Ortada Emek filan kalmadı da, mesele kaçıncı kata eski tavan süslemelerinin yerleştirileceği bir sinema yapılacağı ve inşaatın yandaki tarihi binalara da zarar veriyor olduğu iddiası. Şimdi:
Avrupa’ya da gökyüzünden uçaklarla anti-anksiyete ilaçları atalım. Belki hem terör hem İslamofobi çözülür, iş biter. Sesli düşünüyorum ne yapayım? Yoksa mizahçılar, kimsenin güleceği birşey kalmayana kadar telef edilecek
Batı’daki göçmenler eziliyor, Müslümanlar öfkeleniyor. Müslümanlar öfkelenince Batılılar korkuyor. Korkunca Müslümanlara potansiyel terörist muamelesi yapıyorlar, itip kakıyorlar, “İslam şöyle böyle” diyorlar. Bunun üzerine Müslümanlar çok gıcık olup silaha sarılıyor. Onlar silaha sarılınca ayırımcılık, önyargı ve Avrupa faşizmi artıyor, İslamofobi ortaya çıkıyor. İslamofobiyi gören Müslümanlar da durur mu, daha çok kızıp daha çok ateş ediyorlar.
Bu tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan durumu berbat bir ivmeyle büyüyor ve çıkan civcivlerin hepsi iki taraftan karşıt fikirlerde saldırganlar.
Verilen gün ve saatte gidip sorgudan geç. Parmak izi ver. Sınıra geldiğinde aynı soruları bininci defa cevapla. Ne için? İki gün ülkelerinde dolaşıp alışveriş yapacaksın diye! Bu Türkler ne etti oğlum size?
Biz sınırlarımızı açık tutmayı seviyoruz! Kimlik bile sormuyoruz artık. İsmini söylemeyen adama çalışma izni veriyoruz. Hümanistiz. Hatta galiba hippiyiz. ‘Savaşma seviş’ filan mıyız, neyiz acaba? Belki de İngiltere, Amerika gibi güvenlik problemimiz yok. Ortadoğu sakin bir yer zira! Oradan gelenlerin insana nasıl bir kötülüğü dokunabilir ki? Herkese ‘tanrı misafiri’ muamelesi yapıyoruz. Batılı zalımlar iki fotoğraf çekip döneceğiz diye defalarca sorgudan geçiriyor.
Bir İngiltere vizesi için ne bilgiler takdim ettim. Ev tapusu, aylık kazanç, banka defterim... Bir de fotoğraf. Fotoğraf deyip geçme, her ülke farklı poz istiyor. Bazısında alnın açıkta olacak. Bazı ülkeler kulak fetişisti, fotoğrafta illa kulaklar görünecek. Bazıları da hem kulaklar hem boyun hem alın açıkta olsun istiyor! “‘Erkekler dahil herkes balerin topuzu yapsın’ yazalım mı” diye aralarında gülüyorlar bence... Saçlarımı siyah tokalarla her yönden arkaya toplamayı başarmış, Keloğlan gibi vize fotoğraflarım var. Ayrıca çok değerli ülkelerine niye gidiyorum, nerede kalacağım, hepsini anlattığım bir kompozisyon da verdim. Senin yağmurlu ülkende kaçak göçmen olacak insan mıyım ben? Saksı değilim ben! Vize fotoğrafında biraz benziyorum o kadar!
Açlığı sonlandırmak için 6 gün 7 gece
Ayna grubunun söylediği “Davutoğlu Ahmet Hoca”da ise duygu daha ümit verici, sözler öyle böyle adapte edilmiş, tamamdır. Sadece ön planda davul, basgitar ve elektrogitar olunca, “AK Parti, her zaman rock’ın ve rock’çının yanında!” gibi bir mesaj çıkıyor. Öyle ki, salonda şarkıyı dinleyen AK Partililerden gayriihtiyari ‘headbang’ bekledim! Onlar da hazırlıksız yakalanmışlar, belli. Elektrogitar dırıooong yaparken, kalabalık göstereceği coşkunun türünü bulamamış. Kol kola girip sağa sola ahenkle sallanılacak veya halaya müsait bir şarkı değil. E “Gitarın hakkı budur” diye ‘headbang’e girsen, yani kafayı haldır huldur sallasan bir türlü. Elinle rock işareti yapsan, amanın ya ülkücülerin kurt sembolüyle karıştırılırsa? AK Parti toplantısında büyük gaf olur. Mecburen herkes tereddütlü bir yüzle el çırpıyor görüntülerde. Sanırım biraz da bundan, haber bültenlerinde filan özellikle not düşülüyor: “Daha farklı düzenlemeler olacak” diye.
GEL GEL SARIŞINIM MERKEL!
Rock seven bir parti beni hiç bozmaz da kendi tabanları nasıl bakar bilemem. Benim kafama takılan başka bir şey. Liderlerin yere göğe konulamadığı “Şöyle harika bir insan, böyle acayip müthiş ve on numara bir adam” sözleriyle dolu şarkılar Batı’da olsa halk ne derdi? Mesela Angela Merkel “Gel gel sarışınım gel, gel sana âşığım geel, gel gel gün ışığım geel...” çalarken parti kongresinde el sallayarak kürsüye çıkıyor. Obama “Senin için canım feda, esmer tenin canda sefa, sen benim tek sevgilimsin, bence adamın tam dibisin, hadi male çikolata çikita, çiki çiki çikita...”yla yanında Michelle, halkı selamlıyor filan... Bir tek benim aklıma mı geliyor böyle şeyler?
Noel Baba’nın hakkından benim babam gelir!
İYİ seneler filan da, eşe-dosta bugün için hediye almak yine gençliğinizi yedi bitirdi değil mi? Bıraksaydınız Noel Baba alsaydı değil mi? Bırak ya, ne hayrını gördük bugüne kadar? Ben Noel Baba’ya Keşan müftüsü kadar temkinli yaklaşıyorum. 2011’de söylediği, sosyal medyayı hâlâ sallamakta olan sözlerin videosunu görmüşsünüzdür. “Noel Baba dinimizce düzgün bir şahıs olsa eve kapıdan girerdi, pencereden bacadan değil” şeklinde, mizahçının ekmeğiyle oynayan fakat harikulade bulduğum bir demeç vermiş. Buna katıldığım gibi, her yıl yüzbinlerce insana hediye alan Noel Baba’nın hâlâ ruh sağlığını koruyor olabileceğini düşünmüyor, konuya işkilli bakıyorum. Ya kendisi tek bir kişi değil, Fuat Avni gibi bir ekip ya da o “Ho ho ho”lar neşe değil deli sayıklaması! Ayrıca geyikli kızaklar, kırmızı kostümler, o yaşta o şekilcilik ne allasen?
DÜNYADA ÜRETİLMEMİŞ TEK MONT
Noel Baba figürüne ömrümde hiç ısınamadım. Kendisini bir yılbaşı öncesi babamla tanıştırmak istiyorum. Babam “Sana ne alayım” sorusuna on iki kere “Hiçbir şey, vallahi” deyip, sonra bin bir naz niyazla cevap verir: “Yani, şöyle rahat bir mont olabilir. Kalın olmayan, ince de olmayan bir kumaştan. Bej, ama koyu bej değil, çok açık da olmasın, yazlık görünür. Çok kısa olmasın, ama dize kadar da gelmesin. Düğmeli değil fermuarlı, ama fermuarı kapatınca göğüs kısmı şişmesin. Yakası dik olmasın, boynumu rahatsız ediyor. Ama ceket yakası gibi de olmasın, gömlek yakasının küçüğü olsun. Böyle bir şey bulursan al ya da hiçbir şey alma!” Dünya tekstilinde son beş yılda üretilmiş her şeyi görüp, buna en yakın ürünü bulup alırsınız. Paketi açar ve şöyle bir yorum yapar: “Hmm mont aldıın? Yav bir sürü de montum var aslında ama...”
Yeni yılın daha ne hayrını gördük de kutluyoruz? Önce bir kendini ispatlasın! Kanımca yılbaşının konsepti yanlış. Ana tema öyle böyle hayatta kaldığımız eski yılı takdir etmek olmalı!
Yeni modelini görünce hemen eskisi tu kaka ha? Böyle yok pahasına gitti o canım yüksek tavanlı evler, antika eşyalar, bakır tencereler, aah ah.
