Mühendis olabilme ihtimalim açısından! Bir dahaki devlet ihalesinde ben de varım ve iddialıyım! Zira beton dökebilen birkaç usta tanıyorum. Sanırım tek gereken de bu
2011 Kış Olimpiyatları’nın büyük bir görkemle yapıldığı kayak kuleleri ve pisti, geçen gün iskambil kâğıdı gibi çöktü! Öyle görünüyor ki bu ‘muhteşem’ eser meydana getirilirken dört ufak teferruat atlanmış. Birincisi, seçilen yerin altından aktif fay hattı geçiyor olması. Ki mesela atlama kulelerinin ihalesini ben almış olsam, mizah yazarı olduğum halde, âdet üzere bir sorardım “Kardeş burası deprem açısından filan sağlamdır di mi” diye. Çünkü malumunuz, ev kiralarken bile deprem raporu soruyoruz.
İkinci küçük detay: Kuleler yapılırken çam ağaçları kesilmiş, bu da toprak kaymasına sebep olmuş. Şimdi tabii bunu tahmin edemezdim. Ah kim edebilirdi ki? Şirkete haksızlık yapmayın, ayıp etmeyin! Yalnız işte, TEMA Vakfı “Bu ağaçları kesmeyin sakın, keserseniz toprak kayması olur” diye firmayı uyarmış! Bendeniz, konuyla ilgili tüm cehaletime rağmen, en azından onları dinleyip bir ürperirdim diye düşünüyorum.
Sandviçe bile kürdan takılır yav!
Üç: Pistler beton kazıklarla sabitlenmemiş! Eğimli toprağın üzerine gelişigüzel, öyle krema gibi beton dökülmüş. Dediğim gibi, bir mühendislik eğitimim yok. Fakat en azından, özellikle meyilli alanda, herhangi bir yapının dikey kazıklar filan çakılıp desteklenerek yapıldığını biliyorum. Tabii kumdan kale yapmıyorsanız. Gerçi ‘kumdan kule’ yapılmış zaten. Arkadaş sandvice bile dağılmasın diye kürdan takılır, hiç aklınızdan geçmedi mi? İnsaf yav.
Şimdi geliyoruz dördüncü küççücük detaya: Eğimli, heyelan ve depreme meyilli, ve kazık kakılmamış arazinin tepesine, bir de dev gölet yapılmış. Sanırım çökmeyi hızlandıracak ağırlığı en üst noktadan verebilmek için! Muhtemelen projeyi kıskanan kötü niyetli birinin fikri!
Bu konuda Jeoloji Mühendisleri Odası “Kurumda çalışan bazı mühendislerin kaygılarına rağmen, idare ısrarla yapımı gerçekleştirmiştir” diyor. Tesis için ihaleyi alan ve yıkılan atlama kuleleriyle pisti yapan firmanın savunması şöyle: “Bizden istenilen proje neyse, onu hayata geçirdik!”
Adam Başbakan’ın hayranı olduğu için gider, soru sormaya gider, daveti reddetmek kabalık olacağından gider, korktuğundan gider, çıkar peşinde olduğundan gider veya belki katkı sağlayacağını umduğundan gider. Bize ne?
Başbakan davete gelen sanatçılara Twitter’dan hakaret edenlere kızmış. Haklı. Ve sanatçılara hitaben şöyle demiş: “Hiç çekinmeyin, tedirgin olmayın. Bize oy verip vermemek ayrı bir konu, ama bir toplumun sanatçısına, kendisi gibi düşünmüyor diye hakaret edenler nasipsizdir!” Alkışlıyorum! İşte Gezi’nin ilk gününden beri duymayı hasretle beklediğimiz sözler! Sanırım bu bütün sanatçılar için geçerli değil mi? Hatta artık Memet Ali Alabora da gönül rahatlığıyla ülkeye dönebilir mi?
Naiflik ve saflık içinde ummak istiyorum ki, bu cümle sadece toplantıya katılanlar için değildir ve Erdoğan’ın ülkenin tüm sanatçılarına, hatta vatandaşlarına bakışıyla ilgili yeni bir başlangıçtır.
Bence AK Parti’nin kendisine sorması gereken soru şudur: Dört buçuk yılda ne oldu da bu noktaya geldik?
AÇILIM KAHVALTISINDAN BUGÜNE...
