Aradım, taradım, okudum, araştırdım. Umut veren, biraz pozitif, az bir şey aydınlık bir yazı yazabilmek için.
Bulamadım.
Aylardır genel halimiz şu: “İsyan ediyoruz”, “Olağanüstü toplanıyoruz”, “Çocuklarımız için ağlıyoruz”, “Sonsuzluğa yolcu ediyoruz”, “Lanetliyoruz”, “İptal ediyoruz,
“Erteliyoruz”...
Her teknoloji markası, her GSM operatörü bir “Dijitalleşme Zirvesi” yapıyor. Araba fuarlarında “akıllı arabalar”, inşaat sektöründe “akıllı evler”, hatta “akıllı tuvaletler” konuşuluyor.
Sevgili 30 üstü okuyucular! Teknoloji kullanımındaki zaman zaman acemiliğimiz yüzünden, ergenlerle 20’lerinin başındakiler bize pis pis gülüyor!
Haa ama şimdi sıra bizde. Teknoloji sektörünün önde gelenleriyle dolu çevremden öğrendiğim yepisyeni terimleri açıklıyorum.
Ve kardeşlerinize, genç arkadaşlarınıza, çoluğunuza çocuğunuza satmanız, bu defa da onları ezik hissettirmeniz için hizmetinize sunuyorum!
Size bir iyi, bir kötü haberim var. Önce iyisi: Şu an 30’larında, 40’larında olanların en çürüğü bile 90 civarını görecek. Hatta 100-110 çok sürpriz olmayabilir. Peki o yaşa kadar yapacak işiniz, ilgilenecek hobiniz, sağlıklı yaşlanacak bir bedeniniz, harcayacak paranız var mı? Planınızı buna göre yaptınız mı? Aha işte bu da kötü haber!
Rahat olun, artık 80’imizde hepimiz Sophia Loren gibi görüneceğiz!
Hayır 19 yaşından beri çalışıyorum, ben çalıştıkça emeklilik benden uzağa kaçıyor!
Sağlık Bakanı dünyada ortalama ömrün 78’e yükseldiğine dikkat çekmiş. Kesin emeklilik yaşı büyüyecek, onun altını yapıyorlar!
Hey gidi…Ben çocukken kimlik defterleri vardı… Ve işte o eski kimlik defterlerinde çocukların aklını çok ama çok karıştırabilecek iki tuhaf bilgi olurdu!
Tevellütün ortaya çıkma riskini mangal yürekle karşılayarak, anlatacağım!70’li yıllarda doğanların nüfus defterlerinde ‘medeni hali’ başlığı bulunurdu. Erkek çocuğuysan sorun yok ‘bekâr’ yazardı. Ne tuhaf ki, kızlarda ‘bakire’ ibaresi bulunurdu! Şaka yapmıyorum, kadınlar resmi olarak evlenene kadar öyle yazardı ‘Medeni hal’ başlığının altında. Hiç medeni bir hal değildi tabii öyle yazması da, işte...Ve çocuksan, illa onu soracaksın. Çocukluğun tabiatında var çünkü. Çiçekleri, kurabiyeleri, Osmanlı tarihini filan asla sormayacaksın, illa ananı babanı en zor duruma sokacak şeyi soracaksın. Mesela “Bakire ne demek”?Bittabi ana-baba devlete hiç sinirlenmedikleri kadar sinirlenerek, diyecekler ki “Evlenmemiş kız demek çocuum! Yani nasıl ki Lütfü-Lütfiye, Bekâr-Bakire, yani aynı kelimenin kızlar için kullanılanı gibisine.” Ne var ki hiç Lütfiye gibi olmuyordu da, böyle Şemsi-Şemsiye gibi saçma bir şey oluyordu kimlikte nal gibi yazınca! Şemsi’den Şemsiye’ye ne kadar anlam kayması oluyorsa, bunda daha beteri!Medeni hali başlığının altında ayrıca bir açıklama da olurdu. Yok ‘Bakire’nin açıklaması değil neyse ki. Şöyle derdi: “Yani evli mi bekar mı, boşamış mı boşanmış mı!” Bak şimdi! “Boşamış mı, boşanmış mı?” Kimin dedikodusunu yapıyorsun yav? Boşamış olsa “Demek kadın adamı dehlemiş, vay cazgır” mı diyecekti devlet? Erkek olup da “Boşanmış” yazsa kimlik defterinde, “Koçum bu golü niye yedin hanımdan” der gibi muzır muzır bakacak mıydı devlet memuru işlem yaparken? O zaman anlaşmalı boşanmalar yok muydu, “Berabere kalarak boşandılar” gibi bir şık koymaya bu yüzden mi gerek duymadılar, bilmiyorum.
