Gülse Birsel

Savaş salgın hastalık gibidir!

8 Ekim 2014
BU yazının yazıldığı saatlerde Kobani’de savaş sürüyor.

Cumhurbaşkanı “Kobani düşmek üzere” açıklaması yaptı. Sokaklarda, bazısı IŞİD’İ protesto eden veya Kobani’deki sivillerin hayat hakkını savunan, kimisi AKP’ye tavır koyan, kimi PYD’ye silah yardımı yapılmasını isteyen, bazısı da Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk’e karşı gösteri yapan muhtelif fikir ve gruplar var! Bir kısmı slogan atıyor, bazısı tehditler savurup yeri göğü yakıp yıkıyor.
Bu gruplara karşı protesto yapan gruplar da sokakta! Bir de tabii gaz bombası, tazyikli su, ve yer yer plastik mermileriyle polisler.
Bu pek Gezi’ye benzemiyor. Bu, özgürlük ve seslerini duyurma peşindeki iyi aile çocuklarının, yaşam tarzı korkularıyla başlattığı, kendi ülkemizde daha kaliteli bir yaşam amaçlayan, ilk günleri nahif ve barışçıl geçen, bir muhalif eylem değil. Burada taraflar ve söylenenler daha karışık. Olanların sebebi, bu defa başka bir memleketin içsavaşının, kafa kesen bir terör örgütünün, etnik veya dini bağların, başka ülkelerin, orduların, bin bir türlü komplo teorisinin karıştığı bir mesele.
“Ortadoğu mezhep savaşlarıyla ortaçağını yaşıyor” diyoruz ya. Bence Ortadoğu’nun yaşadığı ve sınırımıza kadar dokunan savaş, Avrupa’yı yine ortaçağda mahveden kara vebaya da benziyor. Savaşlar ve öldürücü salgın hastalıkların çok ortak yanı vardır. İkisi de:
-Bulaşıcıdır: Komşuda pişerse, dikkatli bir mesafe koymadığın zaman, illa sana da düşer.
-Çabuk yayılır: Tek mahalleyle başlar, kısa zamanda bir bakmışsın şehirler, ülkeler yanıyor.
-Her kafadan bir ses çıkar: Rivayetler, dehşet hikâyeleri, yalan yanlış bilgiler yayılır.

Yazının Devamını Oku

Kurban Bayramı ne içindir?

5 Ekim 2014
Kurban Bayramı sadece dört günlük bir tatil değildir! İşten izin alan bazı ballılar için dokuz günlük bir tatildir! Ama onu da demiyorum. Bu dört günün hayatımızın hiç beklemediğiniz alanlarında başka mana ve amaçları var.

Spor ve sağlık: Birkaç gün şehirden kaçıp kıyılara giden şanslıların denizi öpe öpe gelecek yaza kadar veda etmesi için.

İlişki durumu: Birkaç gün bile şehirden kaçamayanların bu arkadaşlarla ilişkisini gözden geçirmesi için.

Sosyal adalet: Canı istediğinde havalı et lokantalarına bekletilip marine edilmiş dana T-Bone yemeye gidenlerin, ayda bir et yiyebilenleri anlayıp, varlığı paylaşması için.

İletişim: Televizyonda hiçbirşey olmayacağından akşamları aile efradının hatırını sorma ve sohbet etme imkanı bulmak için.

Ekonomi: Bayram tebrikleri ve kısa mesajlar sayesinde GSM operatörleri ve telefon şirketlerinin iyi bir hafta geçirmesi için.

Akraba açılımı: “Onun kızı bana onu dediydi”, “Ötekinin görümcesi de geçen bayram bir telefon etmediydi” diye küsen akrabaların keyif kaçırmayı bırakıp barışması için.

