Birincisi doğum günümü atlatmış olmak, ikincisi ise festivallerin başlaması.
Aslında tüm dünyada gösteri sanatlarının başlaması diyebiliriz.
Bilmeyenler için tekrar ve tekrar vurguluyoruz.
İKSV, 1973 yılında Dr. Nejat F. Eczacıbaşı tarafından kurulmuştur.
Festival denilen algıyı klasik müzikten sinema ve gösteri sanatlarına kadar genişleterek Türkiye’nin kültür sanatına büyük katkıda bulunan, kâr amacı gütmeyen bir vakıftır.
Evet ‘festival zamanı’ hem izleyici hem de performans sergileyecekler açısından heyecan verici.
Son yılların tartışılmaz tek gerçeği şu; hepimiz diziciyiz. Hiçbir hikayenin bir film dakikasında anlatılmasından yana değiliz. Mümkünse 3.5 saat anlatılsın, bakışlar yayılsın, hatta oyuncu olarak bile başarı kotamız 5 dakika boyunca aynı duyguyla hiçbir şey yapmadan bakışımız olsun derken... Artık biliyoruz ki oynayanı da, çekeni de, izleyicisi de, her ay KDV’leri hesaplayan muhasebecisi de, kanalı da istiyor ki 150 dakika iş çıkarabilelim. Her hafta!
İki Titanik üst üste izlemek gibi biliyorsunuz, özetiyle birlikte.
Halbuki sinemanın (sinema demek gerek ekran işlerinin ilk ismi olduğundan) izleyicinin düşüyle, kendiyle çatışmasıyla arasında bir konu bağıdır diziler, filmler. Tıpkı tiyatro gibi. Oysa yaklaşık 10 yıldır “Hay Allah, niye böyle bitti” denilen bir film duydunuz mu? “La La Land” bile iki finalli bitti maşallah.
Uzun uzun anlatıyoruz her şeyi. Her şeyi ama! Üstelik sınırlı kelimelerle. Çünkü sansür her yerimizde. Etrafta bitmeyen bir toplum huzuru konuşması. İnanılmaz şaşırıyorum ben. Kim bu mutlular? Bizim adımıza karar verip verip duruyorlar?
Ne geliyorsa başımıza mutluluktan geliyor, ben diyeyim size. Çünkü toplum hüzünlü toplum. Zaman hüzünlü zaman. Huzur kısmını ben kaçırıyorum. Bir genç olarak neyin bana örnek olup olmadığına karar verebilmek, talep etmek istiyorum. Neyse efendim...
Bu mutlular bize bakıp üzülüyorlar bence. “Huzurları kaçık” diye üzülüyorlar. Bana bakıp dertleniyorlar mı mesela?
Bir insanın derdini topluma örnek olma düşüncesiyle terazide dengeleyip anlatmak her zaman zordur. Bir taraf ağır basacaktır çünkü ve biz de o ağırlığı anlatırız zaten. Hayat, biraz da bu hikayeleri anlatmak için “bir sahnedir”. Bir suçluyu da anlatır sanat, yalnızı da, esnafı da. İnsanı tarif eder neticede. Her hikayenin kendi kelimesi, nezaketi, kabalığı, çığlığı, sessizliği vardır. E şimdi 150 dakika olmuş işlerde bunlar nasıl anlatılacak?
Kütüphaneyi karıştırırken Henri Bergson’un “Gülme” adlı kitabı gözüme çarptı.
Halihazırda muhteşem bir ekiple komedi filmi çekiyorum, dedim ki şu kitaba bir daha bakayım. Bu tiyatrocuların el kitabı olsa da, bence gülmeyi seven her insanın okuyacağı türden bir kitap. Yüzleşebildiğimiz kadarıyla tanığız zaten ne kadar az güldüğümüze.
NELERE GÜLÜYORDUK
Ülkece güldüğümüz ortak konuları evimize televizyon getirdi. Fakat bazı tiyatroların, özellikle Devlet Tiyatrosu’nun girmediği köy de kalmamıştır. Yıllarca Devlet Tiyatrosu’nda çalışan Gülenay Kalkan, çekim yaptığımız yerde sohbet ederken dedi ki: “Köye Hamlet götürdüğünü bilirim tiyatronun...”