Her şeyin yenisine bu kadar meraklı millet yoktur. Yeni telefon, yeni ev, yeni parfümlü deterjan... Yahu her şeyin ‘yeni’si iyi olacak diye bir kaide yok. Eskisini mumla ararsınız yarın öbür gün bak. Hemen siyasi siyasi gülmeyin aranızda, bir şey anlatıyoruz! İyi alıştınız politik hicve valla. Ama, ı ıh, bugün canım istemiyor. Düşündürmeden güldürsem mi ne yapsam...
Geceyarısı balkabağına dönüşeceksiniz
Konu Cumhurbaşkanı’nın “Doğum kontrolü ihanettir” cümlesiydi. Bu mesele bin bir farklı tartışmaya malzeme olacak, o belli. Ama asıl dikkatimi çeken Külünk’ün, Erdoğan’ın cümlesini açıklarken kullandığı bir ifade oldu. “Devlet başkanımız” dedi Külünk. Tesadüfen değil, üç dakikalık yayın boyunca tam altı defa! “Devlet başkanımızın dikkat çektiği nokta...”, “Devlet başkanımız şunu savunuyor...”, “E bir ülkenin devlet başkanı tabii böyle önemli bir hususta...” vesaire. Bir kez bile “Cumhurbaşkanı” kelimesi geçmedi. “Devlet başkanı” başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerde olur. Sanırım pratikte ince ince geçilen bu yeni sistemin yeni terminolojisi için de düğmeye basılmış. Büyük ihtimalle AK Partililer bundan böyle Tayyip Erdoğan için “Devlet başkanı” titrini kullanmaya başlayacaklar. Demedi demeyin.
Abdülkadir Selvi’nin dayanılmaz cazibesi
EKRANIN yeni starları artık televizyon tartışmacıları. Geçen gün Ahmet Hakan güçlü ve zayıf taraflarıyla tartışmacıları karşılaştıran iki yazı yazdı. Son günlerde bu programların bağımlısı bir seyirci olarak favorilerimi açıklıyorum: Star isimlerim İsmail Saymaz, Levent Gültekin, Aslı Aydıntaşbaş ve Hayko Bağdat. Herhangi birini görürsem o kanalda takılıp kalıyorum. Ama listemin bir numarası, başka bir yönden vazgeçilmezim, tek isim: Abdülkadir Selvi! “İçeriden” aldığı bilgilerin ilginçliği ve çalışkanlığı filan tamamdır. Ama mesela tartışmada gerekecek tüm dokümanı önceden tahmin edip pankart olarak yanında taşıması olağanüstü değil mi? Karşısındaki bir tez mi ortaya atıyor, Selvi muhakkak karşı tezi (tam kanıtlamasa da) destekleme ihtimali olabilecek bir gazete kupürünün, büyütülüp kartona yapıştırılmış fotokopisini çat çıkarıyor ortaya! İnternet gibi adam! Bütün basın arşivi dev fotokopiler olarak deri çantasında. Onun fikrini çürüten bir çıkış veya alaycı bir laf duyduğundaki o hassas halleri, ah, paha biçilmez... O gözlerini kâğıtlarına doğru kaçırıp, küsmüş ifadeyle “Aah ah, tabii tabii, sen konuş bakalım” gibilerinden içini çekerek başını aşağı yukarı 30 saniye kadar sallaması... Allah’ım o sitemli afra tafrayı görmek için gece ikiye kadar program tekrarı beklemişliğim var! O alınganlığı, beyaz Türk ekürisinden gördüklerine “Sizden değilim diye beni aranıza almıyorsunuz” küskünlüğü bana birini hatırlatıyor ama kimi! O kadar tanıdık. Müthiş bir ilham kaynağı. Hatta bazen “Abdülkadir Selvi’yi ben mi yazıyorum?” diye şüphelendiğim oluyor. Mizahımı çaldın Selvi!
Senaristler için berbat bir hafta...
