İstikbalin tarihçisi günümüzün özetini yaparken son değerlendirme cümlesi şöyle olsa gerektir: İnsanoğlunun tarihinden tevarüs ettiği tüm birikimlerini üst üste koyarak adalet, güvenlik, sağlık, eğitim, barış, huzur adına kurup örgütlediği tüm kurum ve kuruluşlar S.O.S. veriyor.
Zira dünyanın yegâne süper gücü olan ABD’nin başındaki adam(lar), kendi sapık inançları doğrultusunda, sözde “Tanrı’yı kıyamete zorlamak için” ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.
Uluslararası arenada ne sözün ne mutabakatın ne anlaşmanın ne sözleşmenin bir hükmü kalmadı.
Bakınız: Türkiye, Suriye konusunda hem Rusya ile ve hem de ABD ile mutabakat zabıtları imzaladı. İki ülke de sözlerinde durmadı ve Suriye’de kan oluk oluk akmaya devam ediyor.
Merkezi yönetim, Rusya ile el ele vererek sivil yerleşim yerlerini bombalıyor.
İdlib’de tam bir insanlık dramı yaşanıyor; bombalardan kurtulabilen çoluk-çocuk, kadın yaşlı on binlerce insan Türk sınırına doğru kaçıyor. Rusya ile el ele veren Suriye rejimi, bir taşla birkaç kuş vurduğunu zannettiği bu durumu bilerek ve isteyerek yapıyor.
En başta da Türkiye’yi zora sokmak istiyor. Zira Türkiye’nin yeni bir göç dalgasını kaldırmasının imkânı yoktur. Sınırın hemen öbür tarafında yığılan bunca masum, aç açıktaki insanın yürek paralayıcı hallerini dünya sadece seyrediyor.
Yardım elini yine Türkiye’den başka uzatan yok. Sözde mutabakat yaptığımız İran da Suriye rejimi ile işbirliği halinde, o da kendi ideolojisi doğrultusunda hareket edip Sünni yerleşim yerlerini ortadan kaldırıyor.
ABD ve bilumum İslam karşıtları gökte aradıklarını yerde bulmanın (Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmak) sevinciyle İran ve Suudi gibi sözde İslam rejimlerinin üzerine titrerler ve asla yıkılmalarını istemezler.
Zira İran, tarih boyu hep Müslümanlarla savaşmıştır, hiçbir gayrimüslim devletle savaşmamıştır. Mesela Osmanlı ne zaman Avrupa’ya sefere çıktıysa, İran bu durumu fırsat bilip arkadan vurmuştur.
Bakınız, aynı Fars geleneğinden gelmesine rağmen, Pakistanlı ünlü şair M. İkbal, İranlılar için şu ilginç tespiti yapar: “Farslar İslamlaşma yerine, İslam’ı Farslaştırdılar!”
İran’ın din algısında inançla (akide) devlet (yönetim) aynı düzlemde, birbirinin olmazsa olmazıdır.
İran Şia inancındadır, bu inanca göre sahabe (Peygamberimizin arkadaşları) bütünüyle kâfirdir. İmamlar (ayetullahlar) tıpkı peygamberler gibi masumdur. Nitekim İran anayasası kaynak olarak kitap, yani Kuran-ı Kerim’i (ki, o da eksiktir!) ve Peygamber’in sünneti yerine imamların sünnetini esas alır.
Kuran-ı Kerim haşa eksikse, Hicr Suresi’nin 9. ayetine ne diyecekler? Mealen: “Şüphesiz ki zikri (Kuran) biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz”. Yani sümme hâşâ Allah, indirdiği kitabı korumaktan aciz mi? Allah’a bu denli bir isnatta bulunan İslam dairesinde kalabilir mi?
Şia’nın diğer bir özelliği de ‘takiye’ dir. Yani kendilerini gizlemeleri, olduğu gibi görünmemeleri, ki bu hal İslami inançla (ihlas) taban tabana zıttır.
Yeryüzündeki tüm ehl-i sünnet itikadındaki İslam ülkelerine bakın, bunlardan hiçbiri İran’da veya Suudi Arabistan’da Sünniliği yayma gayretinde değildir.
Koalisyon hükümetinde olduğu ta 2000’li yılların başından, bugünleri, bugünlerin vahametini görmüş ve adımlarını ona göre atmıştır.
O, hükümetlerin ömrünün bir buçuk yılla sınırlı olduğu bir dönemde, seçimlere bir buçuk yıl varken hükümeti yıkıp seçimlere gitmiş ve Türkiye’de uzun yıllar sonra tek başına iktidar olmanın yolunu açarak siyasi istikrarı sağlamıştır.
Sayın Bahçeli Türk siyaset tarihinde ender görülen şahsiyetlerdendir. En önemli özelliği, her şeyden önce devlet ve millet demesidir. Başkaları gibi şahsi siyasi ikballerin esiri olmamıştır.
Bu yüzden altın tepside kendisine sunulan başbakanlık makamını iki kez elinin tersiyle itti.
