Böylece klasik sayılabilecek bir şaka, yani “Kedidir kedi”, ilk defa bu kadar büyük çaplı ve dramatik bir olayı açıklamak için kullanılmış oldu. Bakanımız, açıklamanın öncesinde “Espri yapmıyorum” dediği için, durumun gerçekten yaşandığını kabul ediyoruz, eyvallah. Ama, şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Ben şimdi ne iş yapacağım arkadaş?! Ülkenin en kritik seçimlerinden birinde, oylar sayılırken elektrik kesilirse ve Bakan “Trafoya kedi girdi” şeklinde açıklarsa, mizahçı ne yazsın artık? Ben bir noktada tıkanırım sevgili okuyucum. Bu kadar uçamam.
İnanın kasıt arıyorum! Ülkede olan biten her şeyin ardında komplo ve manipülasyon iddiası varsa, ben de burada kendime karşı art niyet bulurum! Bence bu olay, genelde muhalifler diye mizahçılara yapılmış bir komplo! Hükümet, hayatın kendisini mizah haline getirdi ki, mizahçılar işsiz kalsın, hepimiz acımızdan ölelim.
Tabii. Kesin vardır bu kedinin arkasında bize karşı birileri!
İktidar her şeyin bambaşka planlar için yapıldığını, üstün akıllar, dev oyunlar ve sinsi komplolar olduğunu söylüyor. Muhalefet ne diyor? “Her şey hile, manipülasyon, gizli plan, entrika, komplo.” Komploların en gerisinde kim var? Rivayet muhtelif. Seçenekler, Suriye, Amerika, İsrail, Almanya, Pensilvanya diye çoğaltılabilir.
Bu kedinin soğukkanlı ve zamanlaması manidar eyleminin bir tesadüf olduğuna inanmamı beklemiyorsunuz herhalde? Mizahçıları bitirme planı dışında farklı teorilerim de var:
1-Söz konusu kedi, trafoya iktidarın talimatıyla girmiş olabilir, ki ortalık kararsın, seçime hile karışsın. 2- Hükümetin üzerinde bir şüphe bulutu olsun diye paralel yapı tarafından yetiştirilip montajlanmış demonte bir kedi de olabilir. 3- Kedi belki Gezi’de gazdan mahvolmuş bir muhaliftir (ki Cihangir’deki kedi bolluğundan bu teori tutar bence!) ve her yerde yaşanan elektrik kesintilerine dikkat çekmek için böyle sembolik bir eylem gerçekleştirmiştir! 4- Kürtleri komplo teorilerimin dışında bırakmak istemem. İlla konuya bir yerinden dahil olmuşlardır. Kedi, barış süreci yeterince hızlı ilerlemiyor gibi bir şikâyetle, trafoya protesto amaçlı girmiş olabilir. Van kedisiyse bu ihtimal güçlenebilir.İklim böyle, ben ne yapayım? Şu an birçok şehirdeki oylar hâlâ tekrar sayılmakta. “Torbalar kaçırıldı, Suriyeliler oy verdi, oylar yakıldı, çöpten pusulalar çıktı” diye bağıranlarla, “Seçim öncesi bize komplo hazırlandı, iftira atıldı, montaj yapıldı” diye bağıranlar stereo halde o kadar gürültü yapıyorlar ki, sıkıldım ha. Yetti gari. Huniye iki haftam var!
Ben size bir şey söyleyeyim mi, elektrik kesildi, oylar çalındı filan deniyor ya, gariban kediyi zan altında bırakmayalım! Nişantaşı’nda haftada ortalama üç gece elektrik kesiliyor! Ve normal bir ülke olsak zaten şu an sorunumuz bu olurdu! “Niye adam gibi servis vermiyorlar, bundan şirket mi sorumlu Enerji Bakanlığı mı” diye dırdırlanırdı normal ülkenin halkı. Ama ikide bir söylenen “normalleşme” kelimesine rağmen hiç normal bir halimiz kalmadı. Elektrik kesildiğinde “Bunu kim niye yapıyor, arkasında hangi güçler var, kime yaradı ve o işine yarayanlar kimle işbirliği içerisinde” diye şüphelenip, zaten yasaklanmış “Twitter’a mivittır’a” şüphelerini yazan tipler olduk!
