Hani diyoruz ya “Ne yazılıyorsa onu yaşıyoruz” diye.
Baharın böyle bir öngörüyle alakası yok!
Bahar bütün duyguların kudurukluğudur.
Kimse yazılan kaderi değil mümkünse inadını gösterir.
İki doz bahar aşımının sonucu, deliliktir.
Aha söyledim gitti.
Ne şekilde olursa olsun insan bayağılaşmak ve yalnız kalmak arasında bir seçim yapmak isterken yaratıyor bu KARAKTER dediğimiz tuhaf başlığı.
Herkeste bir biyografi telaşı var.
Bizi nasıl bilsinler?
Hep iyi bilsinler!
Doğru. İyi olmak başlı başına olumlu bir motivasyon bir kere.
Ama öldükten sonra kim ne derse desin halbuki değil mi?
Orada da güvenmiyoruz kimseye. Bu “başkaları için yaşamak” organizasyonunun öbür tarafını düşüneceksem niye öleyim ki ben?
Gecenin karanlığında yolda yürüyen kadınların, pır pır ederek yanan ışıklara, dar sokaklara ve muhtemelen yabancı bakan yüzlere karşı en büyük direnişi oldu sesi.
En çok sesi çıkanın daima haklı bulunduğu kaotik dünya gündeminde, sohbetlerinde mütevazılığıyla, şarkılarında attığı haklı çığlıklarıyla anlattı ortak dertlerimizi.
¡¡¡
Elleri kıymetli bir yazarın kitabında okumuştum hayat hikayesini.
Doldurttuğu karışık kasetleri, Yalova’da bisikletini verip karşılığında aldığı gitarını, İngilizce şarkılar yazdığını, 80’lerin sonunda ODTÜ Ekonomi’den İstanbul’a uçarak kendini müziğe adamasını, kemancı yıllarını, Sezen Aksu ile kesişen yollarını ve daha birçok şeyi...
Bu içler acısı olay kısa bir süre sonra sosyal medyada yayılmaya başladığından beri hâlâ etkisi sürmekte.
Suçlular yakalandı.
Geriye, kalanlara sabır dilediğimiz bir dua kaldı...
Müzikle hayatını kazanmaya çalışan 25 yaşında bir genç.
Sabaha kadar parmaklarını, kollarını bu ülkenin gülümseyişine feda etmeye hazır.
Sanat da bir ülkenin en büyük silahlarından biri.
Baharı hatırlamak istiyorum.
Kelime anlamıyla hatırlasam yeter.
Güneşi, gülmeyi, pikniği, fuarları, festivalleri, televizyonda beraber, düellosuz izlenilen şeylerin çeşitliliğinin tadını çıkardığımız ortak sohbetleri, ılımlılığı, güzelliği, birlik bilincini, bozacıları, konserleri, Hıdırellez kutlamalarını, ramazan eğlencelerini, sokaklara taşırdığımız geleneksel olan her şeyi...
Meydanlardaki tiyatro oyunlarını, Zülfü Livaneli’nin şarkı söyleyip tüm caddenin el ele tutuştuğu 29 Ekim kutlamalarını...
Çocukların stadyumları doldurduğu, bale ve operaların şehrin her yerini kapladığı, turistlerin ülkemize gelip bir türlü dönmek istemediği o kutlamaları...
Ülkemi...
Çok özledim.
Paulo Coelho’nun Simyacı romanını oyuna uyarlamışlardı. Sanırım 10 yaşlarındaydım. Oyundan çıktıktan sonra kendimi kahraman gibi hissetmiştim.
Şimdilerde çocuklarımıza çok az sunabiliyoruz bu duyguyu, öyle değil mi? Onları oyunlardan çok ikazlarla şekillendiriyoruz. Ruhlarındaki maceraperest, meraklı cini yasaklarla çevreleyerek onları ormanın içindeki doğaüstü güçten uzak tutuyoruz.
Oysa Heidi’nin böylesine koşma arzusu olmasaydı...
Evi dinlemeden, saati beklemeden, hayvanlarla ve yalnızlığıyla dost, doğayla iç içe o muhteşem çocukluk cesareti olmasaydı ne yapardık?
Simyacı kitabında yazıyordu cevabı:
“Neden yüreğimi dinlemek zorundayım?”
“Çünkü onu susturmayı hiçbir zaman başaramazsın...”
Uçak seyahatinde yanında oturan 5 yaşında bir çocuğun, güvenlik kartındaki “Suya acil iniş” bölümünü dikkatle incelediğini görünce sormuş, “Sence bu resimde ne anlatılmak isteniyor” diye.
Çocuk ise şöyle bir yanıt vermiş:
Üzülmek yasak!
Bir çocuğun kendi ufkuyla gördüğü “üzülmeyi ayırt edebilme” yetisi, o çocuğun bir yetişkinle arasındaki “güvenli büyüme” alanını işgal eder.
Şunu düşündüm;
Türkiye’de bir çocuğun üzülme sınırı nedir? Bir çocuğun haksızlık hakkı nedir?
Nedir ki bir çocuğun haksızlığa uğradığı zamanki suskunluğu, bir yetişkinin hafifletici sebebi olsun...
Sessiz ve derin uykuda birçok hastanın içinde bir serçe gibi uyuyan, fazlaca ağrılarından uyutulan hatta zorlukla nefes alan arkadaşımın önünde duruyorum.
Onlarca düşünce geçiyor aklımdan.
Gözlerimi arkadaşımın kadife gözkapaklarından, bebek gibi teninden alamıyorum.
Bir yandan da makineleri takip ediyorum.
Anlamaya çalışıyorum her şeyi.
Her şeyi soruyorum kendime: