Ben bu atamayı şiddetle destekliyorum! Bir kere de Şehir Tiyatroları’nı güreş hakemi yönetsin, ne olur? Farklı disiplinlerin buluşmasının sayısız faydaları olacak.
İsterim ki sayın müdürüm nedense sanat insanlarının tekelinde olan (!) bu kuruma bir elense çeksin! Mesela...
İki kişilik oyunların öncesinde “İki yiğit çıktı meydane, ikisi de birbirinden merdane” diye anons yapılsın, seyirci coşturulsun!
Dizilerin ne günahı var? Oyunlar da “pehlivan tefrikası” gibi 3 saat olsun, halk bilet parasının karşılığını alsın!
Maliyet devletin sırtından düşsün, tiyatrolara Kırkpınar ağası gibi ağalar bulunsun: “Müzikal ağası”, “Tragedya ağası”, “In your face ağası” filan.
Afife Ödülleri yerine altın kemer verilsin. (Zaten tiyatrodan kazanılan para belli, bu hakikaten iyi fikir olabilir.)
Tiyatro, grekoromen stil ve serbest stil olarak ikiye ayrılsın, fazla serbestlik yasaklansın!
Cumartesi akşamları dışarı çıkmayı sevmeyen ben, biliyorum ki siz, benim gibiler, sabah dörde kadar Tarihin Arka Odası’na takılıyorsunuz! Ve biz o programı seyredenler, Murat Bardakçı’nın yalancısıyız ki Osmanlıca öğrenmek o kadar zor değil. Burada ‘eski yazı’ tabir edilen Arap harfleriyle yazılan Türkçeyi okumayı kastediyoruz. Bardakçı “1 ay” diyor. Ben geçen gün o işe girişeyim dedim, anladım ki bana yoğun bir 3 ay lazım!
Yalnız matematiği, fiziği, kimyayı çözememiş, hatta Türkçe öğretememiş bir eğitim sistemi o alfabeyi nasıl öğretecek?
‘Osmanlıca dersi’ lafı geçince, inanın önce sevindim. Sandım ki alfabe değil, lisanı zenginleştirme dersi. Zira Osmanlıca bildiğimiz Türkçedir. Sorun şu ki o zengin Türkçeyi gençler bilmemektedir!
25 yaş altı çocuklarınıza sorun. Mesela “Mamafih ne demek” deyin. Veya bırakın çocukları, öğretmenlerine sorun. Durumun vahametini anlayacaksınız!
Doktor, Türkçeyi hızla kaybediyoruz Konuşamıyor çocuklar arkadaş! ‘Yani’, ‘Abi’, ‘Ya’, ‘Olay’, ‘Bişey’, ‘Oha’, ‘Sonuçta’, ‘ ... oldum’u yasakla, derdini anlatamaz bunlar! Dut yemiş bülbüle dönerler! ‘Mamafih’ yok ama iki lafın biri ‘olabilite’! ‘Olabilite’ nedir Allah rızası için?
Ben de allame–i cihan değilim. Ama felaket şurada: Benim bildiğim, misal ‘allame-i cihan’ gibi kelimeleri 20 yaşındakiler bilmiyor! Bu kadar hızlı kaybediyoruz Türkçeyi.
- “Babannem beş vakit namazında ve başörtülüydü”, “Umreye gideceğim, dini inancım o kadar güçlü”, “Ateistim”, “Aleviyim”, “Alnı secde gören insanım, elhamdülillah tüm ailem öyle” diye Allah’la ilişkisini en ince ayrıntısına kadar açıklamak. Ardından kendilerinin bu memlekette nasıl zulümlere maruz kaldıklarını anlatmak. Genellikle devamına “Ama..” diye başlayan ve kendinden olmayan kesimlere sonsuz saygı ve empati duyduğunu ifade eden bir cümle eklemek.
- “Benim ailem Kürt”, “Benim annem Türkmen kökenlidir”, “Biz Ermeni asıllıyız”, “Atalarım şu bölgeden buraya göç etmişler” diye bölgesel, kavimsel, etnik kökenini en ince ayrıntısına kadar açıklamak. Hemen ardından kendilerinin hangi yıllarda nerede ne ayrımcılıklar ne zulümler çektiklerini anlatmak. Devamına “Ama...” diye başlayan ve kendinden olmayan kesimlere sonsuz saygı ve empati duyduğunu ifade eden bir cümle eklemek.
- “Kadının ilk ödevi anneliktir”, “Kadınlar çiçektir, onlara evde bakılmalıdır”, “Kadınlar madencilik de dahil her işi yapmalı, hamilelik ve çocuk bakım izni eşlere eşit paylaştırılmalı”, “Kadınlara pozitif ayırımcılık yapılmalı, vasat yetenekte olsalar bile daha başarılı erkeklerin pozisyonlarına yerleştirilmeli”, “Kadınlar öğretmen, hemşire filan olsun ya, yeter işte” diye, kadının toplumdaki yeri ile ilgili fikirlerini hararetle anlatmak. Batı sisteminde kadınların anneliğini/aile hayatını unuttuğundan, Doğu’daki kadınların insanlığını unuttuğuna kadar, dünyadaki kadınların muhtelif acılarından dem vurmak. Devamına “Ama...” diye başlayan ve başka türlü düşünen kesimlere sonsuz saygı ve empati duyduğunu ifade eden bir cümle eklemek.
- “İşçi ölümleri cinayettir”, “Hesabı sorulacak!”, “Bu gelir eşitsizliği, bu fakirlik, bu sefalet bitsin artık”, diye bağırmak. Mavi yakalı yoksul kesime sonsuz saygı ve empati duyduğunu gözyaşları içinde ifade etmek. Devamına “Ama...” diye başlayan ve içinde kapitalizmin gerekleri, özel sektörün acımasızlığı, makro ekonomik parametreler ve enerji sektörü filan gibi laflar geçen bir cümle eklemek.
Arkadaş, madem bu kadar saygılı, anlayışlı, empati dolu, hissi insanlarız... Bu kadar kutuplaşma, nefret, kızgınlık, ayırımcılık ve kadınların, işçilerin feci halleri nedir? Kim yav o empati yapmayanlar? Bulun onları bana!
Twitter’a girdim hoş buldum!
New York Times geçen hafta bir makalede “Türkiye’de artık geçmiş hakkında konuşmak daha kolay ama Cumhurbaşkanı’yla ilgili bir şeyler yazmak çok problemli bir konu” demişti. Ama insanın elinde değil ki. Bütün dünya benim Cumhurbaşkanımı konuşuyor. Ben nasıl durayım?
Dünya basınını kasıp kavuruyor Sayın Erdoğan. Artık ülke gündemini değil, dünya gündemini belirlemeye başladı. Sadece son on günü gözden geçirirsek:
- Dünyanın en büyük başkanlık sarayını yaptırıp önünde fotoğraf çektirdi.
- Amerika’yı Müslümanların keşfettiğini ve Kolomb’un kıtaya çıkınca ilk olarak bir cami minaresi gördüğünü ifade etti.
- “Kadınla erkek fıtraten eşit değildir” dedi.
- Papa’yla buluştu, Sisi konusunda Papa’ya ayar verdi!
Yani kötü yazılmış ana haber bülteni jargonuyla “Gün geçmiyor ki Cumhurbaşkanı bir bomba habere imza atmasın sayın seyirciler!” Papa ince belliden çay içse de Cüppeli Ahmet “Papa Müslüman olsun” demeçleri verse de başrol hep Erdoğan’ın.
Cumhurbaşkanım söylüyorsa konu kapanmıştır. Ki geçen gün yapılan sokak röportajında da gördüm ki halk da böyle düşünmekte. Soru: Amerika’yı kim keşfetti? Cevapların çoğu: Türkleer?! Birkaç “Kolomb”, iki “Macellan”, bir “Jules Verne” diyen çıktı. Onun dışında belli ki bilimi güncel siyasetten takip eden bir milletiz! “Tayyip Erdoğan söyledi” diyor ahali. Kolomb’u çoğu duymamış bile zaten.