Ülkede korku, yasaklar ve paranoya zirve yapmışken siyasi hiciv yazmanın hiç sırası değilmiş, bu köşede astrolojiye yoğunlaşsaymışım daha akıllıca olacakmış, bu da iki!
Siz de kâbus görüyor musunuz bu ara? Telefonlarda konuşurken eşinizi dostunuzu susturup “Sus sus, şimdi telefonda öyle laflar etme” diyor musunuz? Evinde dinleme cihazı arayan ahbaplarınız var mı? Komşusundan, akrabasından, eve gelen elektrikçiden, muhasebecisinden işkillenip siyasi eğilimini, kimlerle sık sık görüştüğünü öğrenmeye çalışan paranoyak dostlarınız var mı? Ülkede illa herkesin ‘bişeyci’, ‘birilerinden’, ‘bilmemkimlerin adamı’ olma, daha da beteri, öyle sanılma ihtimali uyku kaçırmıyor mu?
Çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım, korku cümleleri var. Rengârenk ve sirk gibi eğlenceli pazarıyla, okuldan çıkıp koştuğumuz Abbasağa Parkı’yla, 70’lerin Beşiktaş’ını, yazları bisiklet üstünde geçirdiğimiz güneşli Florya’yı bulut gelmiş gibi karartan cümleler: “Siyasete bulaşma. Yerin kulağı vardır, aman. Allah korusun, susun oturun. Bir duyan olur. Zamanlar kötü...” Büyükler birbirlerine ve özellikle gençlere söylerdi bunları. Aniden bir sessizlik olur, herkesin gözü dalar, keyfi kaçardı.
“Yolda biri seni durdurup ‘Sağcı mısın solcu musun?’ derse sakın cevap verme, bilmiyorum öyle şeyleri deyip yürü” diye tenbih edilir mi 7 yaşında çocuğa? Bize bunlar tenbih edilirdi.
Ne acı. Çocukluğumun o karanlık cümleleri hortladı. “Whatsapp da dinleniyormuş” diye panik yaptı geçen gün bir arkadaşım. “Yahu üç-beş seviyesiz şaka dışında ne var ki?” dedim. “Öyle deme, montaj filan yapıp başka cümleler yazarlar, başım belaya girer, zaten bizi sevmiyorlar” diye yakındı. “Bir, sevmeyen kim? İki, biz kimiz ki sevsinler-sevmesinler, herhangi bir his beslemiyorlardır bence” dedim. Ama arkadaşım grubu sildi ve çıktı!
Durumlar karışık, sistem allak bullak, bürokrasi yorgun, hukuk haşat, memleketin omurgası eğildi adeta. Bir savaşımız eksikti bu günlerde, o da oluyor galiba, hey maşallah!
Bedenim, vatanseverlikten midir nedir, ülkeyle empati yaptı bu hafta.Omurga cortladı önce. Yazar hastalığıdır boyun sakatlıkları. Hergün saatlerce bazen iki gün hiç kalkmadan bilgisayar başında oturduğumdan, senede bir geleneksel olarak boyun tutulma şenlikleri gerçekleşir bende.
Boyun için aldığım ilaçlar da mideyi haşat etti. E tabii, aynı ülke gibi, çalışan bir sistemde, bozuk bir birim tüm sistemi aksatır! Üzerine bir de dış mihraklı virüsler saldırınca, angajman kurallarına göre ıhlamur ve soğuk algınlığı ilaçlarıyla misliyle saldırı emrini de verdim!
Doktorlarım da vücudumla el ele verip, aynı ülkedeki gibi seçim yasakları getirdiler bana! Ama siyasi değil.
Diyorlar ki o çalışma masasında otorumayı seçmek yasak, şu yemek masasında otur.
O bilgisayar faresini saatlerce tutmayı seçme, git kedi sev.
O iş toplantısına gitmeyi seçme, bu arkadaş toplantısına git.
