Paylaş
Avizenin lambasının değişim zamanı gelmiş.
Üst kata taşınacağım birkaç gün sonra.
Komşuluk anlaşması aylar önce yapılmış, bir dost sohbetindeyiz sevgili İklim Tamkan ile.
Sessiz sokağımızın köşesinde titreşen bir torbanın kımıldanışına uyanıyorum.
Saat sabahın beşi. Eşliğinde bir bavul sesi.
Tekerleklerin Arnavut kaldırımı ezerek, sanki bir kavgada haklıyken haksız duruma düşmüş gibi söylenişini duyuyorum.
Bu hissi bir yerden tanıyorum. Bu Cihangir’i seviyorum ben.
Zafer, yorgunluk, özlem, sitem, kaskatı kesilmiş bir yürek, yaşamaya dair söylenecek çok sözüm, ha bir de çokça aşkım var.
Sabaha karşı kedi kokan sokaklarında kim bilir kaç kez yarının hesabını yaparak yürüdüm bu kaldırımlarda.
Cihangir’im, kusurum benim. Bana dair elde ettiğim en büyük parçam.
Hep eksikliğimi yüzüme vuran.
Aramıza aldığımız sırrın saçlarını okşadığımız, ortak gizli akşamım benim.
Bir sürgün öncesi şiirlerini “duygu durumu iyi olmayan” kadınlara bağışlamış şairler gibi, beni görünce sarılmaktan, sevişmekten başka bir şey gelmiyor aklına yazık ki.
Her köşesinde hayatımın izleriyle bir kadın yüzüne dönüşmüş yüzünde yürüdüm de yürüdüm.
Kim bilir kaç kez.
Hayal Kahvesi’nden çıkıp tantuni yediğim sabaha karşı saatlerde, ertesi gün okula giderken dilimde
Queen şarkıları ve muhtemelen pek de kalıcı olmayan aşkların sancısıyla kim bilir kaç kez kendimi “keşfedilmemiş o muhteşem ada” zannettim.
Bütün şarkılar yabancıydı bir tek ben yerliydim barlarda sanki.
İçimde bir Işıl German, Aylin Urgal, Sezen Aksu mırıltısı “aa vallahi de bırakmam!” diyen ısrarcı bir komşu gibi basardı göğsüme.
İçimi dışarı çıkarırdı. Biraz da benden katardı Cihangir kendine.
***
Pijamalarımla bakkala gittiğim sabahlar, piyasa haberlerini onlardan almayı ve muhtemelen umutlu yüzümden okunan hayallerime dair birkaç cümleyle güne başlamayı özlemiştim.
Bir ilhamla marketten çıkar mı insan, çıkar.
“Sen çok değerlisin Goncacım. Bu sene harika bir yıl olsun” denilince yedi yerden açardım.
Hayatımın en korkulu, gerilimli döneminde “uyku tutmadıysa gel taze çayım var” diyen marketteki Dilek Hanım’ı nasıl unutabilirim?
İnsan nerede sadeleşir, bilemem.
Fakat bir sürprizle sakinleşirmiş, gördüm.
***
Bir kez olsun acımadı halime Cihangir.
“Zengin bir koca bulsun da hayatı kurtulsun” demedi.
Açık oldu.
Çalışacaksın, üreteceksin, birlikte oturulan sofraların parçası olmak için...
Yarının mühim konuşmasına, jürinin karşısında dimdik durmama ezber tuttu.
Merdivenlerinden bakınca Dolmabahçe’ye, önü İstanbul Modern’e, sağı Topkapı Sarayı’na uzar ve görkemli Sultanahmet Cami’nin ışıkları karşılar beni...
***
Şu koca şehirde kim bilir kaç kişi kırdı kalbimi?
James Joyce’un “Sürgünler”inde bir sahne var, bayıldığım.
- Gidiyorum.
- Sen bilirsin.
- Gitme dersen gitmem.
- Sen bilirsin.
Gitmiştim. Sabahın beşinde kalkıp yatağımdan bu gidişi hatırladım.
Sabaha karşı kaldırımın inatçı taşlarına takılan valizin sesine benzettim kaçan tadımı.
Kaldırıma çıkmak istemeyen, çıktı mı da inmeyen kadını.
Demir parmaklıkların önüne serilmiş güneşin tadını çıkaran ukala kedilerin kısık gözlerinden, her sabah birbirini özleyen ve geceleri yorgun argın eve dönerken tutturulan şarkıları, iki sokakta bir çalan piyano seslerini, fazla gürültü yapınca birbirinin kapısına mektup bırakan romantik şikayetçileri, hayvan sevgisini özledim.
Fakat henüz asıl konuşmayı yapmadık Cihangir’le.
***
Evet yeniden döndüm Cihangir’e.
Bu sabah yeni evi yerleştireceğim.
Ne bu dünyada ne de Cihangir’de kalıcıyım. Ne diyeyim: Bu iş çok zor Gonca!
NOT: Perşembeye taşınacak Kelebek yazılarım.
Benim küçük edebi dünyam Cengiz Semercioğlu’nun yazı yazdığı günlerde az da olsa alkış alır mı. Ben bile ona bakıyorum ilk ne yazmış diye.
Böylelikle ilk komşu edepsizliğimi de yapayım dedim. Ne de olsa aynı mahalledeyiz. Perşembe günleri buluşmak üzere.
Paylaş