Ezberler bozuluyor sevgili vatandaşlar. Tarihte inovasyon diyebiliriz buna! Yani yenilik. Hayatımızı vesayet sisteminin tarih bilgileriyle mi geçirecektik kardeşim? Gerçi Sayın Erdoğan “Müslümanlar keşfetmiş” dedi, yani Türkler demedi. Ama halk o detayla uğraşacak değil ya. “Biz bulmuşuz işte, Cumhurbaşkanı söyledi” deyip geçiyor!
Ayrıca bence Türkler daha yüksek ihtimaldir. Arap yerinden kalkana kadar Türk gidip orada simitçisini-köftecisini açmıştır! Amerikan bagel’ı ve hamburgerinin de bizden gittiğine şu an emin gibiyim! Öte yandan Kızılderililer zaten Türk’tür. E Türk de yabancı bir yere gidince ilk önce akrabalarını yanına aldırır. Demek Kızılderililer, Müslüman Türk akrabalara “Gelin burada birer arsa kapatın, ileride değerlenir” dedi, ama yer sapa olduğundan yolculuk acık uzun sürdü.
VİKİNGLER ÜZÜM YEDİ, BAĞCILAR DÖVDÜ!
Kolomb’u da abartmayın. Adam karaya çıkmış ama orayı Hint Adaları sanıyor, öyle şuursuz bir tip! Gemide tıksırıncaya kadar içti mi ne yaptıysa. O kafayla Heybeliada’ya mı gitti, Kanarya Adaları’na mı çıktı ne bilelim?
Başlık sosyo-biyolojik tez başlığı gibi oldu. Duş başlığı gibi olmasından iyidir. Çünkü RTÜK duş görünce de basıyor cezayı. Öyle Bir Geçer Zaman Ki’de rekor ceza alan duş altında öpüşme sahnesinden sonra geçen gün MGM’de geceyarısından sonra yayımlanan bir film de duşlu sahnelerden ötürü RTÜK’ün gazabına uğradı. E ama duşunuzu edebinizle alın siz de kardeşim! Zaten bence bu yüzden Anadolu yakasına dört gün su verilmeyecekti! Aklınız başınıza gelsin diye. Sonra acıyıp vazgeçtiler. Ama istismar etmeyin! Televizyonda her gördüğünüzü yapmayın. Çabucak yıkanın çıkın!
Sansüre inanmam ama sansürsüz de kalmam! Avrupa Yakası ‘salak, aptal, lan’ gibi kelimeler kullanıldığı için RTÜK’ten ceza almıştı. Yalan Dünya da bar sahnesinde içki içildiği için. Diyeceksiniz ki “Ya ne içileceedi?” Valla RTÜK’ten detaylı bir açıklama gelmedi. Ben bir alkolsüz kokteyl tarifleri kitabına atıf beklerdim doğrusu. Zira RTÜK’çüler, Kara Para Aşk dizisindeki öpüşme sahnesine verdikleri cezanın raporunda bir referans kitap ve aydınlatıcı açıklamalar arz etmişler. Rapor şöyle: “Amerikalı profesör William Cane, ‘Öpüşme Sanatı’ isimli bir kitap yazmış ve 25 çeşit öpüşme olduğunu ayrıntılı olarak anlatmıştır. Bu 25 çeşit içinde ise ‘Lip-o-suction modelinde çiftlerden biri diğerinin alt dudağını emerken diğeri onun üst dudağını emiyor’ diye açıklıyor Cane. Burada izlettirilen ve ekranlarda görmeye pek alışık olmadığımız öpüşme sahnesinde bu öpüşme stili gösterilmiş.”