Hangi dört buçuk yıl? Mart 2010’dan, yani Dolmabahçe’de medya, yazarlar, müzisyenler ve sanatçılarla “Açılım” konulu kahvaltıların yapıldığı zamandan bugüne. Hatırlayacaksınız. E, “Hepimiz oradaydık be”! Demek hiçbirimiz önyargılı değildik ki kalktık gittik yav. Ben dahil, tereddütsüz, bir katkımız olur diye ümitle davete katıldık. Komedyenlerden aktörlere, yönetmenlerden şarkıcılara, yazarlardan gazetecilere, hakikaten alanında A takımı içinde olan bütün isimler oradaydı. Ülkenin harbiden “önde gelen sanatçıları” diyebileceğimiz yüzlerce kişi.
Gittik, dinledik, soru sorduk, tartıştık, döndük. O günlerde kimse de hiçbirimize “Vay niye gittiniz?” demedi. Çünkü 2010 başlarında da AK Parti’nin eleştirdiğimiz yönleri, kafamıza uymayan tarafları vardı ama bugünkü negatif duygudan ve kutuplaşmadan eser yoktu!
Kutuplaştırmakla, yaşam tarzları arası düşmanlık yaratmakla suçlanan, bu konularda eleştiri alan bir hükümet, üzerine tüy dikmek için ne yapabilirdi? Olsa olsa, dalı, barışın sembolü olan zeytini ülkeden silecek bir kanun çıkarabilirdi!
Allah aşkına bu kimin fikri? Hangi dâhinin? Veya AK Parti’nin içinde partiye zarar vermek isteyen bir hain filan mı var?
Yeryüzündeki muhtemelen en mükemmel gıda, şansımıza bakın ki Türkiye’de bol bol yetişiyor. Hem enerji veren, hem tadı güzel, yağı hem yara iyileştiren, hem antibiyotik, hem güzellik için cilde sürülen, zahmetsiz yetişen bir meyve! Gıda-ilaç-kozmetik bir arada. Çok amaçlı! Bilimadamları sabahlara kadar çalışsın bakalım. Yerine koyacak bir şey bulsunlar da görelim.
Zeytin ve zeytinyağı, Allah’ın bu topraklara bir lütfudur. Memlekette bol ve ucuz olması bize doğanın bir kıyağıdır. Çoğu ülkede yetişmez ve pahalıdır. Dünyada tıbbın uyanmasıyla gittikçe daha popüler ve değerli olmaktadır. Petrol gibi tükenmez, sonsuza kadar insanoğluna gıda ve şifa olabilir.
Bizim zeytinyağlarını İtalyanlar satın alıp İtalyanca etiketleyip çılgın paralara dünyaya satarken, bizim değerli yöneticilerimiz zeytinliklerin ölüm fermanını imzalamak üzere!
Çizerim kendimi zeytin gibi
“25 dönümün altındaki zeytinlik araziler, artık madencilik-enerji gibi sektörler için istenildiği gibi sökülebilecek” diyor çıkması istenen ölüm fermanı, pardon ‘yasa’. 25 dönümün üstünde zeytinlik pek yok ki zaten arkadaş?
“Ekmel”, iki haftadır 75 milyonun malumu: Arkadaşlarının Ekmeleddin İhsanoğlu’na hitap tarzı.
“Mon cher ami” ise Fransızca “Benim sevgili dostum”, “Benim aziz dostum” demek. Yani “Mon şer” dediğinizde, tüm dünyada, Selahattin Çakaler’in ahbaplarına dediği gibi “Benim canım”, hatta “Tatlım, sevdiceğim” anlamına gelir.
Başbakan’ın İhsanoğlu hakkında söylediklerini (“..Bunlar monşer, monşerlerin bu tür şeylerle işi olmaz”) düz çeviri yaptığımızda: “Cumhurbaşkanının yolla viyadükle işi olmaz mı? Bunlar benim canlarım, benim canlarımın bu tür şeylerle işi olmaz” dediği bir tablo ortaya çıkıyor!
Gülmeyin! Türkçesi zayıf ve çaylak bir yabancı gazeteci konuşmayı böyle çevirebilirdi! Hatta bu “canım cicim”liğin temelini eski AK Parti-İhsanoğlu dostluğuna, veya Erdoğan’ın nezaketine bağlayabilirdi.
BUNLAR SADIKİ İL AZİZ!