Herkes Başbakanımın aleyhinde konuşuyor ve bu acayip moralimi bozuyor! Neyin peşindesiniz abi?
Mesela, nedir bu Twitter kapandı diye bir bardak suda fırtına koparmak? O kadar viyadükler, AVM’ler açılmış, twitter kapansa n’olcak? “Boğaz’da Özge’lerle kahvaltı keyfi” yazamadınız da dünya mı yıkıldı? Hadi bunları bırak ama sosyal medyada siyasetti şu bu ‘mahzurlu’ konularda yazışanlardan zaten feci şüpheleniyorum! Anarşik tipler midirler nedirler? “Haberleşemiyoruz, fikir paylaşamıyoruz, özgürlük ve iletişim bitti” bir gürültü, bir patırtı. “Medya yandaş. Fikirlerimizi ifade edebileceğimiz platformlar birbir gidiyor. Sosyal medya gitti, muhalif siteler de kapatılacakmış” diye bir yaygara kopuyor. Bakın canım, şu soruyu bir düşünün: Sizin kendinize ait fikriniz olması şart mı? Başbakan hepimiz adına düşünüyor zaten?! Her gün, en orijinalinden, en radikalinden yepyeni fikirler üretiyor! “Twitter’ın filan kökünü kazıyacağım” dedi mesela! Sizin aklınıza gelir miydi böyle çılgınca bir şey? Bugün dünyada bu cümleyi hangi lider çat diye söyleyebilir! Kıymetini bilin.
Bence abuk sabuk, ‘kafanıza göre’ fikir üretmeyin. Açın, günün herhangi bir saati gelişigüzel bir kanalı, liderimizin fikirlerini dinleyip şiar edinin, bitti! Müstakil fikir bulacağım da yayacağım diye ne kendini paralıyorsun kardeşim? Başbakanım her şeyin en güzelini en iyisini bilir, sen kendi çapında ne düşüneceksin de onun fikirlerinin üzerine çıkabileceksin? Faiz lobisinden telekineziye, AK Parti bu kavramlarla bizi tanıştırmasa, birinizin aklına gelir miydi?
“Onu kapattı, bunu kapattı, yakında memleketi de kapatıp gideceğiz” filan, böyle laflar dönüyor. Amaaan. Twitter’ı kapattı iyi oldu. Benim zaten başım hoş değildi. Arada, Yalan Dünya’nın yayımlandığı akşamlar SBT’nin ölçtüğü anlık reytingleri görmek için girip bakıyordum. Ama ona da gerek kalmadı, zira SBT’nin reyting ölçmesi de RTÜK tarafından 21 Mart itibariyle yasaklandı! Artık reytingler de sadece Türkiye İstatistik Kurumu’nun belirlediği örneklem üzerinden ölçülecek. Yani ölçülecek kişileri artık sadece ve sadece TÜİK belirleyecek! Böylece, Twitter’ın kapandığı gecenin ertesi günü, SBT’nin reyting ölçümleri de kapanmış oldu.
(Twitter kapatılınca internet kullanıcıları pekçok esprili caps üretti. ‘İnterneti kesme düğmesi’ de onlardan biriydi. )
AKM kapandı ama niye kapandı?
Kapatır. Ülke onun değil mi abi? Benim Başbakanım neyi kapatıp neyi açacağını sizden mi öğrenecek? Bence yakında Facebook ve YouTube’u da kapatır. Bakınız buna ‘zaman yönetimi’ diyoruz. Adam teker teker ona buna dava açıp, gençleri evinden toplatıp, ifade verdirtip, içeri attırıp bir sürü bürokrasiye vakit ve milli servet harcayacağına, sosyal medyayı toptan kapatıyor, bitti. Pratik!