Yani RTÜK öpüşmeye değil, modeline karşı! Diğer 24 çeşitten biri olsa, hadi neyse. Rapor “İzleyiciye, öpüşmenin bir iki adım ötesine, erotizme geçen ve uzun uzadıya bir öpüşme gösterilmektedir” diye devam ediyor. Yani, çok affedersiniz, alt ve üst dudak kafasına göre erotik işlere girmese, cezalık bir şey olmayabilir. Ancak ‘lip-o suction’ tabir edildiğini öğrendiğimiz ‘teknik’, sanırım ‘ekranlarda görmek istemediğimiz hareketlerden!’
New York Times birkaç gün önceki makalesinde Türkiye’de Modern Sanat Fuarı’nın çılgın attığını ama sanatta sansürün de coştuğunu söylüyordu. Öyle bir ülkeyiz ki gazetenin de kafası karışmış! Yazar makaleyi nasıl toparlasın bilememiş. Heykellerin kaldırılmasından, tiyatrolara destek verilmemesine, Fazıl Say’dan okullarda yasaklanan veya kesilen klasik romanlara birçok şeyden bahsetmiş. “Fakat bienal de muhteşemdi” demiş. Sonunda bu ülke gibi şizofren olmamak için “Türkiye’de geçmişten bahsetmek daha kolay ama Cumhurbaşkanı hakkında konuşmak büyük sorun” diye bağlamış.
Sultan-i Yegâh bir noktayla kaybetti!Ben bahsedeyim geçmişten. 80’lerde Sultan-ı Yegâh diye bir şarkı vardı. “O makamın adı Sultan-i Yegâh” diye yasakladılar. Bir nokta yüzünden mi gitti koca şarkı? Yoo. Besteci-solist Ergüder-Nur Yoldaş çiftiydi ve soyadlarının çağrıştırdığı kadar ‘sol görüşlü’lerdi! 80’lerde ‘solcu olmak’ da devlet için bugünkünden ‘daha bile fena’ bir şeydi. Kürtçe şarkı söylemeyi zaten bırak, ‘Kürtçe şarkı’ demek bile söz konusu değildi.
Zaten Photoshop çıkınca mertlik bozulmuştu. Yeni çıkan ‘kendinden zenci popolu korseler’ ise sektörde yozlaşmanın zirvesidir! Nerede Kate Moss’un parantez bacaklarını saklamadığı o eski naif günler,ah. Son fenomen ‘Bu Tarz Benim’de ise eskiden ‘Mus çorapla stiletto giymek’ yasaktı, artık molotof atmak serbest!
Moda neydi? Kendine yapışanı giymek miydi? Kimseye yakışmayan şeyler yapmak mıydı? Televizyonun son bombası ‘Bu Tarz Benim’den edindiğim fikir biraz karışık.
Moda bir yanıyla tıp gibi. Üç ayda bir yeni bulgulara göre kurallar değişiyor. Bir ara yumurta kolesterolü yükseltiyordu. Bak yalanmış. Aynı şekilde, eskiden skinny pantolonun altına platform topuk giyebiliyorduk, şimdi yasakladılar! O bakımdan, Melis Alphan’ın köşesine düşmemek için arada moda programlarına bakarım. Benzer format ve jüri önceki yıllarda da vardı. Ama konu hakikaten modaydı.
Oysa yeni ‘Bu Tarz Benim’de, mus çorapla stiletto giymek yasak, molotof serbest olabilir. Ben modada ‘askeri tema’nın haki yeşil tulumlar ve postal filan olduğunu sanıyordum, bambaşka bir şeymiş. “Ayşe Özlem’le ittifak kurdu bana saldırıyor, Didem de Merve’yle birleşti iki cepheden atak yapıyorlar, kendimi savunurken bir yandan hücuma geçmek zorundayım” gibi cümleler duydum! Her an dekorda siper kazılabilir. Finalde kloş eteklerin beline mermi kemeri takıp portföy olarak elbombası kullanırlarsa da şok geçirmem!
