Yoksa ‘Tatilsel doz aşımı sendromu’ risk grubuna girersiniz! Bu illet bonzai kadar olmasa da tehlikeli bir uyuşturucudur!
24 Ağustos’u idrak etmekteyiz ki bir hafta sonrası ağustosun sonu, yani yaz tatilinin bitimi için psikolojik sınırdır!
Sakın karamsarlığa kapılmayın. Eğer yazlıkçıysanız tatilde doz aşımı sendromundan belki kılpayı kurtuldunuz demektir.
Malumunuz tatilciyle yazlıkçı arasında büyük fark vardır. Tatilci acele eder, yazlıkçı gevşektir. Tatilcinin güneşlenme günleri bir tarihle sona erer, yazlıkçının günleri havaların serinlemesiyle.
Eğer tatil süresinde belli bir sınırı aştıysanız, risk grubundasınız. Tatilsel doz aşımı sendromu bünyeye girmiş olabilir. Bu illet insanı tembelleştirir, bezginleştirir. Tatilin ikinci haftasının bitimiyle ince ince bünyeye sızmaya başlar ve hastalık olgunlaşınca aşağıdaki belirtilerle kendini gösterir:
- Tatilin başında enerji patlamasıyla yaptığınız ve hevesle beklediğiniz heyecan verici planların yavaştan angaryaya, yorucu ve beyhude çabalara dönüşmesi. Misal, her gün yarım saat yüzmek, arkadaş ziyaretleri, açık hava konserleri, gidilmesi görülmesi gereken yerler listesi ve özellikle doğa sporları!
Bir süre izledim, dinledim, okudum. Öyle saçmasapan detaylarda nasıl ve niye uzlaşamadıklarını anlatıyorlar ki, bir noktada tartışmalar kulağıma şöyle gelmeye başladı: Bla bla blo blo bla bla blop blop blop!
Son “blop blop blop” Cumhuriyet’in kurucu partisinin uzlaşılamayan detaylarda boğulma efektidir! Ve bir espri olmasına rağmen esasında çok acıdır. Zira benim de içinde olduğum on milyonlarca insan Türkiye’de siyaseten tam olarak temsil edilmemektedir!
Misal, geçen gün iki CHP’li arasında “Nurcuları seviyor musun, sevmiyor musun açık konuş?”, “Seven bizden değildir”, “Ne münasebet sevmeyen bizden değildir” gibi bir “bla bla” seyrettim! Allah aşkına bize ne? Nurcularla ilgili aşk romanı mı yazacaksınız? CHP bu konulardaki fikir ayrılığı yüzünden bölünecekse kolayca bin yedi yüz elli altı parçaya da bölünebilir.
KOKULU ÖPÜCÜK DEĞİL, İLKELER ÖNEMLİ
75 milyon benzemezden oluşan bir ülke burası. Benim ailemden üç ayrı partiye oy çıkıyor! Ülke yönetiminde sevgi, kin, gıcıklık, kokulu öpücükler filan yoktur ki. 75 milyon birbirinden nefret de etse, herkesi koruyan, eşitleyen ilkeler ve adalet vardır.
Bu evrensel ilkeleri benimseyip etkili şekilde uygulayacağına vatandaşı inandır, kazan! Ondan sonra ister Nurcuları seversin, ister Heavy Metal’cileri! Parti içinde bazıları filanca tarikattan nefret eder, bazısı tüm içki içenlere kıl olur! Demokrasiye inandıktan sonra şahsi fikrinden bize ne? Senin siyasetçi olarak görevin, bütün bu ayrı telden çalan insanların temsil edilmesini, eşitlik içinde, özgürce, kardeşçe yaşamasını sağlamak!Hop bak döndük nereye: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik! Tee Fransız İhtilali’nde ortaya çıkmış, dönem dönem altı farklı doldurulan, yenilenen, benim çok değerli bulduğum üç kavram. Selahattin Demirtaş aslında bu üç kavramı nar filan gibi kendi teşbihleriyle anlatıp oylarını ikiye katladı. “Kürtçülük” korkuları olmasa, Demirtaş’ın tüm ülkeyi kucaklayabileceğine gerçekten inanılsa, beşe de katlayabilirdi.
Meselenin “Birden ona kadar Nurcuları sevme skalası olsa, onları hangi rakam kadar seviyorsun” gibi saçma sorularla ilgisi yok.