Oysa
“Yedikleriniz sizi hasta ediyor ve ne yemeniz gerektiğini söyleyen kurumlar çok tehlikeli tavsiyelerle sağlığınızla oynuyor!” Bunu ben demiyorum. Amerikalı kardiyolog Dr. William Davis diyor. Son birkaç yıldır tıbbın vardığı zayıflama ve sağlıklı yaşama tavsiyesi şu: “Özellikle buğdayı ama genel olarak tüm tahılları bırakın! Göbek yapan onlar. Damar tıkayan onlar. Hatta sizi uykulu, bezgin, sinirli yapan, romatizmadan hassas bağırsak sendromuna, çölyaktan diyabete birçok belayla tanıştıran da onlar.” Şu an yeni bir edisyonu çıkan ‘Buğday Göbeği’, buğday hiç ekilmeseydi daha iyi olurdu fikrini savunan ve çok satanlar listesinde hep ilk sıralarda yer alan bir kitap. “Avcılık ve toplayıcılık neyimize yetmiyordu? Tarımla birlikte insanoğluna bir miskinlik ve bir sürü hastalık geldi” diyor Dr. Davis. Zaten son 50 yıldır yemekte olduğumuz buğdayın o eski buğdayla hiç alakası olmadığını, genetiğinin değiştirildiğini ve her kötülüğün anası olduğunu anlatıyor. Bütün bunları bilimsel araştırmalar ve sayılarla da kanıtlıyor.
Piramit gibi piramit
Oruçla ilgili bir bölüm de var. Ramazandayken paylaşayım: “Sahurda ekmek, börek, makarna yerine et, balık, tavuk, sebze, fındık fıstık ve her tür sağlıklı yağ tüketirseniz oruç rahat geçer, aç olduğunuzu hissetmezsiniz bile” diyor kitap. Ben çocukken annelerin birbirine verdiği zayıflama tavsiyesi “Ekmek, pilav, makarnayı kes; hemen incelirsin şekerim”di. 90’ların sonunda Amerika’ya geldiğimdeyse tuhaf bir ‘sağlıklı beslenme piramidi’ ile karşılaştım. Her duvarda asılıydı. En altta en çok tüketilmesi gereken gıdalar olarak ‘tahıllar ve baklagiller’ yazıyordu. Ekmek, makarna, mısır resmi falan vardı. Et çok az yenmeliydi. Piramidin en tepesindeyse, yani 40 yılda bir alınacak ‘zehir niteliğinde’ besinler olarak ‘yağlar’ yazıyordu! Piramidin adeta tam tersini uygulayan, zeytinyağını içen, et ve balığa dadanan, ekmek ve baklagilleri sevmeyen biri olarak suçluluk hissetmiştim!
Meğer şöyle olmuş: Dönemin gıda şirketleri ve buğday üretim fazlasını fark eden hükümet, bilimsel kurumları etki altına alıp Amerikalılara “Böyle beslenin, en güzeli bu” tavsiyesini vermiş! Ancaaaak... Bilim bir şaka değildir! Bu ‘sağlıklı’ beslenme piramidinden birkaç yıl sonra Amerika’da obezite salgını ve diyabet patlaması yaşanmış. Yani 2014 yılında hoop döndük mü bizim annelerin rejim tavsiyesine!
Olmaya devlet mutfakta
Demek her şeyden önce bilimin bağımsız ve elbette tarafsız olması lazım! Bilimsel kurumların, devletin, hükümetin emrinde olmaması lazım! En azından gerektiğinde “Devlet yalancı, yediğiniz ekmek sizi hasta ediyor” gibi acı gerçeklerin söylenebilmesi, bunları söyleyebilen bilim insanlarının nefes alabileceği bir atmosfer lazım. Yoksa korkunç tarihi hatalar ortaya çıkabiliyor! Sırıtacak bir şey yok, Amerika’dan bahsediyorum yav! Ne alakası var bunun bakanların televizyonda radyasyonlu çay içmesiyle şimdi? Niye lafı oralara getiriyorsunuz?
Esasen biz ilim Çin’de olsa gidip bulmayı arzu eden bir milletiz. Yalnız niyetimiz o olsa da bilim maalesef genelde Çin’den bile daha uzak oluyor!
