Bir eylül ihtarnamesi

Doğum günüm 2 Eylül 1986.

Haberin Devamı


Ben hiç eylülde doğmadım aslında.
Kesinlikle kabul etmiyorum bunu.
Eylülde doğmam için önce mutlu bir çocukluğum olması gerekir.
Yazık ki tam bir kış çocuğuyum. Ayım günüm belli değil.
Tek bir sözü söylemek için gelmiş ve çok da kalıcı değilmiş gibidir yüzüm.
Herkes söylediklerime gülümser benim. Şaka yaptığımdan değil, mutlu olduğumdan gülmem gerektiğini söylerler. Hiç gülmem. Mutlu değilimdir, komiğimdir ama.

***

“Ne zor insansın” derler.
“Deli” derler.
Karakterim kıyametim olmuş gibi acıyarak bakarlar halime ve sessizce anlaşma yaparlar berrak suyumla, tohum dolu toprağımla... “Yüzüme vurma” diye bir bakışları vardır hep. Bu filmin başrolü ben olayım der gibi yalvarırlar. Çekilirim ışığın altından. Savarım sıramı.
Değişiktir, dengesizdir anlaşmalarım bu yüzden.
Vurmam yüzlerine.
Göze gelirler.
Kıyamam.
Fakat sevmiyorum bazı insanları işte ben.
Eylülden beter sevmem.
Çünkü “konuyu değiştiriyorlar”.
Öyle hınçla boğazlıyorlar ki bir şeyleri, ağızlarından saçılan tükürük ve gözlerindeki aç şehvetçi bakışla yaralıyorlar bizi göz göre göre.
Doymuyor insanlar. Ettiğine doymuyor.
Alıyorlar hayatı, utanmadan konusunu değiştiriyorlar.
Anlamlı olan bir şey gidiyor.
Ağlıyorum.
İnsanlar yapar bunu.
Çokça hayvanlarıma sarılırım.

***

Bazen bütün konu benmişim zannederim. Sevdiğim şey benimdir, parçamdır çünkü. Sevmem yeter uğruna ölmem için. Turnayı gözünden vuranları şanslı saymam çünkü. Ne kadar gözünden vurulmuş turnayı iyileştirirsem şanslıyımdır ben.
Makul olamam. Sesimi veririm bu evrene ve gani gani hesap isterim.
“Bu sesler nereye gidiyor? Bu seslerin faturası kime kesiliyor! Anlat!” diye bağırırım.
En kötü, yankıma sarılır barışırım.
“Ah Gonca... Ne olur azıcık da idare etsen” derler.
Arabanın kapısına boyu erişmeyen çocuğun yaşlar içinde çığlığıyla bağırırım içimdeki yetişkine: “İdare edemem anne!” diye. Edemem çünkü.
Sevmem idare etmeyi.
İdare edenler sevmemiş.
Ben mi seveceğim.

***

Daima mutluluğu hak ettiğini düşünüyor insanlar. Niye böyle düşünüyorlar. Direkt mutlu olamıyorlar mı? İtibar meselesi artık mutluluk... Çığrından çıktı. “Dünyada bunca şey oluyor ama şimdii derriiiinnn bir nefesss alllıyorummm ve sindiiiriiiyorummm”...
Niye ki? Niye sindiriyorum? İyice çekiyorum içime lafı hele. Mutlu olmak için gelişen onca kişisel gelişimcilerin “en fiyakalı sözü ben buldum” içerikli aydınlanmış yüzlerinden sıkıntı geldi. Kendimi gelişmemiş ülke gibi hissediyorum.
Mutlu olmanın bir “an”ı vardı. O an mutlu olur insan. Niye bir saat boyunca nefes topluyorum anlamıyorum. Gerçi düzgün nefes de alamıyorum o ayrı. Aksine bir İyonyalılar, Aiol ya da Persleri okusak, bir girsek Mezopotamya’ya. Yok,kitap okumayalım. Yolculuk yapmayalım. Konsere gittiğimizde bile telefondan izleyelim şarkıcıları, yıldızları ve geceyi ve hatta sevgilimizin yüzüne bile telefondan bakalım.
Niye mutsuzsun? Çek derin nefesi içine, oohh mutluluk. Nereye çekiyorsun o nefesi sen bunca mutsuzlukla? Bize mi üfleyeceksin? Yok. Dünya dertlerini koy kenara Gonca. E ne derdi alayım? Mars’ın gerilimi mi sarsın? Yolculuğun yoksa mutluluk yoktur.
Okul arkadaşlarımdan daha çok severim kitaplarımı bu yüzden. Onlar da birbirlerini kitaplardan daha çok severler. Kısacası mutlu değilimdir. Fakat olmanın sebeplerini ayıklar, yollarına da çıkarım.
Yiyince sillesini hayatın, soruyor sitemli sitemli “ayıp değil mi?” diye. Ben memnunum ama.
Gerçi ayıp tabii. İnsan ayıbına selam vermeden ahlak ahbabı olamaz. Ayıplarımı da severim ben. Varsın yüzüme vurulsunlar. En çok benim yüzüme yakışırlar.

Haberin Devamı


Bir eylül ihtarnamesi

Eylülü sevmem. Doğum günlerimde gülümsemem.
Attila’ya (Özdemiroğlu) dedim ki bir gün “Ne çok ağladım şu Siyad’da. Dedim sana Ati çıkarma beni”...
Moralim bozuk çok çünkü hastalık epey ilerlemiş durumda. O durumda verdiği cevap şu oldu: “Düzgün düzgün normal insan gibi konuşsaydın ben de gülmekten kendimi yerlere atardım. Ben fena olurdum. Bana ayıp etmiş olurdun.”
Ben hayatımda ilk kez o an mutlu oldum mesela. İlk kez o zaman boğazım parçalandı gülmekten. Eşi Hepgül’le telefondayız bir gün. Santa Monica’da kumlara yatmışken “Hepgül benim evlilik zamanım geldi” dediğimde kahkahaya boğulmamızı sevdim. Kendi kendimin anneannesi olduğum da gözlemlenmiştir.
Az insanla mutlu oluyorum evet.
Çocuklar, hayvanlar, bitkiler, kitaplar. Dünyam bu kadarcık. Dünyayı da bu kadarcık şeyle iyileştiriyorum. Hikayem bu.
Doğum günümü yazdım sizlere. Belki içinde “beni çocukluğuma geri götür anne ve orada sarıl bana” demek için sabaha karşı uyanmış bir kız çocuğu varsa benim gibi diye.
Bu eylülü de içimde büyüyen bir şeylere adamak istedim.
Hiç önsözü olmayan hayat hikayelerine sahip çocuklar var etrafımızda çokça.
Hepsi ışıl ışıl.
Gecenin sessizliğini bozan plastik su şişelerine atılan çalımla eve girmeden kaç gol atıldıysa artık o kadar sayılsın yaşı o çocukların...
Tüm zamanı bir kediyi sevebilmek için durduran çocuk mucizedir benim için. Yenilik budur. Sevmek budur. Değişim budur. Eğitim budur.
Bazı çocuklar uykuda büyür.
Bazı çocuklar uyanıktır.
Işığı olan insan karanlığı aydınlatır.
Farklı olan, kendine has olan, yalnız olan. Şu vakit sokakta çalışıyor olan çocuklara adıyorum doğum günümü. Gitsinler, gönüllerince kutlasınlar.
Bu yıl doğum günümden beklentim böyle şeyler. Biraz depresif mi oldu ne... Sizden ne haber?

Yazarın Tüm Yazıları