Zira olay bizim mahallede yaşandı.
Sabah bir baktık, gece yarısı operasyonuyla İTÜ’nün Maçka Caddesi’ne bakan ağaçlıklı bahçesi buldozerle darmaduman edilmiş.
Yüksek, yaşlı ağaçların kökü dışarı fırlamış.
Öğrendik ki İTÜ, o alanı bir kafe zincirine kiralamış. Bunu simitçiden öğreniyoruz! Haber kaynağımız simitçiden aldığımız bilgi dışında, ne bir açıklama ne bir tabela ne bir bilgi ne bir yetkili.
Şehir sularına antidepresan katılmış gibi tuhaf bir sakinlik hüküm sürüyor. Cool’luğun kralı tabir edilen David Bowie, yaşayıp şu son günlerdeki tavrımızı görse, hayranlıkla gitarını bırakır, gelip elimize sarılır “Beni yanınıza çırak alın” derdi...
Terör zirvede, savaş sınırımızda, dosttan çok düşmanımız var, hepsi de komşu!Bir haftadır yabancı basın “3. Dünya Savaşı mı çıkıyor?” gibi başlıklar atıyor. Başlıkların altındaki spotlarda hep biz varız.“Türkiye Suriye bataklığına batıyor” diye bir başlık atıldı perşembe günü.
Yok, kötülüğümüzü isteyen ve çok güçlü olmamızı kıskanan Batı basını değil, Al Jazeera attı bu başlığı! Ben bu yazıyı yazarken, Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın “Türkiye ve Rusya arasında savaş riski var” diye uyarı yaptığı ajanslara düştü.
Abdullah Gül “Cumhuriyet tarihinin en zor günlerinden geçiyoruz” dedi.Aynı akşam Taha Akyol televizyonda “40 yıllık gazeteciliğim boyunca bu kadar kritik bir döneme şahit olmadım” diye ifade etti duygularını.O esnada ülke hayatına devam ediyordu.
Belki bir mizah yazarının “fırtına obüsü” tamlamasını bilip cümle içinde kullanacak hale getirilmesi bile eleştirilebilir ama o günler değil bunlar. Zor günler.
Ve aslında belki Suriye krizinin başından beri “Bunu yapmayıp da ne yapacaktık ki” cümlesinin en haklı tonlamayla söylenebileceği günler.
“Angajman kuralları çerçevesinde misliyle karşılık verildi” cümlesinin sık sık kullanılıp, “Sabrımızı denemesinler” cümlesini bile özlettiği günler...
Şehir planlamayla ilgili kararlara gıcık olup yazı yazdığımız dönemleri tatlı bir hasretle andığımız günler...
AKM’nin kapalı olmasına filan sinirlendiğimiz zamanları mumla aratan günler...
Hatta, aah o günler o günler, şimdi yabancı gibiler...
Belki bu “angajman” kuralları noktasına gelmeden çook önce...
Daha yüzlercesi...
Bağrış çağrış, yoksulluk, fakirlik, dert tasanın içinde, aslında bu işe yaramaz insanlar kurtardı bizi!
Haldun Taner’den Ferhan Şensoy’a, Gırgır’dan Gezi’nin duvar yazılarına kadar, mizah hep yaralarımıza merhem oldu.
Çocukların adamakıllı beslenemediği yıllarda, yoksulluktan ayakkabı alınamayan mahallelerde, geç konuşan, bitlenmesin diye kafası kazıtılan tüm bebelerin toplamıydı ‘Avni’.