Edebiyat: Aslında yazınla ilgilenmeyi arzu etmiş ama hasbelkader muhasebeci, terzi, lokantacı, memur, ressam, elektrik teknisyeni olmuşların tüm söz sanatlarını bir arada kullanarak bayram mesajı yazmasına fırsat yaratmak için.

Hayvan hakları:

Yazının Devamını Oku

Git patlat bu kafayı şimdi!

1 Ekim 2014
KIZLARIN kafalarıyla ilgili herkesin söyleyeceği ne çok laf varmış arkadaş? Nasıl kafaya takılmışsa bu konu, yıllardır bitmedi.

Şimdi 10 yaşındaki kız öğrenciler başörtüsü taksın mı, okulda serbest olması neye yol açacak konusu uzun uzun tartışılıyor.
Halihazırda kız öğrencilerin saçını boyaması, röfle yaptırması yasak. Başörtüsü takması ise özgürlük olduğu için serbest! “Ailenin kararıdır” deniyor. Katılıyorum. Ancak anladığım kadarıyla kızların saç rengini değiştirip değiştirememesi ailenin değil, devletin kararı!Şaşırıyor muyuz? Yoo. Senelerdir Milli Eğitim’in önemli bir ayağı kızların kafası üzerine inşa edilir! Eğitimin siyasi yaklaşımını her dönem kız öğrencilerin saç tuvaletine göz atarak çıkarabiliriz. Şimdi niye değişsin ki?
Biz öğrenciyken başörtüsü de yasaktı, saçları atkuyruğu yapmadan serbest bırakmamız da. Her pazartesi okula girişte, her cuma çıkışta, tek tek, saçlarımızın hangi modelde örüldüğü, toplandığı, tarandığı, perçemlerdeki açık kumralların kuaför marifetiyle mi, güneş ışığı sebebiyle mi meydana geldiği sıkı kontrolden geçerdi.
Oysa hiçbir pazartesi veya hiçbir cuma, bize tek tek “Bu hafta hangi kitapları okudunuz, bir tiyatroya, müzeye, sergiye, konsere, gittiniz mi, bir fizik, kimya deneyi gördünüz mü, seyahat ettiniz mi, derslerle ilgili ek bir bilgi araştırdınız mı” diye soran olmadı. Kafamızın görünüm olarak kurallara uyması, bunun denetlenmesi daha mühimdi sanırım.


NEYİN KAFASI BU?


Yazının Devamını Oku

Bunları bilen astroloğun alnından öperim!

28 Eylül 2014
Yeni furya bu: Astrolog fikri alınmadan sokağa çıkılmıyor, yıldız haritasız yaşanmıyor!

Konuya alaycı yaklaşmam yine tepki alacak, “Astroloji bilimdir” diye mesajlar gelecek. Bilimse, açık ve net konuşsun, gerçekleri saklamasın!

Eş dost ortamlarında “Burcun ne” sorusunun ilk sorulduğu dakika, kanımca, kalifiye muhabbetin biteyazdığı andır! Astroloji muhabbeti, sohbette IQ’nun asgari müştereke indiği, herkesin kendinden bahsetmeye başladığı ağız kalabalığının startını verir: “Sen yengeçsin di mi?”, “Yengeç kincidir”, “Ama benim abim yengeçtir, kinci değildir?”, “O zaman yükselenine bakacaksın”. Aha! ‘Yükselen burç’ telaffuz edilince konunun ebediyete kadar uzayacağını hissedip, “Bana yol” diye kalkarım!
Bugüne kadar burç köşelerinin, Susan Miller’ın, hatta astrologların hayatta faydalı bir değişiklik yaptığını görmedim. Şimdi astrologlar “Bu, bir bilim” diye bana kaş mı kaldıracaklar? Kaldırsınlar, demek yıldız haritamda yazılıymış! Yıldız haritasını filan nereden biliyorum? Çünkü etrafımda herkesin astroloğu var!

