Paylaş
”Gonca umarım bugün dönmüyorsun. Hava çok kötü. Birkaç gün İstanbul böyle olacakmış.”
“Hayır. Bugün dönmüyorum. Çok kıyak bir aksiliğim oldu” dedim. Arkadaşlarım bilir.
Son yıllarda, bu tuhaf zamanın ve nefes aldığım mekanın içinde “anksiyete” adı verilen tuhaf bir sendrom uğrayıp gidiyor.
Üfürüklerin sızdığı kalbimden “şimdi yolun sonuna geldik” diyen heyecanlı bir ritim hızla yol alıyor önce.
Soğuk soğuk terleyen ellerimi kavuşturup, gözlerimi kapamaktan ve tam o anda neler olacağını kestirip ve hatta cenazemi hayal edip, kendimi toprağa vermeden sakinleştiremiyorum kalbimi.
Elinden sıkıca tuttuğum sevdiklerim ve hatta sevmediğim şeylerle ilgili umulmadık olumlu gelişmeler de olmasa pek tadım yok diyebilirim son zamanlarda.
Anneannem evde kavga olunca söylenirdi “Allah canımı alsa da kurtulsam” diye.
Neyi ve kimi haklı bulduğunu çok güzel kamufle ederdi bu sitem.
İlgi de haliyle onun canına dönerdi. Konu da çözülmezdi. Kapanırdı sadece. Büyüyünce anlıyor insan.
Her şeyin orta yerinde bilet alıp alıp bir yerlere koşmam, elinden tutup şehrimin en güzel şiirlerini okumam hep bundan.
Sanki bir sitemi duyar gibi usulca sokulup şehrimin koynuna, kendi nabzımı yokluyorum aslında.
Uçak ise bu korkuların içinde en somutu.
Uçuşların en fenasına denk geldim sanırım.
Ellerimi kavuşturmuş, gözlerimi kapatıp, korkumu sakinleştirirken yazma kararı aldım.
Bu arada az önce yanımda oturan genç çocuğun kaynar çayı döküldü üstümüze. Uçakta “bu normal mi, ölüyoruz sanki” diye bir kadın ağlamaya başladı.
Halbuki sıradan bir “pek de sıradan olmayan türbülans” yaşıyoruz. Hepsi bu.
***
Berlin’in sıcak havası iyi geliyor.
Kafelerde klimaların altında saatlerce oturup, elinden telefonu hiç düşürmeyen o çiftlerin dışına çıkmak iyi geliyor.
İyi gelen en ufak bir şey, iyi geliyor. Hiç karşılık beklemeden. Benden başkası olmamı nazikçe de olsa istememesi, iyi geliyor.
Ağaçları izliyorum, sokaklarda oturan insanları, kaldırımlarda, kafelerde şarabını yudumlayan, çocuğunu koşturan, kitap okuyan, sokakta çalan müzisyenleri, müziğe eşlik edenleri.
Her yıl muhtemelen oynanması turistik hale gelmiş olan “Cabaret”in afişini görüyorum.
Liza Minnelli’nin “Money Money Money Money” diye tin tin yürüyüşünü hayal ediyorum.
Oraya, bir akademide gençlere oyunculuk üzerine bir şeyler anlatmak, paylaşmak ve deneyimlemek için gittim.
Yine de içimdeki öğrenciliği kenara atamadım.
Müzelere uğruyorum.
Amsterdam dönüşü Almanya’ya uğrayan oyuncu Levent Can ile karşılaşıyoruz. Ne güzel sürpriz diyoruz. Kanalın orada oturup sohbet ediyor, gülüyoruz.
***
Türbülans şiddetlendi. Küçük Prenses Gonca’nın uçağı aklımın ucundan geçiyor şimdi. Hostes hanım yanıma geldi. ”Korkarsanız Buket diye seslenin. Panik olmayın Gonca hanım, İstanbul’da hava harika” dedi. Ne güzel: Korkarsam Buket diyeceğim. ”Korkuyorum” demeyi sevmiyorum çünkü.
Berlin’de bir gece dışarı çıkıyorum. Orada yaşayan bir arkadaşımı göreceğim. Yasemin Mori ve Beyonce arka arkaya çalıyor kulağımda.
Ağaçlarla kuşatılmış bir yol.
Aman ne olacak deyip bir dans ediyorum ki sormayın.
Yanımdan geçen yaşlı bir kadın “ne güzelsin, harika dans ediyorsun” diyor, beraber azıcık dans edip gülüyoruz.
Teyze diyorum içimden. Gel sen bir de bana sor!
Bazen ilişkilerde bu yüzden mesafe olmalı işte.
Uzaktan size doğru hareket halinde yaklaşan bir cisme bakıp “üzerimize doğru dans ederek gelen bir şey var” diyebilirsiniz.
***
Hava biraz sakinledi sanki.
Uçtuğumu anlıyorum.
Richard Bach’ı bile çağırdım korkumdan. Ben böyle korktuysam Jonathan’a neler oldu kim bilir. Berlin’e dönelim. Unut bu kısmı.
***
Birkaç günün ardından Yunanistan’daki korkunç yangını okuyorum. Televizyonu açıyorum.
O küçücük bebeği görüyorum. Bir sürü insan.
Ağzında kediyle kaçan köpek.
Kenara köşeye ilişen “oh olsun” trolleri. Ama sesi gür çıkan bir Türkiye: Dayan komşu diyor. 99 depreminde bize dedikleri gibi...
Tadı kaçtı yine her şeyin. Şimdi eve dönmeliyim. İlk sarsılan uçağa atlayıp. Yine o his içimde. Kavuştur ellerini Gonca.
Bir küçük duayla uğurla kendini, korkularına.
“Günün sonunda hepimiz bir canı paylaşıyoruz.”
Tiziano Terzani kanser olduğunu öğrendiğinde, her şeyi bırakıp dünyayı gezdi. Ölmeden iki yıl önce şöyle bir not bırakmıştı karısına.
Mahabharata’dan: Yolculuk yapmayana mutluluk yoktur Rohita!
Yolculuğuma devam ediyorum ve elleri yıldızlı bir yazarın sözlerini uçağın buzlu camına kazıyorum sessizce.
“Sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan. / Yollarla barışmalı / Yalnızlığa alışmalı”
***
Uçak alçaldıkça sarsıntı iyice azaldı. İnsanlar tuvalete gidiyor. Çok korktular. Haklılar.
Buket hanım su verdi. Sakinledim. Yazıyorum zaten. Korkulacak bir şey yok. Seçimimi yaptım.
Bu hayattayım ve yaşayan her şeyin “yaşama haklarından” sorumluyum.
Korkmak yok.
Buket var!
Ve neyse ki diyecek sözümüz, korkunun üstüne gittiğimiz kahramanlıklarımız için ayrılmış sayfalarımız var.
Ben de bana düşen köşeye iliştirdim bu ürkek halimi.
Bazen ufak bir sarsıntı kişiyi kendi içinde yolculuğa çıkarır.
Uçak gökyüzünde ben içimde gezdik. Bitti.
İçi can dolu bir uçak gibi kalbimle. Gürültülü ve sakıncalı bir titreyişle. Ve iniyoruz...
Kendime geliyorum.
Paylaş