Karşısına farklı siyasi görüşlerden gençler getirmişler. Ve hepsinin birçok yerli yerinde, bir miktarsa pek yersiz soruları var. Hele Antikapitalist Müslümanlar’dan Yasin isimli bir arkadaş katılmış, çok tatlı, ama içinde yaşadığımız sistemdeki ekonomik, sosyal, kültürel, aşağı yukarı her şeye karşı! Kılıçdaroğlu’na “Hadi, peki buna ne diyeceksin” tonlamasıyla soru soruyor, cevabı bile dinlemeden “Ya bırak allasen, zaten her şey yanlış şu dünyada, geç bunlarııee” tarzında bir bakış atıyor. Bir an telefon açıp “Evladım bir büyüğüne soru soruyorsan cevabı dinlemeyi öğren” diyesim geldi artık! Öylesine sert, sansürsüz, yaldır yaldır diyebileceğimiz bir muhalefet yaptı gençler. Kılıçdaroğlu’nda da bir sabır, bir sakinlik! Hiç beğenmedim! Ne o öyle? Muhtemelen karşısındakiler gazeteci değil diye alttan aldı, yoksa siyasetçi dediğin, yürüdü mü yer titrer, baktı mı sen titrersin! Adrenalini sevmeyen karşısına oturamaz, kalbi zayıf olan röportaj yapamaz. Misal Başbakanım öyledir, değil mi efendim!
İşte ben, gençlerin sorularını filan değil, harbi profesyonel gazeteciliği, Şirin Payzın’ın programından birkaç gün önce ATV-A Haber ortak canlı yayınında seyrettim! Başbakan’ın karşısında dört gazeteci vardı ve hakikaten terleten bir röportajdı. Başbakan’a soru sorarken, hepsi nasıl terlemek nasıl terlemek!
‘BAŞBAKANIM, KESİN BİRİNİN ADAMIYIM, AMA KİMİN?’
Çünkü malumunuz Başbakan’a soru yöneltmek kolay değil! Asabi olabilen bir insan. Sevmediği soru sorulunca “Sen kimin adamısın” diye karşı soru çakabiliyor! Bir de öyle bir otorite ve sertlikle soruyor ki bunu, bir an “Harbiden kimin adamıyım acaba yav?” diye düşünebilir, hatta “Vallahi kesin birinin adamıyım, derhal bulup çıkaracağım Sayın Başbakanım” diye itiraf bile edebilirsin!
Yani, gazetecilik mangal gibi yürek ister. İşte o akşam, her şeye rağmen, o acar gazetecilerin Erdoğan’a, adeta deli cesaretiyle, sert soruları ardı ardına sıraladıklarını ibretle izledim! Özellikle final sorusunda, tansiyon öyle zirveye çıktı ki, artık televizyona bakamamışım, ellerimle gözlerimi kapatmışım arıza çıkacak diye: “Başbakanım, yoğun miting trafiğinde enerjinizi nasıl koruyorsunuz, bal yiyor musunuz?” diye sordu ünlü bir gazeteci. İnanın aynı soru aklıma gelmişti! Bu dönem en çok merak ettiğim şey, Başbakan’ın bal yiyip yemediği! Ben olsam, eh serde biraz çıkıntılık var, acık daha cesaret toplayıp, “Petek mi süzme mi efendim?” der, atlatma haberi manşetten çakardım!
Ki hedefim de bir gün böyle sorusunu, sakınmayan bir gazeteci olmak! 19 yaşında muhabirliğe başladım ben. Olay 5N1K’dır! “Ne? Ne zaman? Nerede? Nasıl? Neden? Kim?”! Lime lime edeceksin Başbakan’ı sorularınla: “Bal mı yediniz? Ne zaman yediniz, kahvaltıda mı? Nerede yediniz, Karadeniz yaylalarında mı? Nasıl yediniz, ekmeğin üzerine sürüp mü? Kiminle yediniz, ailecek mi, partiden arkadaşlarla mı?” Gazetecilik budur! Pulitzer ödülünün sırrı budur!
ACAR GAZETECİNİN AMANSIZ SORULARI!
Madem Hürriyet’te bir köşe sahibi oldum, artık Başbakanımın mitinglerini takip etmek isterim! Hem ülkeyi gezmiş olurum, hem de farklı şehirlerden vatandaşlarla tanışma imkânı bulurum. Örneğin İzmir mitinginde bol bol Ankaralı, Kayserili, Manisalı olduğu söyleniyor.