‘Yalancı mantı’, ‘Kolay tiramisu’ gibi uyduruk geliyor kulağa. Hakikaten de diyet işlerini bilmem. Ama bu yazıdaki tavsiyelerimle bir çığır açacağımı ümit ediyorum. Açmazsam da kolumda altın bileziğim var kardeşim, dizi yazmaya devam ederim amaan n’olcak
İtiraf geliyor: Hayatım boyunca üç kilo fazlam oldu! Hatta bazen o üç kiloyu verdiğim zaman bile üç kilo fazlam oldu!
18 yaşından beri 57 ile 62 kilo arasında gidip geliyorum, ama hangi kiloda olursam olayım o üç kilo fazla bir yer bulup saklanıyor kardeşim! O kadar sinsi bir tip! Basenlere kaçıyor, yazın yüzüp orayı eritiyorsun sırta yerleşiyor! Göbek olmazsa gıdıya konuşlanıyor. Terörist gibi aylarca sessizce bekleyip bikiniyi giyince çat diye ortaya çıkıyor! Bazen kas kılığına giriyor, bazen ‘ödem’. Benden çok daha güçlü ve planlı! Yıllarca hiç muhatap olmadım. Spor sevmeyen insanım, yani terörle mücadele birimim yok gibi bir şey.
Zayıflığın dünyayı ele geçirdiği günler!
Ama bu yaz başı konuya bir el atayım dedim.
Nasıl kayıtsız kalabilirdim ki? Millet kamplara giriyor, Boğaz kıyısında hocalarla yürüyor. 22 yaşında, ailenin bıngıl çocuğunu oynayan erkek oyuncular nedense diyetisyenlere gidiyor. ‘Crossfit’, ‘TRX’ gibi, duyunca hiç anlamadığım, ayıp olmasın diye anlar gibi yapıp “Hı hı o çok iyiymiş efeet” diye mırıldandığım gizemli spor türleri çılgınca popüler oluyor.
Millet, özellikle de gösteri dünyası insanları, kafayı vücutlarıyla bozmuş! Bense bu yaşa geldim hâlâ masa başında oturup sabaha kadar tahin helvası yiyorum!
Öylesine bir boşluğa düşeriz milletçe!
Son yıllarda Türk siyaseti “Game of Thrones” dizisinden daha hareketli, sürprizli ve çatışmalı.
Daha seçim sonuçlarının fiskosunu yapamadan, yani “Game of Fiskos” bitmeden, yepyeni bir adrenalin patlaması yaşamaktayız .
Abdullah Gül “Partime dönüyorum” dedikten bir saat sonra, Hüseyin Çelik, AK Parti başkanı ve dolayısıyla başbakanımızın seçileceği kongrenin çok ama çok kritik tarihini açıkladı: 27 Ağustos!
Yani Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını devredeceği günden tam tamına 24 saat önce!
İLK BÖLÜM AKSİYON DOLU!Bu halde Gül, istifa etme veya cumhurbaşkanlığını erkenden devretme gibi “dev” bir hareket yapmadan, kongreye katılamıyor. Başka bir deyişle başbakan adayı olamıyor!
Hafızalarımız bir lepistes balığınınkiyle aynı seviyeye indi. Millet ve milleti yönetenler olarak adeta ‘yarın yokmuş gibi partiliyoruz’ ama ‘su gibi akan’ şampanya değil. Ne yazık ki bu tuhaf partide şuursuzca tükettiğimiz, doğal kaynaklar, istikrarlı dış ilişkiler, adalet duygusu ve bu halkın yüzlerce yıllık karşılıklı saygı, nezaket ve hoşgörüsü
Mimar Sinan’la ilgili birkaç yıldır internette dolaşan ilginç ve çarpıcı hikâyeyi bilenleriniz olabilir. Mimarın eseri olan camilerden birinin, geçmiş yıllardaki restorasyonu sırasında bir inşaat mühendisi ve ekibi bir sürprizle karşılaşır. Camideki kemerin kilit taşını yerinden çıkardıklarında, iki taşın birleşme noktasındaki silindir boşluktan bir cam şişe ve şişenin içinden dürülmüş beyaz bir kâğıt çıkar. Kâğıtta “Bu mesajı okuyan, dokuz kişiye yollasın ve bütün dilekler gerçekleşsin” filan yazmamaktadır tabii! Kâğıt, Mimar Sinan’ın yazdığı, gelecekte caminin restorasyonunu yapacaklar için bırakılmış bir mektuptur.