Ben hiç eylülde doğmadım aslında.
Kesinlikle kabul etmiyorum bunu.
Eylülde doğmam için önce mutlu bir çocukluğum olması gerekir.
Yazık ki tam bir kış çocuğuyum. Ayım günüm belli değil.
Tek bir sözü söylemek için gelmiş ve çok da kalıcı değilmiş gibidir yüzüm.
Herkes söylediklerime gülümser benim. Şaka yaptığımdan değil, mutlu olduğumdan gülmem gerektiğini söylerler. Hiç gülmem. Mutlu değilimdir, komiğimdir ama.
“Ah, ah annem
Bugün öldüm ben
Bir düğmeyle
Delip geçti tam göğsümden” diye akan “Sözde Namus” şarkısı ile kadınları haykırdı avaz avaz.
Anton Çehov’un 1800’lü yıllarda yarattığı matemli kadın kostümünün günümüz uyarlaması gibi görünen simsiyah elbisesi, pırlantalarla kaplı takılarının arasından, bir fısıltıyla, belki ışıklar arasından seçtiği bir çift göze “Üstünden geçtiler kalbimin, kıramazsın” dedi.
Kristali ters dönmüş mitolojik bir varlığın, Hades’in kapısında sevdiğiyle yüzleşmesi gibi, diyecekleri bitene kadar sahnedeki gökgürültüsü bir an olsun bitmedi. Ne kadar kıyamet varsa hepsine ayna tuttu.
Artık Japonya’da yaşadığını ve birkaç değişik işle birlikte tekstille alakalı şeyler yaptığını öğrendim.
Sesini duymak kadar anne olduğunu bilmek de beni duygulandırdı.
16-17 yaşında aileden uzak ilk yaz tatilimi birlikte geçirmiştim onunla.
Yol boyunca Cake’in o yıl çıkardığı Comfort Eagle şarkısı çalıyordu.
İstanbul’a taşındığımız 98 yılından bu yana kurduğum onca arkadaşlık içinde onunki hep başka olmuştu.
Küçücük yaşının yanında bir bina kadar dev duran piyanosu, annesi ve babasının şahane sesi eşliğinde ev, La Scala’da bir prömiyer akşamı gibi olurdu.
Biz Göztepe’de otururduk. Annem babam yeni boşanmıştı ve pek huzurum yoktu evde.
Akşamları Caddebostan sahilinde yürüyüşe çıkardık arkadaşlarla.
Avizenin lambasının değişim zamanı gelmiş.
Üst kata taşınacağım birkaç gün sonra.
Komşuluk anlaşması aylar önce yapılmış, bir dost sohbetindeyiz sevgili İklim Tamkan ile.
Sessiz sokağımızın köşesinde titreşen bir torbanın kımıldanışına uyanıyorum.
Saat sabahın beşi. Eşliğinde bir bavul sesi.
Tekerleklerin Arnavut kaldırımı ezerek, sanki bir kavgada haklıyken haksız duruma düşmüş gibi söylenişini duyuyorum.
”Gonca umarım bugün dönmüyorsun. Hava çok kötü. Birkaç gün İstanbul böyle olacakmış.”
“Hayır. Bugün dönmüyorum. Çok kıyak bir aksiliğim oldu” dedim. Arkadaşlarım bilir.
Son yıllarda, bu tuhaf zamanın ve nefes aldığım mekanın içinde “anksiyete” adı verilen tuhaf bir sendrom uğrayıp gidiyor.
Üfürüklerin sızdığı kalbimden “şimdi yolun sonuna geldik” diyen heyecanlı bir ritim hızla yol alıyor önce.
Soğuk soğuk terleyen ellerimi kavuşturup, gözlerimi kapamaktan ve tam o anda neler olacağını kestirip ve hatta cenazemi hayal edip, kendimi toprağa vermeden sakinleştiremiyorum kalbimi.
Elinden sıkıca tuttuğum sevdiklerim ve hatta sevmediğim şeylerle ilgili umulmadık olumlu gelişmeler de olmasa pek tadım yok diyebilirim son zamanlarda.
Anneannem evde kavga olunca söylenirdi “Allah canımı alsa da kurtulsam” diye.
Neyi ve kimi haklı bulduğunu çok güzel kamufle ederdi bu sitem.