Artık bu ülkede, vatandaşın siyasi görüşüne, bazı çevrelere olan yakınlığına, hatta şansına göre, ikiyle iki çarpıldığında, bazen üç, bazen yirmi ediyor! İsyanların, ölümlerin faturasını duygulara çıkartmayalım. Sorun ülkenin matematiğinin bozulmasıdır.
Çok duygusal, çok güzel yazılar okudum, sözler duydum bu hafta. Üzüntü, isyan, öfke, korku, umut dolu cümleler...
Bense, aksine, çok rasyonel, akla dair şeyler söylemek istiyorum. Vardır ya, “Birlik ve beraberliğe her zamankinden çok ihtiyacımız olan şu günler”... Bence bu dönem de “Akıl ve mantığa en çok ihtiyaç duyduğumuz günler!”
Duyguları çıkartın bütün hikayelerden! 48 saat içinde yitirdiğimiz üç genç, niye öldüler biliyor musunuz? Birilerinin akıl eksikliğinden! Kural eksikliğinden. Matematik eksikliğinden. Bilgi eksikliğinden. Kanun eksikliğinden. İşlerin yarım yapılmasından. Kurallara uyulmamasından. Fırsat eşitliğinin olmamasından. Hukuk ve adalete güvenilmemesinden. İyiliğin ödülsüz, kötülüğün cezasız kalmasından! Çok mu Alman ekolü geldi kulağınıza?
Detaylandırayım, peki: Polislerin gaz fişeklerini kuralına göre kullanmamasının kimsenin umurunda olmamasından! Aynı polislerin, olmadık şartlarda, kuralsızca çalışmak zorunda bırakılmalarından! Herkesin kanun önünde eşit olmamasından! Her katilin, her hırsızın, her tabancalı, her palalının, kime yakın olduğuna bakılmaksızın çatır çatır gereken cezayı almamasından!
Dolayısıyla, her vatandaşın, hayatın her alanında, artık “Birileri kayırılacak, ben güme gideceğim” korkusuyla yaşamasından!
Memurluk sınavından, (en korkutucu örneği vereceğim) seçim sandığına, kimsenin objektif, güvenilir, matematiksel verilerle sonuç alınacağına inanmamasından. Kendi adaletini, sokakta kendi arayan vatandaşların çoğalmasından.
Biraz da gerginim açıkçası. “Nasıl yazacağım” diye değil. Komşu yazarlarla nasıl anlaşacağım diye.
Hiç benim tarzım insanlar değil bunlar ya. Hepsi kalkınma düşmanı, inşaat düşmanı! Ay bir çivi çakılmasın memlekete kardeşim! Başbakan’a nefes aldırmıyorlar, içerliyorum.
Misal Yılmaz Özdil! Sanki kendisi, gazetenin en kafa arazisini, üçüncü sayfayı parsellememiş gibi, üçüncü köprünün arazisine kafayı takmış! Orada inşaat alanı gün be gün çaktırmadan genişletilip, göller hafriyatla dolduruluyor, köylüler köylerden kışkışlanıp manda çiftlikleri kaldırılıyor diye kıyamet kopuyor ya. “Manda sütü, manda kaymağı devri bitti” filan bir yaygara bir yaygara. Manda kaymağı iyi bir şey mi? Kaç kalori, haberleri var mı acaba? Gider direkt basene yapışır! Biraz bilinçlenin ya!
BENCE ÇEVRECİLERİN ARKADAŞ ÇEVRESİ YOK!
Mehmet Yılmaz ayrı bir tip. Urla’daki villalara sinir oluyor. Meğer o binalar 35 senelik değilmiş, iki sene önce o arsa boşmuş. Bu, müteahhidin becerisini ve proje bitirme hızını gösterir beyefendi! Sanırım kendi villası yok, haset yapıyor.Kanat Atkaya ve Ayşe Arman da ikide bir tutturuyorlar, ağaçtı, “Aman ormancııı, aman ormancıı”ydı! Bence günümüzde ağaçlara haddinden fazla önem atfediliyor. Örneğin, burnumun dibinde Maçka Parkı var, bir kere kışın gidiyor muyum? Hiç. Orası AVM olsa, ne güzel sıcak sıcak gezerdim. Ayrıca bu iktidar on iki yılda iki buçuk milyar fidan dikti haberiniz var mı? Aynı 12 yılda, ülkede 164 bin hektar orman alanı da kaybedildi! Ama niye kaybedildi bir sor? Bence doğal sebeplerden! Ağaçların eceli geldiyse devlet ne yapsın? Bak geçen gün salondaki devetabanı da kendi kendine kurudu. Bunlar hep kader.
