Şu veya bu siyasi parti iktidara geldi diye, başında ‘milli’ ifadesi yer alan kurumların siyasetleri değişmemelidir. Siyasi partiler ve bunların iktidarları, ‘milli’ konuların geliştirilmesinde ve daha iyi yapılmasında yarış halinde olmalıdırlar.
İşte, milli savunma konusu da başlıca bu kabildendir.
1952 yılından beri savunmamızı emanet ettiğimiz NATO’nun başımıza hangi gaileleri açtığı malumdur.
NATO’ya güvenmemiz yüzünden savunma sanayimizi kurup geliştiremedik. Oysa en sıkışık, en muhtaç olduğumuz anda NATO bizi yalnız bıraktı, bize silah ambargosu uyguladı ve hatta karşımıza dikildi.
Dün Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra yaşadıklarımızı, bugün, sınır güvenliğimiz için Suriye’de yaptığımız harekâtlardan sonra aynen yaşıyoruz. Müttefik bildiğimiz NATO üyesi AB ülkeleri, Türkiye’ye karşı ambargo yarışına girdiler.
Malum, dün olduğu gibi bugün de iş başa düştü ve kendi göbeğimizi kendimiz kestik, kesmeye devam edeceğiz.
Acaba, savunma sanayimizi yerli ve milli yapmadan bu başarıları elde edebilir miydik?
Açık konuşalım, bir adım bile atamazdık, attırmazlardı. Çünkü Kıbrıs Barış Harekâtı’nda, Mehmetçiğin elindeki M-1 piyade tüfeğini bile NATO menşeli olduğu için ‘Kullanamazsınız!’ dediler.
Halkbank, vermiş olduğu krediyi tahsil edemeyince üniversitenin mal varlıklarına tedbir koydu. Kızılca kıyamet de bundan sonra koptu.
Zira altında Başbakan Ahmet Davutoğlu, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce ve Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Feridun Bilgin’in imzaları bulunan ‘Özelleştirme Yüksek Kurulu Kararı’ ile İstanbul Kartal ilçesindeki mahut taşınmaz, İstanbul Şehir Üniversitesi’ne bedelsiz olarak devrediliyor.
Üniversite yönetimi, bedelsiz aldığı bu araziyi ipotek ettirerek Halkbank’tan 370 milyon TL kredi alıyor.
Halbuki o ana kadar üniversitelere verilen tüm yerler ‘tahsis’ şeklinde veriliyordu. Burada ise ilk defa bedelsiz devir ve tapu veriliyordu. Mimarlar ve Mühendisler Odası bu hukuksuzluğu dava konusu yaptı, Danıştay da bu itirazı yerinde görerek, arazinin bu şekilde üniversiteye verilemeyeceğine karar verdi.
Banka Danıştay’ın kararını görünce (arazinin bir bölümünün üniversitenin elinden çıkması) verdiği kredinin peşine düşüyor. Banka üniversite yönetimiyle yaptığı onlarca görüşmeden bir sonuç alamayınca da takip süreci başlattı.
Üniversitenin mütevelli heyeti başkanı Ömer Dinçer medyaya çıktı ve sureti haktan gözükerek “(...) Halkbank bize destek vermeliydi. Fakat bunu vermediği için doğrusu endişe taşıyoruz. Bu süreçte doğrusu bizi mali bir zafiyete düşürme çabaları var” dedi ve aklı sıra yönetimi, dolayısıyla Başkan Erdoğan’ı suçladı.
O Ömer Dinçer ki, ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden beri Erdoğan’ın yanında ve Erdoğan onu Başbakanlık Baş Müşaviri, Başbakanlık Müsteşarı, İstanbul milletvekili, Çalışma ve Sosyal Güvenlik ve Milli Eğitim bakanlıkları görevine getirdi.
Halbuki üniversitenin kuruluşunda büyük yardımları olan
Kızıl sömürü düzeni 1990’a kadar sürdü. 1990’larda Sovyet imparatorluğu dağılınca, tek kutuplu kalan dünyanın jandarması ABD kaldı.
Rakipsiz kalan ABD, tüm dünyayı köpeksiz köy olarak gördü ve tabir caizse, zücaciye dükkânına fil gibi daldı. Elindeki gücü, sömürü ve zulüm aracı olarak kullandı ve kullanmaya devam ediyor.
Uluslararası askeri bir pakt olan NATO’yu da adeta ABD’nin ‘özel’ ordusu gördü ve bu şekilde kullandı ve kullanmaya devam ediyor.
ABD, NATO’yla, üye olan bir kısım ülkelerle güvenlik işbirliği yaparken, diğer bir kısmını da kontrol ediyor. Türkiye de ikinci kategoride yani kontrol edilen ülkeler arasında bulunuyor.
Nitekim Türkiye, haklı olarak, “Ben, NATO’daki tüm yükümlülüklerimi yerine getirdim ve getiriyorum ama NATO bana yardım etmediği gibi, beni yalnız bırakıyor ve hatta NATO’nun ipini elinde tutan ABD, terör örgütleriyle el ele verip benim üzerime geliyor” diyor ama lafını kimseye dinletemiyor.