Malum, ülkemiz vesayet demokrasisine geçtiği günden beri, sudan konular nedeniyle kısırdöngü içerisindeydi. Halk, deliye pösteki saydırırcasına, adeta meşguliyetle tedaviye tabi tutulmuştu. Zira hayali öcüler keşfedilip, halk onlarla korkutuluyor ve sözde o korkular için alınan önlemlerle hizaya sokuluyordu.
Malum korkuların başında komünizmin gelmesi ve laikliğin ortadan kaldırılması tehlikesi yer alıyordu.
Halbuki asıl tehlike FETÖ ve bölücülüktü, bunların ikisini de ABD içimize soktu ve sittinsenedir bir maden gibi için için işletti.
Mahut tehlikeler ur olup bünyemizi sararken, sittinsene boyunca tehlike diye cambaza baktırıldık.
Aynı insanoğlu kendi elleriyle oluşturduğu sözde medeniyetini, hemen her şeyiyle petrole (enerjiye) muhtaç hale getirdi. Zira tüm gereksinimlerini enerji ile sağlıyor ve onsuz neredeyse adım atamıyor.
Kaderin cilvesine bakın ki dün imparatorluk olarak enerji kaynaklarının üzerinde bulunuyorduk. Bu yüzden bizi parçalayıp darmadağın ettiler. Topraklarımız üzerindeki petrol sahalarını taksim ederek, kendilerine uydu devletçikler kurdular.
İmparatorluğumuzu elimizden aldılar, onun külleri üzerinden kurduğumuz yeni devletimiz de bölgesinin enerji hatlarının geçiş güzergâhı üzerinde bulunuyor.
Daha da önemlisi, en uzun kıyı şeridine sahip olduğumuz Akdeniz havzasında dünyanın en zengin petrol rezervleri keşfedildi.
Tüm emperyalistlerin gözleri ister istemez yeniden bu coğrafyaya çevrildi.
İşte Arap Baharı denilen olaylar bu yüzden çıkarıldı, BOP bu yüzden dizayn edildi.
Türkiye bu yüzden dört bir koldan kuşatılmaya çalışıldı.
Hedefleri belli: Elli parçaya böldükleri bölgeyi yüz elli parça edip böylece ortaya çıkacak kabile devletçiklerinin enerji kaynaklarını ele geçirmektir.
İran’ın füzelerine karşı Trump’ın geri adım atması ve olayı ABD açısından sıcak bir çatışmaya dönüştürmek istememesi hiç şaşırtmadı.
Haddi zatında tarih tekerrür ediyor ama maalesef ibret alan yok. Zira benzer gerilimler İran-Irak Savaşı’ndan önce de yaşanmıştı. ABD, tarafları kızıştırıp birbirlerinin üzerine saldırttı.
Sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı’nın kazananı Batılı silah üreticileri, kaybedeni ise İran’la Irak oldu.
ABD aynı oyunu sahnelemek istiyor, ikinci adamını öldürerek burnundan soluyan İran’ı, BAE veya Suudi Arabistan’a saldırtmak istiyor. İran, Irak’ın zaten içinde.
Suudi Arabistan’ın ve BAE’nin başlarına getirilen veliaht prensler tam da bu iş için kurgulanmış kuklalardır. Körfez’de yürütülmekte olan vekâlet savaşlarında kullanılan terör örgütlerinin arkasında bu kişiler var.
İran, ta Afganistan’dan Yemen’e kadar Şii yayılmacılığını, ABD’nin önünü açmasıyla gerçekleştirdiğini bilmiyor mu? Üstelik tüm bu katliamlar, infazı, sahibinin eliyle yapılan Kasım Süleymani öncülüğünde gerçekleştirildi.
ABD, İran’ın kara kaşı, kara gözü için mi tüm bu kepazeliklere göz yumdu? İran bir delikten daha ne kadar ısırılacak? Neden ABD’nin ve Batı’nın elinde limon olduğunu görmüyor?
O denli yayılmacılığı, limonun sıkılmasına dek idi, posası kalınca da infazı gerçekleştirildi.
Her an her şey olabilir.
Obama döneminde ABD, bilerek ve isteyerek İran’ın önünü açtı. İran da köpeksiz gördüğü Körfez bölgesinde değneksiz dolaşabilmek için yayıldıkça yayıldı.
Şii nüfusun çoğunluğunu fırsat bilerek Irak’ı arka bahçesi gördü ve tüm melanetini orada sergiledi. Azınlıktaki Sünnilere öylesine baskı ve zulümler yaptı ki tepki olarak DAEŞ’i hortlattı.
ABD’nin şeytani planı, Körfez’de Şii-Sünni savaşı çıkartmaktı. Bu olmadığı takdirde, DAEŞ bahanesiyle bölgeyi yeniden dizayn etmekti.
Önce İran’ın içi karıştırıldı. İran’ın günlük petrol ihracı 2 milyon varilden 250 bine düşürüldü. Bu yetmezmiş gibi bir de petrol ürünlerine zam yapılınca halk sokağa indi.
Irak’ta da halk, İran belasından kurtulmak için sokaktaydı.