Yetmedi, bir Melis Alphan var! Ay o kız takmış çevreye. Bence çevresi yok, ondan. Eş dost eksikliğinden bu konulara sardırmış. Üçüncü havaalanına karşı. Halbuki bence elleri değmişken dört, beş ve altıncısı da yapılsın. Bayramda filan kalabalık oluyor, sıkılıyorum. Hatta kanımca, her ilçeye bir havaalanı yapılsın! Yeşilyurt uzak, on dakikada evimize varalım. Esas o zaman gör sen Almanya’nın kıskançlığınıı! O Angela’nın gıdısı sinirden iyice şişer, pelikan gibi olur artık!
BAŞBAKANIM MÜSTERİH OLSUN, BEN GELDİM!
Ahmet Hakan ikide bir “Boş buldukları yere, hop AVM” filan diye eleştiriyor caanım hükümeti.
Ve galiba Von Trier’ın yasaklanan filmi, bizim haber bültenlerinin yanında ‘Vak Vak Amca’nın Maceraları’ sayılabilir!
Lars Von Trier’ın yeni filmi İtiraf (Nyphomaniac) Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulu tarafından ‘genel ahlaka aykırılık’ ve ‘pornografik görüntü ve diyaloglar’ sebebiyle Türkiye’de gösterime girmeyecek. Bir erişkin olarak edep ve ahlakımı koruma yolunda gösterdikleri bu çabaya teşekkür ederim! Yoksa kim bilir filmi seyredip nasıl kötü yollara düşerdim. Sanırım filmin yapımcıları da bu eşsiz halkla ilişkiler çalışması için kurula bir çiçek, çikolata filan yollarlar. Çünkü normalde yirmi bin kişinin seyredeceği filmi artık en az yirmi milyon kişi çılgınca merak ediyor!
Burada Lars von Trier gibi bir yönetmenin porno mu, sanat mı yaptığını tartışacak değiliz. Von Trier’ın sanatçılığını tartışan, sadece Dogville yüzünden bile taş olabilir!
İtiraf filminde, halk deyimiyle çok ‘açık saçık’, hatta kimi bakışlara göre belki ‘pornografi’ sınırlarına dayanan sahneler bulunabilir. Benim ilgilendiğim ‘pornografi’ kavramı!
Şiddetin pornografisi
Cinsellikte pornografi nedir malumunuz. En hafifi 70’lerde Türk sinemasında furya haline gelmiş ‘civciv çıkacak kuş çıkacak’ tarzından başlar malumunuz. Cinsellikte pornografi, cinselliğin kaba, estetikten uzak, abartılı, rahatsız edici şekilde, bazen ayrımcılık ve aşağılama, taciz içererek, üstelik de bir şey öğretmek, bir cümle söylemek, hikâye anlatmak amacı olmaksızın kullanılması diye tanımlanabilir. Feministlerin pornografide karşı çıktığı en önemli yan, kadınların aşağılanan, tahakküm altına alınan, emir verilen objeler haline getirilmesidir örneğin.
Son yıllarda ‘şiddetin pornografisi’ konuşulmaya başladı. Verilen en yaygın örnek, kahramanı bir seri katil olan meşhur Dexter dizisi. Kurbanların daha ikinci sınıf, çaresiz, pasif karakterler olarak gösterilmesi eleştiriliyor mesela. Aynı porno filmlerdeki kadınlar gibi. Son yıllarda birçok dizi ve filmde, hatta bazen haberlerde, işkence, asma kesme gibi şiddet biçimlerinin, kaba, detaylı ve ayırımcılık içererek konu edilmesi bu ‘şiddetin pornografisi’ kavramını yarattı.