Doktoru olmayanın astroloğu var!Astroloji bir bilim olabilir. Saygı duymak gerekiyor da olabilir. E ama bütün bilimlere saygı duyulsun o zaman? Senede bir kere doktora gitmeyen adam ayda üç kere astroloğa fikir danışıyor! Oturduğun binanın depreme dayanıklı raporunu aldırmıyorsun, ama yıldız haritan var!
Bu, son yıllarda bir furya. Toz da kondurmuyorlar astrologlarına. “Çok acaip bir kadın, bana bütün çocukluğumu anlattı”. E sen çocukluğunu bilmiyor musun? Annene sor? Babana sor? Onlar anlatsa “Amaan bırakın sürekli geçmişten konuşmayı, öf” dersin?
Şahsen bu tarz sohbetlerde, kıllık olsun diye, mesela F klavyeyi icat eden adamı bir saat övmek, “Hayatımı değiştirdi” filan demek istiyorum. Zira F klavyenin, tahin helvasının, tükenmezkalemin, hatta tekerlekli TV sehpasının bile hayatıma faydası büyük. Mucitlerine saygılar. Ama astrologların bana ne yararı olacağını çözemedim.

Yazının Devamını Oku

Siiiimit rantınaa, gee çit ver me ye cee ğiz!

24 Eylül 2014
İSTANBUL’da Mecidiyeköy, Zincirlikuyu, Karaköy, Kabataş gibi ana arterlerdeki tüm simitçiler kaldırıldı! Belediye yetkilileri “rantı ortadan kaldırmak için” böyle bir uygulamaya gittiklerini söylediler.

Vallahi helal olsun! Simit rantı dev boyutlara ulaşmıştı. Kanımca faizlerin düşürülememesinin ve Fitch ve Moody’s isimli kuruluşların Türkiye’ye verdiği düşük kredi notunun sebebi de kör olası rant manyağı simitçilerdi! Şu an içim çok rahat.
Geçende simidin fiyatı 1 lira 40 kuruş oldu malumunuz. Fakat talep düşünce, simit yine 1 liraya indi.
Bu bilgiler ışığında, ufak bir hesap yapalım: Simidin maliyeti 60 kuruş. Günde yüz simit satsan, 40 lira kemiksiz kâr! Çok merkezi ve kalabalık bir yerse, 150-200 simitle 60-80 lira kâr! Oha artık! Bak üçgen peyniri, açmayı hiç hesaplamadım daha.
Üstelik belediyenin söylediğine göre bazı şahısların dört-beş simit tezgâhı varmış, düşünebiliyor musunuz? Adam nereden baksan günde ikiyüz elli lirayı cebe atıyor. Uyan vatandaş!
Aylık kârı kemiksiz beş bin liraya kadar çıkabilen “simit lordlarına” bir dur demenin zamanıydı! Simitçiler daha ne kadar vatandaşın ekmeğiyle oynayacaktı? Dar gelirli, simit lobisinin kurbanı olmaktansa artık gider efendi gibi yabancı gıda zincirlerinde karnını doyurur.
Sosyal devlet fevkalade bir şey! Ranttan tiksinen güzel memleketimde son olarak “Paraya para demeyen” 250 simitçinin tezgâhları kaldırıldı! “Çanakkale’ye köprü yapılıyor, Bozcaada imara açılıyor, acayip rant dönecek” diye bik bik yapmayın. Milli serveti yiyip yutan rantçı simitçilerin tekerine kahramanca çomak sokulduğunu niye görmüyorsunuz? Hep muhalefet be kardeşim! Lütfen. Türkiye’de güzel şeyler de oluyor!

Sigortasız işçi çalıştırdııııı! Dannn!

YENİ

Yazının Devamını Oku

Pozitif bilimleri çok negatif buluyorum!