Sıkışan İran yönetimi, Irak’taki askerlerine delice bir iş yaptırdı. ABD’nin Bağdat Büyükelçiliği işgal edildi. Amerikalılar canlarını kaçarak kurtardılar.
İran aynı hatayı yıllar önce kendi ülkesinde yaptı; ABD’nin Tahran Büyükelçiliği’ni işgal edip rehin aldığı ABD’lileri tam 444 gün esir etmişti.
Bütün bunlara bakınca bir kere daha gördük ki bizim asıl sorunumuz aşağılık kompleksimizdir. Biz bir şey yapamayız, bizim elimizden bir şey gelmez, biz teknoloji trenini kaçırdık, onlar Ay’a biz yayayız, bunu kabul edelim şeklindeki sefil anlayıştır.
Dediklerinin özeti şu: ‘Devrim’den itibaren geçen sittinsene esnasında size otomobil yaptırmadık, ‘Devrin’ diyerek başladığınız bugünden itibaren de, bir sittinsene daha size otomobil yaptırmayacağız.
Şu bahanelere ve şu züğürt tesellilerine bakar mısınız? Neymiş efendim: ‘Bu araba yerli değildir, İtalyan Pininfarina tarafından, para karşılığı İtalya’da tasarlanıp bir defaya mahsus ülkemiz için hazırlanmıştır’. Ve ‘Kaportasını gösterdiler, içinde ne var bilmiyoruz!’, ‘Siyasi şov gösterisi!’, ‘Hiçbir teknik bilgi verilmedi, ne, nerede üretilecek bilmiyoruz!’, ‘Her şey muamma!’
Dahası: ‘Tamamen oy avcılığı için siyasilerin yalan söylemesi’. Ve ‘Ortada fol yok yumurta yok ama maşallah herkes elektrikli araba uzmanı kesilmiş. Hayret! Bugüne kadar ne diye beklemişlermiş’ gibi kendi aşağılıklarını sergileyen sözde alaycı yaklaşımlar.
Bunları söyleyenler de her türlü teknik bilgiden yoksun, kavanozu dışından yalayıp içindeki hakkında ahkâm kesen marazi tipler.
Bu halin tipik örneği, Anadolu’dan ilk mektep diploması ile gelip İstanbul’daki hastanelere hademe olarak girip çalışanlardır. Mesaileri temizlik yapmak ve getir-götür işleri ile geçer. Ama doktorlarla aynı beyaz önlüğü giyerler. İşte o beyaz önlük, bizimkilere doktor cakasını sattırır.
Mevcut otomobil fabrikalarında çalışan çokbilmişler de aynı yaveleri geveliyor. Ayol! Sen daha dizel ya da benzinli araçla elektrikli araç farkını bilmiyorsun. Ama ahkâm kesmeyi iyi beceriyorsun. Bence sen, asıl işin olan hastanede kazurat dökmeye devam et!
Dün aynı yalan ve palavraları İHA’lar, SİHA’lar için de söylüyorlardı, ne oldu?
Dün, Suriye’de ne işimiz var, hani cuma namazını Emeviye Camisi’nde kılacaklardı deyip sözde alay edenler, bugün de Libya çöllerinde ne işimiz var yaveleriyle ortalığı velveleye vermekteler.
Bunlardan bir kısmının jetonu yeni düşmüş olacak ki, onlar, “Hadi Suriye ile sınır komşusuyuz, oraya çöreklenen terör örgütleri sınır güvenliğimizi tehdit ediyordu ve oraya askeri harekât yaptık. Oysa Libya ile sınır komşusu değiliz, oradan bir tehdit de söz konusu değil, Libya’ya asker gönderme işi nereden çıktı?” diyor.
Ayol! Siz Türkiye’nin ne denli kuşatılmak istendiğini görmüyor musunuz?
Akdeniz’i, gözlerimizin içine bakarak, buraya en uzun kıyısı olan Türkiye’yi yok sayarak parsellemek istiyorlar. Bu duruma seyirci kalırsak, Cumhurbaşkanı’nın ifade ettiği gibi, Akdeniz’e olta atamayacağız.
Öyle ya, burnunu çıkaramadığın yerin güvenliğini nasıl sağlayacaksın?
Bu aklıevvellere öncelikle şunu hatırlatalım ki, Libya ile Türkiye deniz yetki alanlarının çakışması sebebiyle iki komşu ülkedir. Biz bu durumu BM’ye anlatabildik ama gelin görün ki, içimizdeki aymazlara anlatamadık, anlatamıyoruz.
Akdeniz’de Türkiye’nin başına çorap örülmek istendi, Türkiye onların başına çorap ördü. Bu durumu Yunanistan görüp küplere biniyor, Libya büyükelçisini sınır dışı ediyor.
Türkiye, güneyindeki kara sınırından kuşatılmak istendiği gibi, deniz sınırından da kuşatılmak istendi. Türkiye, önce kara sınırındaki oyunu bozdu, hem sınır güvenliğini korudu ve hem de Suriye’de kurulmak istenen Kürt devletini doğmadan tarihe gömdü.