Düşünebiliyor musunuz, kırmızı bültenle aranan terör örgütü militanları, başta ABD olmak üzere NATO’ya dahil tüm AB ülkelerinde ellerini kollarını sallayarak geziyor ve hatta lüks içinde yaşatılıyorlar.
Türkiye’nin önünde iki yol vardı, birincisi statükonun devamıydı. Yani eskiden olduğu gibi tüm bu yapılanlara seyirci kalacak, Suriye’nin kuzeyinde yeni bir Kürt devleti (gerçekte terör devleti) kuruluşuna ve kendi ülkesinin parçalanmasına göz yumacaktı.
Ya da yetti gayri diyerek, kendi göbeğini kendisi kesecekti.
5 Aralık 2019’da kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verilişinin 85. yılını idrak edeceğiz. Zira 5 Aralık, dünyada Kadın Hakları Günü olarak kutlanmaktadır.
Batı’nın kadın hakları konusundaki geçmişi tek kelime ile yüz karasıdır. Zira kadın hakları konusunda, tarihi süreçte bizden çok gerilerdeler. Nitekim ortaçağda Doğu İslam medeniyetini yaşarken, kadın tıpkı erkek gibi kutsal bir varlık olarak bilinirken, Batı’da kadın, insan bile sayılmazdı.
Bakınız, 1923’te Avusturya, Macaristan, Polonya, Çekoslovakya ve Estonya’da, 1928’de İngiltere’de, 1934’te Brezilya’da kadınlara oy hakkı tanındı. İngiltere’de kadınlara oy hakkı bir asır boyunca tartışıldı.
Bizde ise 1934’teki Anayasa değişikliği ile kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı. 1930’lu yılların başında belediyelere encümen, daha sonra da muhtarlık ve ihtiyar heyetlerine seçilme hakkı tanınmıştı.
Kadının seçilme hakkı, Batı’nın birçok ülkesinde bizden sonradır: İtalya’da 1948, Fransa’da 1944, Japonya’da 1950, İsviçre’de 1971. Buna rağmen demokrasi ve kadın temsiliyeti açısından bugün bizden fersah fersah ilerideler.
Oysa yargıda, Batı’nın birçok ülkesinden daha iyi konumdayız. Şöyle ki, görevde bulunan 20 bin 777 hâkim ve savcının 13 bin 284’ü erkek, 7 bin 493’ü kadındır.
Yasamada ise biz daha yeni yüzde 14’lere ulaştık (Meclis’teki kadın milletvekili oranı). Şimdiye kadar yapılan seçimlerde, ortalama yalnızca on kadar kadın milletvekilini Meclis’e sokmuşuz. Oysa bu rakam, daha başlangıçta (1935 seçimleri) 17 idi ve hatta araseçimle bu sayı 18’e çıkmıştı.
O günün koşullarında doğrusu çok ileri bir hamle.
Müstevlilerin hakkımızdaki niyetleri belli, bunu gizlemeden açıktan sergiliyorlar. Bir yandan bizimle dost ve müttefik gözüküyorlar, diğer yandan bizim kıyasıya mücadele ettiğimiz terör örgütleriyle iş tutup onları üzerimize salıyorlar.
Biz bir imparatorluk bakiyesiyiz, bizim bünyemizde çeşitli inanç ve etnik kökende insan toplulukları var. Gerçekte zenginliğimiz olan bu denli çeşitliliğimizi, karşıtlık ve birbirine düşmanlık şeklinde gösterip kaşıyanlar her daim olmuştur.
Bundan böyle de olacaktır.
Nitekim geçen gün İzmir’de Alevi bir yurttaşımızın kapısına, çok çirkin bir işaretle iğrenç bir yazı yazıldı. Bunu yazan asla bu ülkenin insanı olamaz.
Bunu yapan belli ki, kelimenin tam manasıyla bir kışkırtıcı ajandan başkası değildir. Akılları sıra Alevilerle Sünnileri karşı karşıya getirip birbirlerine kırdırmak istiyorlar. Tıpkı daha dün Kahramanmaraş’ta, Sivas’ta, Çorum’da yaptıkları gibi.
Unutmayalım ki, müstevlilerin hakkımızda düzenledikleri dosyalar raflarda bekletiliyor. Zaman ve zemine göre, kendilerince hangisinin indirilip yürürlüğe konulması istenirse, o dosya açılır. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-antilaik...
Bu netameli coğrafyada bizim öncelikle devlet gibi devlet olmamız lazım. Devlet gibi devlet, yani yerli, milli ve gerçekten bağımsız olmak. Bilmeliyiz ki, biz içeride sağlam olursak dışarısı bize bir şey yapamaz.
Şimdiye kadar devamlı yaptılarsa, yapabildilerse, bu hep devletimizin sağlam durmayışından olmuştur. Bu şer odaklarının devletimizin kılcallarına değin nüfuz etmesinden olmuştur.