14 Eylül 2014
Yeni Türkiye’de bilime de bir el atmak lazım.

Bilim insanları yıllardır her konuda uyarılarla moralimizi bozup duruyorlar. Böyle ‘pozitif’ bilim mi olur? Bilimi siyasetçilere bırakmak lazım kanımca. Melih başkanımın suyu içerek sağlığa zararsız olduğunu ispat etmesi, yeni bir aydınlanma çağıdır!

Ankara’nın şebeke sularının içmek için ideal olduğu net olarak kanıtlandı. Zira Melih Gökçek bir bardak içti, bir şey olmadı, turp gibi. Sizi bilmem, benim için tamamdır. Yıllar önce de dönemin sanayi bakanı tarafından kameralar karşısında “Bakınız nasıl içiyorum, hüüüp” diye bir bardak çay içilmişti, hatırlarsınız. O zaman da çaylarda zinhar radyasyon olmadığına kafamda en küçük bir şüpheye yer olmaksızın inanmıştım. Bence Çernobil faciası o dönemki hükümete muhalif olanların uydurduğu bir şehir efsanesiydi ve Karadeniz’deki yüzlerce vatandaşımız stresten filan kanser oldu. Hayır, çünkü o bakan o çayı içti abi, ben gözümle gördüm! Gözüme mi inanayım tanımadığım etmediğim bilim adamlarına mı?!
2014 itibariyle pozitif bilimlerle ilişkimiz bu merkezde. Yeni Türkiye yepyeni bir ‘Aydınlanma!’ çağı içinde. ‘Aydınlanma’yı negatif emir kipi olarak tonlamadım, iftira atmayın!
İçinde olduğumuz şu dönemde ‘bilimsel ispat yöntemleri’ de değişti tabii! Melih başkanımın yaptığı gibi, daha pratik, anlaşılır, tek örnekle kanıtlayan teknikler revaçta. Bence harika. Bu dönemde misal, artık tıbba gerek yok. Bence yok. Diyelim ki, göğsünüz sıkışıyor, sırtınıza sancı saplanıyor. Hiç kalp krizi filan diye test yaptırmaya, eko çektirmeye doktora taşınmayın. Bana sorun! Bilgisayar başında fazla oturmaktandır, sıcak havlu koyacaksınız. Bakın ben kaç kere öyle yaptım geçti. Canlı kanıt var burada diyorum arkadaş, gerekirse kameralar önüne de çıkar ve sırtıma sıcak havlu koyarak ağrımı geçiririm!

Maden mühendisi o kadar bilse o başbakan olurdu!Maden faciasında ölmek de işin fıtratında vardır, doğrudur. Bir kere eski Başbakanımız öyle söylemiştir. Adamın bir bildiği vardır herhalde değil mi? Maden mühendisleri daha iyi bilseydi onlar başbakan olurdu. Bakış açım bu! Yok “İçerideki gazın yoğunluğu yüksekti”, efendim “İşçilere eğitim verilmedi, kömürün artan derecesi ölçülmedi”, fasa fiso. Kadere kim karşı gelebilir? Ben bu lafları Türkiye’nin ilerlemesine karşı olan bazı mihrakların yaygarası olarak görüyorum!
Al mesela en son asansör kazasını. Meğer Türkiye’deki asansörlerin yüzde 70’i zaten ‘kullanılamaz’ durumdaymış. E peki neden Mecidiyeköy’deki düştü de ötekiler düşmedi? Hadi bilim açıklasın? Hadi? Arkadaş o asansörün düşeceği varmış! Tabii. Bazı şeyler alınyazısı.

Yazının Devamını Oku

İşçiler için ‘bir ihtimal daha var’ mı?