Aşağı yukarı şöyle demektedir: “Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Yapı teknikleri de değişeceğinden, işte bu mektubu ben size kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.” Kemer inşasının tekniğini ve hatta taşların Anadolu’nun hangi bölgesinden geldiğini anlatan detaylı mektup karşısında ekip taş olur! Hayır olmazlar tabii ama geçmişten gelen bu ‘bambaşka anlayış’ karşısında çok etkilenirler. Bu hikâyeyi okuyanların hissettiği hayret ve hayranlığı onlar da yaşar.
Yukarıda anlatılan, internette ararsanız başka detaylarını da bulabileceğiniz olayla ilgili kimisi şehir efsanesi diyor, kimiyse yazılı kanıtları kaybolmuş, 70’li yıllarda geçen gerçek bir hikâye.
Yarın aslında çok yakın
Mimar Sinan’ın eserleri ve dehası malum. Bence herkesi etkileyip duygulandıran mimarın teknik açıdan bugün bile çözülmesi zor olan teknik dehası değil. İş ciddiyeti, sorumluluğu ve en çok da yıllardır görmediğimiz, son dönemlerde iyice hasret kaldığımız ‘uzun vadeli düşünme’.
Bizim günlük para, iş, aşk sorunlarımız, hatta özgürlük taleplerimiz ve siyasetle ilgili endişeli hallerimiz bile bunların yanında neredeyse lüks problemler.
Topraklarımıza göç etmiş çaresiz Suriyelilere adam gibi bir hayat standardı ve daha önemlisi bir gelecek planı sağlamak zorundayız. Ne kadar kalacaklar, buralı mı olacaklar, öyleyse nerede yaşayacaklar, nasıl doyacaklar, çocukları okuyabilecek mi? Hakları ne? Yatıya misafirliğe mi geldiler? Bu ülkede evlatlık mı olacaklar, yoksa besleme hatta köle mi?Bu soruların cevapları önemli. Sadece zor durumda kalmış komşularımıza hissettiğimiz sevgi, acıma ve merhamet duyguları yüzünden değil. Bir, o insanların insan haklarından ötürü. Sağlık hizmetleri, iş, aş, barınma, eğitim, kim bakıyor bu işlere?
İki, bizim insan ve vatandaşlık haklarımız bunu gerektirdiğinden! Ahali vıdı vıdı etmeye başladı. Zaten işsizliğin diz boyu olduğu memlekette ucuz ve kayıtsız işgücü öfke yaratıyor. Bazı Suriyelilerin çarşılarında dükkân açıp vergi ödemediğinden, “Devlet tarafından özel muamele gördüklerinden” yakınan esnaf da çok kızgın. Bu yüzden bile eli sopalı kavgalar çıktı.
YAKLAŞIK BİR BUÇUK MİLYON MÜLTECİ!Güvenlik sorunları baş gösterdi. Fuhuş, hırsızlık, uyuşturucu gibi suçlara bulaşan çok Suriyeli göçmen var maalesef. Bunlar kötü insanlar değil, sadece çaresiz insanlar. Aç, evinden uzak, istikbal ümidi ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan biri, karın doyurmak için her yola başvurabilir.
Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Kahramanmaraş ve çevresine, zaten bir dokun bin ah dinle! Ama İstanbul’da da birçok semtte, dilenen, veya serseri mayın gibi, öfkeli tavırlarla dolaşan, etrafla dalaşan Suriyelilere rastlıyoruz. Yırtık plastik terliklerle veya yalınayak dolaşan, o denli yoksul gençler. Pek yakında, gelecek aylarda veya yıllarda neler olmasını bekliyoruz? Bu umutsuz ve her şeyden yoksun gençlerin doktor, mühendis çıkmasını, astronot olmasını mı? En korkuncu geliyor. Bu geleceksiz insanlar çevreyi daha çok tehdit etmeye başladıklarında, “mahalleli” ne yapacak? Eli armut mu toplayacak? Suriyelilerle Türkler arasında karşılıklı tacizler, yumruklaşmalar, polisiye haberler şimdiden kendini gösteriyor. Suriye’nin komşusu illerimizde her gün taşlı bıçaklı çatışmalar tüyler ürpertiyor. Ama korkarım bütün büyük şehirlerde “sokak savaşları” ve “çeteleşme” kapıda.
Nur topu gibi bir problemimiz oldu. Peki planımız ne?
Şok şok şok! Flaşşş!
Bülent Arınç son yıllarda ülkede büyük bir ahlaki çöküntü olduğundan şikâyet etmiş. Katılıyorum!
Rüşvet, kanun tanımazlık, adam kayırmacılık, yalan, komplo, şantaj, ayrımcılık, çevre katliamı ve kendisinin bahsettiği gibi kadın cinayetleri son yıllarda arttı. Sebebi, Arınç’ın söylediği gibi ‘birkaç özel televizyonun hazırladığı gençlik dizileri’ne bağlamak, bence bazı kanallara aba altından sopa göstermek için konuyu vesile etmek. Konuşmanın devamında Arınç, “Kadın iffetli olacak, herkesin içinde kahkaha atmayacak” dedi ve kıyamet koptu. Bu, yaşlı bir aile büyüğünden duyulsa gülümsetecek veya anlayışla karşılanacak bir cümle olabilirdi. Ama sözün sahibi Başbakan Yardımcısı. Elbette açıklama özel hayata müdahalenin zirvesi olarak algılandı.
Şahsi fikrim, memlekette birçok kurum çökmüş, kimsenin birbirine ve dünyada herhangi bir ülkeye güveni kalmamışken şu an bir kadının kahkaha atması iffetsizlik değil, olsa olsa “Ümit ışığı” olur! Ama Harry Potter’ın Hermione’sini bile galeyana getirecek kadar bir patırtıya da gerek yok. “Kahkaha atarız, özgürüz, şu bu...” Yahu tabii ki öyleyiz! Artık Cem Yılmaz’ın gösterilerine, komedi filmlerine giderken yanlarında içine gülmek için torba mı götürecek kadınlar? Evde misafirle ‘Yalan Dünya’ filan seyrederken her şakada odaya kaçıp kahkaha atıp geri mi dönecekler?
Kahkahanın yasaklanacağı en son ülke
Bu ülke oraları kaç yüzyıl önce aşmış geçmiş. İnsanların fıkralarla gevşediği, şakalaşarak dostluk kurduğu memlekette, Nasreddin Hoca ülkesinde, mizahın anavatanında ciddiye alınacak laf mı o? Ya Arınç aile içerisinde konuşur gibi coştu gitti, ya da AK Parti’nin gündem değiştirme veya farklı kesimlerden oy toplama stratejisi işbaşında. Saadet ve Hüda Partili muhafazakârların sempatisini kazanmak için söylenmiş olabilir mesela.
Ülke son yıllarda adeta yeniden yıkılıp yapılıyor. Eyvallah. Herkesin başını sokacağı bir ev lazım, doğrudur. Bu evin altyapısının düzgün, medeniyete yakışır olması lazım. O da kabul.
Ama artık milletin ve iktidarın övündüğü tek şey beton yapılar gibi gelmeye başlamadı mı size de? Hayır, eğer harika mimari eserler ve çok güzel şehirler meydana getiriyor olsaydık, belki kabullenilebilirdi. Ancak son yıllarda Zeugma Müzesi’nin de içinde olduğu birkaç yer dışında övünebileceğimiz tek yapı ortaya çıkmadı. İnşaat ve altyapı konusundaki bilgi ve zarafetimiz Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi’nin halinden belli!
Genellikle “büyük ve lüks” olmasıyla övünen, estetik değeri olmayan konut projeleri görüyoruz etrafta. Ne stili olduğu meçhul, kişiliği olmayan beton yapılar.Yerel mimari de çılgın bir hızla yok olmakta. Üç-beş kahraman vatandaş, belediye veya şirket ortaya çıkıp Karadeniz yayla evlerini, Ege’nin taş binalarını filan kurtarmaya uğraşıyor ama bunlar denizde birer kum tanesi.
Şunu bir düşünelim: Bu kadar inşaat şirketi ve müteahhide ihtiyacımız var mı acaba?
BETON BLOKLAR TOPRAĞI YERKEN
Bazı şehirlerde “kentsel dönüşüm” adı altında sağlam evlerin de yıkılıp yeniden yapıldığı iddia ediliyor. Zira bu dev sektöre iş gerekiyor! İnşaatların sağladığı istihdama diyeceğim yok elbette. Ama konu şurada geleceğimizi ilgilendirmeye başlıyor: Bize inşaat işçisinden çok tarım işçisi lazım! Köylüler son yıllarda yanlış tarım politikaları veya toprakların kirlenmesi yüzünden tarlalarını terk edip göç ediyorlar. Başka sektörlerde eğitimsiz ve çaresiz işçilere dönüşüyorlar. Soma’nın sebeplerinden biri de budur.
Tarım hızla yok oluyor bu memlekette! Birçok ürünü, buğdayı, samanı bile ithal etmeye başladık. Çokuluslu gıda ve tohum şirketleri midemizi ele geçiriyor! Yerli tohumlar yok oluyor. Son haftalarda okumuşsunuzdur, artık zeytinlikler bile tehlikede.