Burası Orlando. Yoktan turizm beldesi var etmişler, bu da bize kapak olsun. Ben niye Orlando’ya geldim? Nasıl ikna oldum? İşte ‘turizm’ bu kapağın altındadır!
Birkaç gündür Orlando’dayım. Buradan tüm Orlandolulara şöyle seslenmek istiyorum: “N’apıyorsunuz yav? Gidin başka yerde yaşayın!” Zira ben böyle pis hava görmedim. Gece gündüz, nefes alınmayacak kadar sıcak ve nemli. Nemli derken, öyle ‘Antalya tarzı nemli’ filan değil arkadaşlar. Havuz, havadan daha kuru, öyle ifade edeyim! “Azıcık sokağa çıkayım” diyorsunuz, üçüncü dakikada birisi sizi gırtlaklıyor gibi hissediyorsunuz. Bodrum’un kuru sıcağına, Çeşme’nin rüzgârına, dönüşte ne yalakalıklar yapacağım bilemezsiniz. Orlando’da tam sıcak ve nemden “İmdaaat” diye bağırmak üzere olduğunuzda, aniden öyle bir şimşek çakıyor ki yerinizden zıplatıyor. Arkası korkutucu bir fırtına ve hayatımda gördüğüm en okkalı yağmur! Her gün böyle! Burada yılın dört-beş ayı, her gün sıcak ve nemden boğulma, olmadı yıldırım çarpmasıyla hastanelik olma imkânı var.
Bugün havuz başında ‘sıcaktan ölmemeye çalışarak bronzlaşma’ girişimim sırasında bir dakika içinde hava döndü, feci bir fırtına çıktı. Üzerimde mayoyla 100 metre ilerideki eve koştururken, çakan şimşeğin gürültüsünden zıplayıp “Allaah” diye bağırmışım. Bir not düşeyim. Ortamımız, ‘Umutsuz Ev Kadınları’ veya ‘Truman Şov’ tadında. Pastel renklerde, birbirine benzeyen, önünde düzenli kesilmiş çimleri olan villalar ve ortada bir araba yolu. Yani her an, kahramanımız evlerin birinden köpeğiyle çıkıp kapıdan gazetesini alır, bir yandan da monoton hayatından sıkılırken, ın ın ııın, bomba bir olayla karşılaşabilir ve hikâye başlayabilir! Bugünün bomba olayı mahalleden telaşla geçen mayolu bir kadının gökyüzüne bakarak “Allaah” diye bağırması oldu! Hikâye çok ilginç devam etmedi gerçi. Kendisi kafasına yıldırım düşmesinden korkan bir Türk çıktı! Ve herhangi bir konuda panik yaşayan her Türk gibi elbette hemen gidip birkaç paket makarna aldı!
Felaket varsa makarna al!
Ne gülüyorsunuz? Ben ne bileyim her gün fırtına olduğunu. Dedim hortum mortum çıkar da “Eve kapanın” derlerse, aç kalmayalım. Malum siyasi kriz, deprem, hortum, savaş, her tür felaket ihtimali için iki çözümümüz vardır: 1) Makarna al! 2) Dolar al!
Ne yazık ki turizm için iki bile değil tek çözümümüz var: Beton otel yap! Kertenkelelerin bile Kanada’ya yerleşmek istedikleri cehennem iklimli Orlando’ya yılda 57 milyon turist geliyor! Beş milyona yakını yabancılar. İstanbul ise yabancı turist sayısında bu sene 10 milyona varmayı hedefliyor! Yani bu hiçbir numarası olmayan, bunaltıcı yere İstanbul’un yarısı kadar yabancı turist geliyor. Sebep? Walt Disney Dünyası, Epcot Center, Universal Stüdyoları gibi çekim merkezleri. Herhangi bir doğal veya tarihi değer yok. Hayal dünyası ve teknolojinin el ele vermesiyle yoktan turistik belde var edilmiş. New York’tan buraya üç saat uçtum. Niye? Büyük akvaryumlardaki egzotik balıkları, film stüdyolarını görmek, elektrikli arabayla yapay bir Afrika ormanında gezmek, muhtemelen içinde Meksika asıllı bir garibanın olduğu dev Miki Fare’yle resim çektirmek için! Eğlenmek için, “Ben de gittim gördüm” demek için. Fotoğraf çektirmek, anı biriktirmek için. Ne bileyim. Turizm için işte.
