Alain de Botton, Statü Endişesi’nde şunları anlatır: Başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğü korkusu ve başarısızlığımızın toplum tarafından acımasızca yargılanacağı hissi, insanoğlunda evrensel bir endişe yaratıyor. Bunun için güzel, başarılı, zengin olmak, şık evlerde oturmak istiyor, bunlara mecbur hissediyoruz. Tabii kendi çevremizin standartlarıyla. Yani diyelim ki ayda 4000 TL maaş alıyorsunuz. Eğer etrafınızdakiler ortalama 2000 TL alıyorsa, havanızdan geçilmez, içiniz bu konuda rahattır. Ama aniden tüm tanıdıklarınız 6000 TL kazanmaya başlarsa, kendinizi felaket hissetmeye başlayabilirsiniz.
Instagram, her şeyden önce bu statü endişemizin biraz üstesinden gelmemize yarıyor. Evimizin en güzel köşesini, para biriktirip aldığımız marka elbiseyi, yeğenimizin düğünündeki en makyajlı ve rötuş sayesinde en ince halimizi, kırk yılda bir gidebildiğimiz pahalı bir kebapçıdaki neşeli fotoğrafımızı instagrama koyup, kendi imkânlarımız ölçüsünde, sanal da olsa ‘havalı’ bir hayat yaşıyor gibi yapıyoruz. Çevremizdeki hiç kimseden, çok şükür ‘eksik kalmadan!’
Ne var ki son elli yıldır yapılan tüm araştırmalar, paraydı, güzellikti, evdi, bu ‘statü endişesi’nin konusu olan değerlerin insana kısa vadeli mutluluklar verdiğini ortaya çıkardı! Mesela: Piyangoda büyük ikramiye kazananlar, müthiş bir mutluluk yaşıyor. Ama ne olursa olsun, en fazla 2 ay içinde, bileti alırkenki mutluluk seviyelerine düşmüş oluyorlar. Yani arkadaşım, 20 milyon dolar da kazansan, mutluluğu 2 ay sürüyor!
Peki insanı uzun vadeli, hatta hayat boyu mutlu eden şeyler ne?
Çok tuhaf ama, içgüdüsel olarak bunları da hissedip, Instagram yoluyla sağlamaya çalışıyoruz. Mesela:
”Özal “Onlar bizim hayallerimize bile yetişemezler” derdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise sık sık “Bizim icraatımızın ulaştığı yerlere, onların hayalleri bile ulaşamaz” diyor.
“Onlar” kim, “Biz” kim, “Siz” kim, emin değilim.
Ama hayallerimizin sınıfta kaldığı, millet olarak hayal gücümüzün “gücünü” büyük ölçüde kaybettiği kesin.
Bu aralar televizyonlarda diziler ve Survivor hariç iki tür program ağırlıkta:
- Dini konuları işleyen sohbetler...
- Komplo teorileri, dünyayı yöneten gizli güçler, inler-cinler, bilinmeyenler konusunda tartışma ve röportajlar...
Arada derede bir diyet, beslenme sohbeti filan bulduğumda “Vay be ne bilimsel program, ekrandan eve ilim akıyor” diye dikkat kesilip izliyor, yudum yudum içiyorum.
Başbakan adayı olarak son anda büyük bir sürpriz yapabilirim!
Adaylar arasından farklı profilimle (ki burnum yüzünden biraz düşük, dolayısıyla talebe uygun) sıyrılabilirim!
Aniden kurultayda beni sahnede el sallarken görebilirsiniz!
Ansızın, Bekir Bozdağ, Binali Yıldırım, İsmet Yılmaz, Numan Kurtulmuş, Mehmet Müezzinoğlu’nu beni alkışlarken izleyebilirsiniz!
Çocuk yapmamayı tercih eden kadınların bu seçimini sorgulamayın. Biyolojik sebepler, imkansızlıklar filan bir yana, belki sebep başkadır. Belki onlar çiçek çocuğu ruhlu, barış ve huzur âşığı insanlardır, ne biliyorsunuz?
Çünkü çocuk yetiştirmek, özellikle kadın için, zaman zaman bir tür savaştır! Kendi çocukluğumdan biliyorum, itiraz etmeyin.
Anne, yavrusunun 16-17 yaşına kadar, önce mantıksız bir bebek, sonra azgın bir çocuk, bilahare kafayı yemiş bir ergenle mecburen savaşmak zorunda kalır.
Bu, anne açısından meşru bir savaş, mecburi bir mücadeledir. Zira karşı taraftaki velet, anneye, kendisine, hatta çevresine zarar vermeye gayet meyilli, her an arıza çıkarabilecek, bir nevi canlı bombadır! Ben nispeten uslu bir çocuk olarak, kibritle kendi saçını ve halıyı yakmış insanım, itiraz etmeyin arkadaşım! O gün orada AFAD olsa belki durumu kurtaramazdı, annem kurtardı!
Pek inandırıcı gelmiyor. Dahası, MHP’nin şu haliyle kaybedecek pek bir şeyi de yok.
Ayrıca Akşener’i Bahçeli’ye tercih etmek için derin komplolara, müthiş algı yönetimlerine filan ihtiyaç da yok.
Sade vatandaş ya da senarist olarak dışarıdan göründükleri kadarıyla karakter tahlili yapsam, zaten Akşener her şekilde açık ara önde:
Akşener sıcak, Bahçeli buz!
Ayağımın tozuyla yazıyorum.
Dört günlük New York seyahati, okuduğum üniversiteler, yani Boğaziçi ve Columbia sayesinde bol koşturmalı ama nefis geçti.
Bir akşam, Boğaziçi Üniversitesi’nin davetinde Ümran Beba ile birlikte onur konuğuyduk.
New York’a yerleşmiş Boğaziçi mezunları arasında eski sınıf arkadaşlarımdan, ününü duyduğum değerli insanlara kadar, müthiş beyinler var.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ şöyle dedi: “Aile içi şiddette ve kadınla erkek arasındaki uyuşmazlıklarda devletin polisiyle, askeriyle, hâkimiyle, psikoloğuyla, sosyal çalışmacısıyla, uzmanıyla kadınla erkeğin arasına bu kadar girmesi ne kadar doğru?”
Buradan akıl yürütme yoluyla yepyeni bir devlet, hatta dünya modeli çıkarabiliriz. O denli vizyonu geniş bir söylem.
Mesela, devletin katille maktul arasına girmesi ne kadar doğru? Herkes eceliyle mi ölecek illa? Cinayete engel olmayı kadere karşı gelme olarak değerlendirme imkanı verebilir bu bakış açısı. Çok zihin açıcı kanımca.
Bak aklıma geldi. Misal doktorlar da bir kendine gelsin! Hastalığımla arama girmeleri ne kadar doğru? Belki o mikrobun bir mesajı, bana anlatmak istediği bir şeyi var?