Tüm eleştiriler başımızın tacıdır, bir saat boyunca Sayın Feyzioğlu’nun görüşlerini zevkle ve ilham alarak, iğneyi kendime batırarak dinledim ve müthiş faydalandım, müteşekkirim” deseydi, işte ben o zaman şok geçirip sandalyeden düşerdim. Başbakan, süresini de aşarak, kürsüden bir saat eleştiri ve iğneleme içeren konuşmasını yapan Feyzioğlu’na atarlanmış.
Arkadaş ya ne olacağıdı? Bizim kültürümüzde, bırakın başbakanları, genel müdürlerden birim şeflerine, muhtarlardan aile babalarına, minimum yetki sahibi bir insan varsa, onun otoriter ve sert olması beklenir. Bizim geleneğimizde eleştiriye açık, sakin, uzlaşmacı olmak tek bir sıfatla nitelenir: “Sinameki”!
Siyasi tartışmalarda, askeri vesayet için, hatta bazen sadece fikrini söylediği halde “Demokrasiye müdahale ettiği” iddia edilen her kurumun tavrı için, olumsuz anlamda “Genlerimizdeki eski alışkanlıklar” tabir ediliyor ya. Genlerimizdeki asıl eski alışkanlık, yetki ve otorite sahibi insanın, sert, tavizsiz, uzlaşmadan uzak ve tabiatıyle “otoriter” olmasıdır.Bu konudaki eski pozitif anlamlı deyimlere bakalım: “Haddini bildirmek”, “Masaya yumruğunu vurmak”, “Ağzının payını vermek”, “Fırça atmak”, “Doğduğuna bin pişman etmek”. Hepsi hayranlık uyandıran, alkışlanan hareketler değil midir?
Geleneği devam ettiren, “yeni argo” nevzuhur deyimlere bakalım: “Lafı koymak”, “Atarlanmak”, “Ayar vermek”, “Gider yapmak”. “Genlerdeki alışkanlıklara” devam!
Bizim kültürümüzde “Var mı bana yan bakan?!”, kabadayının, delikanlının, güvenilir ve sağlam adamın narasıdır. Mahalleyi koruyan, adil, güçlü kuvvetli insana “Kabadayı” denmesinden de mi mesajı alamıyoruz? “Zarif dayı” tabir edilen bir mahalle kahramanı var mıdır halk arasında veya geleneksel tiyatroda? Güçlü, sağlam, dürüst erkeğe “Serinkanlı” değil“Delikanlı” denmesinden de mi bir ipucu alamadık mı bugüne kadar?
Bizde, güç kudret sahibi erkek, “Yürüdü mü yer titrer”, “Bağırdı mı yer gök inler”, “Kodu mu oturtur”. İlla ortamda bir tahribat olur yani!Pekiyi, eleştiri karşısında sakin davranan, dinleyen, zarafet gösteren, sessiz kalan adama ne denir? “Boyunun ölçüsünü aldı”, “Pıstı oturdu”, “Lafları yedi sustu”, “Ezilip büzüldü”, “Yüzüne tükürsen yağmur yağıyor sanacak”.Karagöz oyunlarında bağırıp çağıran, kavga çıkaran “Tuzsuz Deli Bekir”in karizma ve popülaritesi, zarif ve uzlaşmacı “Çelebi”nin zavallılığıyla karşılaştırılabilir mi?
Atatürk gibi yüksek zekalı, müthiş iletişimci, soğukkanlı bir lider hakkında zamanında “Gözlerine bakılamıyor, bakınca insan çarpılıyor” gibi korkutucu güç addeden bir şehir efsanesi çıkmış olması boşuna değildir. Aynı şekilde “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir”den çok “Geldikleri gibi giderler” ve “Size ölmeyi emrediyorum” sözlerinin hatırlanması.
Artık en zor işlerden biri gazetecilik. Arkeologların kazıları buldozer kepçesiyle yaptığı, seri katillerin izdivaç programında kısmet aradığı ülkede, halk neyi hayretler içinde takip edecek?