Siyasette çok genç ve deneyimsiz olmasına karşın, AK Parti iktidarlarında önemli görevlere getirildi (Dışişleri Bakanlığı, ekonomiden sorumlu Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı ve AB ile yürütülen müzakerelerde Başmüzakereci).
Bizim coğrafyamızın ve tabi siyasetimizin bazı gerçekleri vardır ve bunlar bize özgüdür.
Örneğin: Bizdeki siyasi partiler lider eksenlidir. Özellikle genel seçimlerde bizim milletimiz, inandığı ve güvendiği siyasi partinin liderine oyunu verir. Bu durum yerel seçimlerde tam böyle değildir, yerelde (belediye başkanlığı) adayın özellikleri bir ‘tık’ öne çıkar.
Ama genel seçimde, istenilen adaylar listede olmasa bile seçmen, liderin hatırına oyunu verir.
Şu halde bizim coğrafyamızda kitleleri sürükleyecek olan, kadro hareketinden ziyade karizmatik liderlerdir (CHP-İnönü, DP-Menderes, AP-Demirel, DSP-Ecevit, MSP-Erbakan, MHP-Türkeş, AK Parti-Erdoğan vb).
Ali Babacan’ı dinlerken son derece heyecansız bir tip olduğunu gözlemledim. Bu tipler siyasette başarılı mutfak insanı olurlar, yani ‘bakan’ veya ‘yardımcı’ düzeyinde iş görürler.
Abdullah Gül’ün uzaktan kumandası ile siyasi parti liderliğinin yapılamayacağı ise gün gibi aşikârdır.
Oysa ne
Biz Türkler, tarihin akışını değiştiren bir millet olduğumuzdan, hep hedefte olmuşuz. Şimdi bile bizi şanlı bir imparatorluğun vârisi olarak görüp değerlendirdikleri için, gözlerini üzerimizden, ellerini üstümüzden çekmiyorlar.
Zira eski kuvvetli ve kudretli günlerimize geri döneceğimizden çok korkuyorlar. Bir gerçeğin altını kalınca çizelim: Korkularında yerden göğe kadar haklılar. Çünkü biz, güçlenip yönlendirmeye başlarsak, emperyalistlerin çanına ot tıkanır.
Çünkü biz, haksızlık karşısında susmayız, zulme sessiz kalmayız.
Bundan dolayıdır ki bize biçtikleri rol ‘olma ve ölme’dir. Yani asla, kendi ayaklarımızın üstünde durmamızı istemezler. Hep kendilerine muhtaç olmamızı isterler.
Bakınız: Bize reva gördükleri demokrasi bile güdümlüdür, vesayetle illetlidir, hastalıklıdır.
Bizden başka, dünyanın hangi demokratik ülkesinde bunca darbe yapılmıştır? 1960, 1971, 1980, 1997 (28 Şubat), 2007 (27 Nisan e-muhtıra), 2013 (FETÖ’nün 17 ve 25 Aralık Emniyet ve Yargı darbe girişimleri), 15 Temmuz (2016 FETÖ’nün askeri darbe girişimi).
Tüm bu darbelerin arkasında, bizim dost ve müttefik bildiğimiz ülkeler var. Buna nasıl cüret edebiliyorlar derseniz, elbette ki içimizdeki işbirlikçilerin sayesinde. Zira haini bizden daha çok olan bir ülke yeryüzünde bulunmamaktadır.
En büyük hainlikleri ise devletle milleti birbirine düşman etmek istemeleridir.
Çocuklarımızı ve gençlerimizi kendi elleriyle yoğurup şekillendiren ve geleceğe hazırlayan eğitimcilerdir. Bunların başında da ebeveynlerle (anne-baba) öğretmenler gelmektedir.
Eşya ve hadiseleri oluşturup kullanan, hükmü altına alan insandır. İnsan ise toplum halinde yaşayan bir varlıktır. Toplum (devlet) kurallarla yaşar; siz istediğiniz kadar mükemmel yasalar yapın, onları uygulayacak olan insan eğitimli değilse, ideal toplumu oluşturamazsınız.
Dün 24 Kasım Öğretmenler Gününü idrak ettik; tıpkı yılda bir gün (10 Mayıs) idrak ettiğimiz Anneler Günü gibi. Oysa anne hep annedir, öğretmen hep öğretmendir. Dolayısıyla bu günler, yılın tüm günlerinin anne ve öğretmen günü olmasına delalet etmesi bakımından önemlidir.
Anne de öğretmen de toplumda model şahsiyetlerdir. Şu halde onlar gerçekte zaman üstü şahsiyetlerdir ve onlar için ne yapılsa azdır.
Zira anneler, cenneti ayaklarının altında barındıran en müşfik sığınaklardır.
Öğretmenler ise sahip oldukları ilim payesiyle en üstün rütbenin sahibidirler.
Bu her iki model şahsiyetin (anne ve öğretmen) şekillendirdiği nesiller eliyle dünyamız, ya zifiri karanlıkta kalır ya da aydınlığa kavuşur.
Şu halde anneden ve öğretmenden başlayarak: Eğitim, eğitim, eğitim...