Yedi - sekiz yıl önce Konya’daki Mevlana Müzesi’ne gittik. Dünyayı sarsan, üzerine kitaplar yazılan, her yabancının Türkiye deyince merak ettiği üç şeyden biri olan Mevleviliğin doğduğu yerde anlatıcı bir rehber, kitapçık, kulaklıkla bilgi sistemi, hediyelik eşya dükkânı, hiçbir şey yoktu. Hatta eserlerin altında yazılı açıklamalar bile eksikti. Yaşlı bekçiyi yakalayıp “Bu nedir, şu nedir” diye sormak zorunda kaldık! Bir süre sonra “Burada tekim, kusura bakmayın” deyip işine döndü. Aynı zamanda temizliği de yapıyormuş!
Orlando’da Osmanlı Parkı olsa...
Takip edebildiğim kadarıyla Ekmeleddin İhsanoğlu’yla ilgili, şimdiye kadar söylenen veya ima edilen “işkilli cümleler” bunlar. Ben “Sabetayist” ve “İllüminati”yi de bekliyorum, eli kulağındadır. İhsanoğlu hazırlıklı olsun. Şarkıcılar ve dizi oyuncuları hakkında bile bunlar söyleniyorsa, koskoca cumhurbaşkanı adayı olmuş, “Seri katil” denmediğine dua etsin! Bizim memlekette birisi bir yerlere geliyorsa “illa vardır bir gizli ve tekinsiz sebebi”. Kimse yeterince çalışmadığını, yeterince eğitimli, zeki veya yetenekli olmadığını düşünmez. “Ondaki torpiller ve özel bağlantılar bende yok, ondan bir şey olamadım” der. Bu topraklarda selden, depremden bile bir komplo teorisi üretilir, Amerika parmağı filan olduğu iddia edilir. Her olayda öküz altında buzağı aranır. Ahalinin suçu yoktur aslında. Zira o kadar çok kez öküzün altından buzağı çıktığını görmüştür ki!
SON TAHLİLDE DARBE KİME YAPILDI?
Örneğin, son birkaç yılda, “askerin Türk demokrasisine darbe yaptığı”, “yargının demokrasi kahramanı olduğu”, “hükümetin yolsuzlukla savaştığı”, “hükümetin yolsuzluk yaptığı”, “yargının dürüstlük timsali olduğu”, “yargının hükümet ve askere darbe yaptığı” iddialarının hepsi, “Gerçek, yalnızca gerçek ve tüm gerçek” olarak bize sunulmadı mı? Bazen birbirine zıt fikirler, aynı insanlar tarafından bir hafta arayla ateşli ateşli savunulmadı mı? Gezi olayları sırasında, bu işin arkasında “Zello”, “Faiz lobisi”, “Otpor örgütü”, “Almanya”, şu bu (galiba en son Esad ve IŞİD de dendi) olduğu, iddia edilmedi mi? Böyle ilginç teoriler öne süren ve bizim bilemeyeceğimiz çok gizli şeyleri bildiklerini söyleyen ekip, sonra “paralel yapı” hakkında “Meğer çok yanılmışız, kandırılmışız, fark etmedik” demedi mi? Peki. Öyleyse de, değilse de, vaziyet iki ihtimalde de çok fena değil mi?! Bu ülkede başbakanın odasına yakın koruması tarafından böcek yerleştirildiği ortaya çıktıysa, kafası karman çorman sade vatandaşın kendini güvende hissetmesi için bir sebep var mıdır? Casusluk filmine dönen Türkiye’de, bu noktadan sonra benim penguenler tarafından büyütülmüş olmama bile inananlar çıkmaz mı? Ve darbenin teşebbüsü şusu busu değil, hası, aslında böylece sana bana hepimize yapılmamış mıdır?
TEK GÜVENİLİR KURUM: SEDA!
Acaba biz ne zaman Batı’nın iyi taraflarını alıp ‘kullanıcı dostu’ şehirler ve deli sanatçılar-sakin siyasetçiler denklemini (tam tersini değil) benimseyeceğiz?
New York’tan sevgiler.... Bu pazar kısa izlenimler yazmak istiyorum. Tam yurtdışına gitmiş Türk zihniyetindeyim zira. “Bunlarda böyle, halbuki bizde ohoo...” kalıbında cümleler okuyacaksınız.
New York bize sayfiye kalır