SENARİSTLİK zor ve ağır meslektir. Hem yaratıcılık hem hız hem sorumluluk ister. Masa başında sabahlanılır, hayali karakterler en has kankalarınız olur. Aynı anda çok disiplinli, çılgınca hayalperest, müthiş aklı başında, yarı deli ve dörtte bir şizofren olmanız gerekir. Ancak geçen hafta senaristliğin başka cilveleri ortaya çıktı. Kuzey Koreli hacker’lar Sony’nin sitesine sızdı. Yeni James Bond filminin senaryosu çalındı. Bitmedi, “Interview” isimli filmin senaryosunda Kuzey Korelileri kızdıracak bir hikâye olduğundan, Sony başına geleceklerin devamından korkup filmi vizyona sokmadı. Aynı hafta “Paralel operasyonu”nda bazı dizilerin senaristleri gözaltına alındı. Bu son konu benim için o kadar karışık ve karanlık ki televizyon tartışmalarının müptelası oldum. Elimde boza, karşımda ekran, ağzım yarı açık, bir overlokçu vatandaş gibi konuyu anlamaya çalışıyorum! Yani net bir yargım yok. Ancak şu kesin: Eskinin risksiz ve saygıdeğer mesleklerine bir haller oldu. Senaristlerin durumunu anlattım. Gazetecilerin vaziyetini söylemeye bile gerek yok. Sanatçılar siyasetin ne yanında durduklarına göre şu veya bu tarafın lincine uğruyor. Doktorlar artık hasta yakınlarından, öğretmenler öğrencilerden, mühendis ve mimarlar zaman zaman polisten dayak yiyor. Yani hiç böyle havalı meslekler peşinde koşmayın. Çocuğunuzu kebapçı filan yapın, ooh ne şiş yansın ne kebap.
İletişim az, hayal çok, hisler iki aşırı uca gidip geliyor. Gülümsediklerinde nikâhı basmaya, soğuk davrandıklarında selamı sabahı kesmeye karar veriyoruz!
Biz Avrupa Birliği’ne milletçe bildiğin karakter atıyoruz! Nasıl kişiselleştirdiysek konuyu.
Birkaç ay önce Marshall Fonu’nun Transatlantik Eğilimler 2014 araştırmasında Türkiye’de “AB iyi bir şeydir” diyenlerin oranı yüzde 53 çıktı. Oysa 2013 verileri yüzde 45’ti. Hükümetle görüşmeler hızlanıp iyimserleşince, herkes bu anketleri öpe öpe kaleme sarıldı: “Vatandaş Avrupa Birliği’ni eskisinden daha çok istiyor.”
Birkaç gün geçmedi gündem değişti; AB, Türkiye’ye basın özgürlüğü ve hukuk konusunda atarlandı. Cumhurbaşkanı “Üzerinize vazife değil, kendi işinize bakın” gibilerinden cevap verince, aniden yeni bir sayı açıklandı: “AB’ye girelim” diyenler yüzde 28’e düşmüş! Cümleye “Eyy Avrupa..” diye başlansaydı 23’lere kadar bile düşebilirdi kanımca. Hatta Avrupa’nın içindeki AB’ye destek bile düşebilirdi. Angela Merkel, “Tayyip Bey birliği ezikledi, İngiltere de mırın kırın ediyor, biz de mi çıksak kız?” diyebilirdi. O “Eyyy..”den sonra gelen hiçbir kişi veya kurum iflah olmuyor çünkü.
- İlkokul 1, 2 ve 3. sınıflarda zorunlu din ve ahlak bilgisi dersi, anaokulunda milli ve dini değerlerin öğretileceği “değerler” dersi olacak.
(Bu, bir miktar konuşuldu.)
- Liselerdeki zorunlu din ve ahlak bilgisi dersi haftada 2 saat olacak. Seçmeli “Kuran ve Hz. Muhammed’in Hayatı” dersi, 2 saatten 6 saate çıkarılacak.
- “İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük” dersinin kitapları “objektif ve gerçekçi” anlayışla tekrar yazılacak. - Eğitim fakültelerine öğrenciler mülakat ile alınacak! (Sebep?)
- Demokrasi ve vatandaşlık dersi kaldırılacak!Bence özellikle yazdığım son birkaç madde, üzerinde konuşmayı hak ediyor.
Mesela... Demokrasi ve vatandaşlık dersi niye kaldırılıyor
diye merak ettim. Dersin içeriğine göz attım. “Demokrasi kültürü”, “Hak ve özgürlüklerimiz”, “Anayasa ve değiştirilemez hükümleri”, “Bilim”, “Dayanışma”, “İnsan hakları”, “Kadın hakları”, “Kamuoyu nedir”, ilk gözüme çarpan başlıklar. Öğrenciler için en gereksiz konu ve kavramlar olarak bunlar görülmüş anlaşılan! Kararda, “Bu konular rehberlik dersinin içinde işlenebilir” diyor. Bir gün tarih dersinin içinde işlenmesinler de...