Planladığımızdan biraz erken oldu, hayalkırıklığı yaşadık, gelecek planlarımız aksadı, vesaire. Ama kişisel olarak, 90 bölüm sonra artık bilgisayar başında sabahlamayacağım, bölüm yetiştirme ve reyting stresi yaşamayacağım, arkadaşlarımı görmek, kitap okumak gibi özlediğim basit şeyleri yapabileceğim için memnunum. Beyni nadasa yatırıp yeni hayaller kuracağım için de.
Ancak... Koskoca dünyadaki bu küçücük gelişme bana başka şeyler fark ettirdi. Üzülen seyircilerin yazdığı yüzlerce mail ve yorumda benzer karamsar duygular var: “Zaten Türkiye’de bütün güzel şeyler bitiyor.”; “Zaten ülkenin geldiği bu durumda sürpriz olmadı.”; “Zaten birkaç nefes alanımız kalmıştı, onlar da gidiyor.” Zaten, zaten, zaten... Daha da trajiği, “Türkiye kahkahasını kaybetti” diyor birçok seyirci. Ne acıklı cümle! Altındaki mana sadece Yalan Dünya’nın, Arkadaşım Hoşgeldin gibi komedi programlarının bitirilmesi değil bence. Zira televizyon nedir ki? Hatta Sersem Kocanın Kurnaz Karısı oyunundaki Fasulyeciyan’ın dediği gibi “Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır.” Korkarım “Kahkahamızı kaybettik”, ülkede azımsanmayacak bir kesimin ruh halinin ifadesi. Ve bir komedinin final yapıyor olmasından daha derin ve hüzünlü bir alt metni, başka sebepleri var.
“KURTULUR MUYUM BUNALIMDAN, HAMAKTA SALLANSAM?”Adalete, eşitliğe inanç çok azaldı. Basit bir anlaşmazlık çıkacak da mahkemeye işimiz düşecek diye titriyoruz. “Hakim kimbilir hangi taraftan, kimin adamı olur” diyerek, trafikte tamponu çizilse son gaz ortadan kaybolan arkadaşlarım var! Bu sadece bir kişisel tespit değil, araştırmaların da sonucu.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez köylüler, yaşlılar, şehirli tuzu kurular Greenpeace’e üye yazılmak üzere! 6000 rahmetli zeytin ağacı, şimdilik hatadan dönülse de, “Zaten bu ülkede artık..” diye başlayan bedbin cümlelere tüy dikti. Havamızın, suyumuzun, toprağımızın geleceğinden endişeliyiz.
Ekonomiyle ilgili iç rahatlığı dönemi bitti. Piyasada yaprak kıpırdamıyor. Hem iş dünyasının söylediklerinden, hem bizim sektörün reklam vaziyetinden anlıyoruz ki bizi parlak günler beklemiyor. Ekonomistler net öngürü yapamıyor. (Ki iktisat mezunu biri olarak biliyorum, bu mesleğin en önemli özelliği zaten net olmamak ve sadece ihtimalleri anlatmaktır!) Fakat ağızbirliğiyle 2015 için temkin tavsiye ediyorlar. Mazhar Alanson şarkısında dendiği gibi “Randımanlı gitmiyor işler, eskiden olduğu gibi...”.
Kültür hayatı ve yaşam tarzlarına dair korku büyüyor. Toplumun değiştirilip dönüştürüldüğü, medyadan gösteri dünyasına her iletişim alanına el atıldığı, özgürlük kısıtlamaları yapıldığı fikri hakim. Eğitim ve kültür politikalarıyla Atatürk, çağdaş hayat, laiklik gibi kavramların bilinçli olarak erozyona uğratıldığı kanısı, moral bozukluğu yaratıyor. 10 Kasım’da etrafta hissettiğim duygusallıktan, televizyon reytinglerine manipülatif ellerin uzandığına dair teorilere kadar, huzursuzluk büyük. “Çocuklarımız nasıl bir ülkede yaşayacak” sorusu, kafaların bir köşesinde sallanıp duruyor.