Bir zamanlar, düğünlerde kutlama amacıyla havaya ateş edilirken biri yaralandığında, haber olurdu. Sonra iş aylık rutine bağlandı. İsmi ‘maganda kurşunu’ oldu. Artık haber değerini yitirmiş durumda. Yeryüzünün en saçma uygulaması olan ‘eğlenceyi artırmak için kurşun sıkmak’ herhangi bir ülkede başlı başına haber olabilecekken, bizde can kaybıyla sonuçlansa bile şaşırtmıyor. E sürekli yaşanan bir olay da haber değeri taşımıyor. Gazetecilikle ilgili verilen klasik örnek gibi: Köpeğin adamı ısırması haber değildir. Son ayların gündemini tekrar etmeyelim. Tapeler, yolsuzluk iddiaları, devlet zirvesinin telefon konuşmaları, dehşetengiz paralar, dökülüp saçılan özel hayatlar, örgüt ve casusluk iddiaları. Hergün bir bomba. Ne olduk? Bomba haber arsızı! Peki, son haftanın havadislerine bakalım.
Buldozerle kazı yapan arkeolog
Sur içinde otel inşaatı için kazı yapılıyor. Roma İmparatorluğu’ndan kalma oymalı sütunlar filan çıkıyor. Şirket sahibi muhtemelen Bizanslılara küfrediyor. Tam beton dökülüp ‘ekonomik gelişime devam’ edilecekken, gözü kör olasıca gazeteciler durumu fark ediyor! Mis gibi devam edecek temel atma çalışmasına mecburen arkeologlar çağırılıyor. ‘Arkeologlar’ (burası şaka değil), kazı alanındaki diğer tarihi eserleri buldozer kepçesi yardımıyla arıyorlar! Zira şirket ve belediye ağır baskı yapmakta. Çünkü vakit nakittir ve günümüz Türkiyesi’nde, hiçbir şey bir inşaatın hızla bitmesinden daha önemli değildir! Tabii biz belgesellerde filan arkeologları taşların tozunu allık fırçasıyla filan süpürürken gördüğümüz için şaşırıyoruz. Zira buldozer kepçesi çok hassas bir alet değil. Nitekim, sütun başları ve kaideler ‘kazı’ sırasında tuzla buz oluyorlar. Eh, Bizanslı öngörülü olaydı, sütununu betondan yapaydı!
Yani spatulayı, fırçayı geçtim, kürek kullanmayı vakit kaybı gören arkeolog var memlekette. “Daldır abi kepçeyi, yığ kenara sütunları, aslanları, Afrodit heykellerini. Ağzı burnu kırık olanları hurdacıya veririz. Sağlam olanları dikip saat kulesi yaparız” diyen tipler bunlar herhalde. Komedi dizisinde yazsan arkeologlar ayağa kalkar ama bu adam gerçekten var! Şaşırdık mı? Yoo.
Bir iki gün önce, ülkenin eski Başbakanının evi kendisi odada uyurken soyuldu. Üç koruması varmış ama onlar “Yakın koruma oldukları için, şeyapmamışlar!” Tam ne demek istiyorlar anlamadım. Ama hikâye, acemi ve abartı seven bir senaristin elinden çıkma gibi saçma.
İzdivaç programında seri katil
Bu haberin konusu amca, ilk karısını ‘kendisine uymayan hal ve hareketlerinden dolayı’ öldürmüş. Sonra başka manita bulmuş. O kadın da ahlaksız çıkmış, parasını filan almış anlattığına göre. E amcam ne yapsın, manitayı da öldürmüş! Kısmetsiz adam yazık! Ve yeni bir kısmet ve/veya kurban bulmak için haklı olarak izdivaç programına katılmış. Bir görsen Sefer Amca’yı. Yan yana oturalım, “Hangisi seri katil” de, herkes beni gösterir. Öyle bir güler yüz, öyle bir babacanlık. İzdivaç programının sunucusu gerçekleri öğrendikçe ve “Ama Sefer Amca’cım, olur mu” filan dedikçe “Olmasa eyidi ama oldu, buna da şükür” diye gülümsüyor. Dexter halt etsin! Sonra da kendini anlatmak için diyor ki: “İftiradan yalandan çok korkarım!” Hassas da bir insan.