10 Eylül 2014
70’li yıllarda Almanya’ya göçmüş bir Türk işçisinin iş kazasında ölme ihtimali yüz binde 9’du.

Aradan 35-40 yıl geçtiğini ve o süre zarfında dünyada yaşanan teknolojik gelişmeleri göz önüne alırsak, 2014’te Giresun’dan İstanbul’a göçmüş bir işçinin iş kazasında ölme ihtimali kaç olmalıdır?
Hadi bir tahmin yapın. Birkaç sayıyla yardımcı olayım: Bu ihtimal, komşu Yunanistan’da yüz binde 5.4. Finlandiya’da 1.7. Günümüz Almanya’sında 1.2., İngiltere’de yüz binde 0.6!
Peki, açıklıyorum: Günümüz Türkiye’sinde gelişigüzel seçilmiş bir işçinin iş kazasında ölme ihtimali yüz binde 16! Farklı hesap yöntemleri ve hesaplayan kurumun hükümete yakınlığına göre bu, 12 ile 18 arasında değişiyor. Ama 70’lerde Almanya’ya göçmüş bir Türk işçisinin, bugün İstanbul’a göçmüş torunundan daha iyi şartlara ve geleceğe sahip olduğu gerçeği aynı kalıyor! Türkiye’de bir göçmen problemi var. Bir buçuk milyon Suriyeliyi demiyorum, o başka yazı konusu. Kendi vatandaşlarımızdan bahsediyorum. Mecidiyeköy’deki inşaatta 10 işçi kaybettik. Sadece biri İstanbulluydu. Cenazeler işçilerin memleketlerine, Sivas, Tunceli, Zonguldak, Giresun, Gümüşhane, Manisa, Bursa’ya gitti.

KELLE KOLTUK SEKTÖRLER


Anadolu’da sanayi ve özellikle tarım ihmal edildikçe, köyler, kasabalar boşalıyor. İşsiz ve aç kalan insanlar büyük şehirlerdeki inşaatlara ve maden kentlerine akıyor. Bu iki sektör iş kazasına bağlı ölümlerin en yoğun yaşandığı alanlar! Tarımın aksine, risk yüksek. Ve sanayi üretiminin, yani fabrikaların aksine, mesleki eğitim az, ya da yok. En kötüsü de “taşeron sistemi”, başka bir deyişle “Başkalarına havale ettim, sorumluluk benim değil abi”cilik. Bu, inşaat ve madencilikte çok yaygın.
Bu, sanayi ve tarımı ikinci planda bırakan ekonomik tercihlerimiz dahilinde, bir işçinin hayatındaki ihtimallere bakalım. Normal bir insanın ölüm korkularıyla karşılaştırarak:

Yazının Devamını Oku

Kim bakıyor bu ‘restorasyon’ işlerine?

27 Ağustos 2014
AHMET Davutoğlu genel başkan olarak açıklandığı toplantıda “12 yıldır gerçekleşen restorasyon hareketi devam edecek” dedi.

O an adeta Türkiye’nin birçok yerinde vatandaşların yanındakine dönüp “Ney devam edecekmiş?” dediğini duyar gibi oldum!
Zira Türkiye’de bir siyasetçi bu kelimeyi sanırım ilk kez kullandı. “Restorasyon”, 1660’larda İngiltere’nin rönesansı. Tiyatro gelişiyor, kadın oyuncular ilk kez sahneye çıkıyor filan.
1850’lerde Almanya’da başka bir “restorasyon” oluyor ki, o fena! Hak ve özgürlükler azalıyor, monarşi tekrar baskıcı bir düzen kuruyor.
“Restorasyon”, esasen “Yeniden kurmak” demek. Davutoğlu neyi yeniden kurmayı kastetti, bilmem. Ama ben iyi niyetli bir insan, o da Boğaziçili olduğuna göre, İngilizceye yakınlığından, İngiltere’deki restorasyona, yani “ilerici, aydınlık” bir döneme atıf yaptığını tahmin ediyorum.

TÜRKİYE’DE RESTORASYON DENİNCE KORKACAKSIN!

Zira bizde “restorasyon” kelimesi, tarihi binaları müteahhide tamir ettirmek demektir ve genellikle sonuç bir ucubedir!

Yazının Devamını Oku