Zira Marcus Aurelius’un evrensel kabul gören vecizesinde ifade ettiği gibi, “Yasalar örümcek ağına benzer; küçük sinekler ağa takılır kalır, büyük sinekler ağı deler geçer”.
Hele uluslararası arenada hukuk, güçlü ülkelerin elinde kuşa çevrilip tek kelimeyle ‘guguk’ yapılmıştır.
Öyle ki ülkelerin güçleri oranında hukuksuzlukları ve zulümleri artıyor. Üstelik bu ülkeler küstah olmalarının yanında pervasız da.
Nitekim vaktiyle alay-ı vâlâ ile kurulan ve kendi konularında uluslararası hukuku sağlayacak tüm kurum ve kuruluşlar çöktü. Yalnızca adları var, kendileri yok.
Bunların başında da BM ve NATO gelmektedir. BM’de 196 ülkenin kara dediğine, tek bir ülke, sadece ABD ak dese, ak olarak kabul görür. Dolayısıyla güçlü zalimlerin yaptıklarının yanlarında kâr kaldığı ve altta kalanların canlarının çıktığı bir dünyada yaşıyoruz.
ABD dünyanın öbür ucundan Irak’a gelip neden işgal etmişti? Sözde gerekçesi neydi?
Bozacının şahidi şıracı kabilinden İngiltere’yi yalanına ortak ederek “Saddam’ın kimyasal silahı var” deyip gelip işgal etti. Sonunda yalancı ortağıyla birlikte itiraf ettiler, kimyasal silah olmadığını söylediler.
Bir ülke liderine iftira edip ülkesine gireceksin, ülkeyi yangın yerine çevireceksin (ki Irak hâlâ yanıyor), yüz binlerce insanın ölümüne sebep olacaksın, sonunda da petrol kuyularını ele geçirip, çekip gideceksin.
Yazıklar olsun bize ki, Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra bile eski tas eski hamam yolumuza devam etmişiz. Zira en lazım olduğu günde, ABD, değil yardım etmek tam karşımıza geçerek ambargo uygulamıştı.
Ne bundan önceki 1964 Haziran’ında Johnson’un İnönü’ye yazdığı tehdit mektubu, ne 1974’ten sonraki ambargo, ne 1980 yılındaki ‘bizim çocuklar’ın darbesi ve ne de AK Parti iktidarları boyunca sürdürülen onca FETÖ darbe girişimleri, aklımızı başımıza devşirmemize yetmedi.
Varsa da yoksa da Amerika diye tutturduk ve asla başka bir şey demedik, diyemedik.
Daha doğrusu, karar mercilerimizde bulunanlara dedirtmediler.
ABD, Türkiye’den uydu olmasını ve asla şahsiyetli iç ve dış politika gütmemesini istiyor.
ABD, Türkiye’de sürekli kaos çıkmasını ve terör örgütleriyle boğuşmasını istiyor.
ABD, Türkiye’de asla siyasi istikrar istemiyor. Başkanlık sistemi de neymiş, o, kendine özgüymüş, çok partili koalisyonlar neyimize yetmiyormuş?
ABD, Türkiye’yi IMF’nin sarmalında istiyor. IMF’nin borcunu kesmek de neymiş? Ya, IMF’ye borç vermeye kalkmak?
Bir yerde, Ortadoğu’nun kaderidir bu. Bu ülkelerde sabah erken kalkan darbe yapar sözü boşuna söylenmemiştir. Her zaman söylüyoruz, mahut ülkelerin halkları, kendi yöneticilerinin elinde tutsak, tüm bu yöneticiler de emperyalizmin elinde tutsaktır.
Zira emperyalistlere göre İslam coğrafyasında yaşayanlar insan sayılmazlar. Dün zencilere yaptıkları muameleleri, bugün Müslümanlara reva görmektedirler.
Şu halde İslam coğrafyasına barış, huzur ve adalet gelecekse bu, kendisini insan dahi görmeyen Batı’nın himmetiyle değil, bizzat kendi gayretleriyle olacaktır.
Biz Türkiye olarak, bu realiteye göre politika geliştirip uygulamalıyız.
Mesela: Türkiye, Ortadoğu ülkeleriyle canciğer kuzu sarması olamaz, zira onların ağababaları buna müsaade etmez. İç savaş öncesi Suriye ile olan münasebetimiz böyleydi, ortak bakanlar kurulu toplantıları yapıyorduk.
Yaptırmadılar tabii, yaptırmadıkları gibi kanlı bıçaklı hale getirdiler.
Bugün geldiğimiz noktada, Şam’la tüm münasebetler kesilmiş olup, birbirini tamamen yanlış anlayıp değerlendiren, birbirini tehdit eden ve hatta neredeyse birbiriyle savaşacak konumdayız.
Bu hale eskiler ‘ifratla tefrit’ (çok ileri gitme-çok geri kalma, yani ölçüyü kaçırma) derlerdi ve uygun bulmazlardı.
Dünkü insanlar, bugüne göre çok daha samimiydiler; o insanların kurdukları devlet teşkilatları da öyleydi. Bağımsız devletlerle uydu devletler belliydi. Buna göre, herkes haddini biliyor ve ayağını yorganına göre uzatıyordu.
Sözde modern(!) dünyada kölelik kalktı ya, artık birilerinin uşağı devletler yokmuş.
Artık mevcut bu 193 ülkenin her birisi, bağımsız, bağlantısız, hür ve başına buyruk addediliyor. Gerçek ise modernlik şalının örttüğü koca bir yalanın altında gizlenmiş durumda.
Bu yalanla, kendi halklarını ve dünya kamuoyunu oyalayıp avutuyorlar.
Limon ülkeler arasında başta Arap ülkeleri olmak üzere, İslam ülkelerinin birkaçı hariç hemen hepsi bulunmaktadır.
Limon ülke sahibi tarafından, sahibinin keyfine ve ihtiyacına göre kullanılıp tüketilen ve sıkılıp çöpe atılan devletçikler demektir.
Devlet görünümlü bu limon ülkelere sahiplerinin nasıl davrandığı malum. Daha dün, ABD Başkanı Trump, Suudi Arabistan Kralı’na “Bak Kral! Seni koruyoruz. Biz olmasak, orada (iktidarda) iki hafta bile duramazsın. Ordun için ödeme yapmalısın!” ve “Kral! Trilyonlarca doların var. Biz olmasak ne olacağını kim bilir? Sen bizimleyken paraların güvendedir. Ancak biz almamız gerekeni alamıyoruz!” diyordu.
Sonuç mu? ABD’ye 500 milyar dolar haraç!
Şayet üstün değilsek, hem inancımızda ve hem de maddi yapılanmamızda zafiyetimiz, eksikliğimiz, noksanlığımız var demektir.
Bakınız, düne kadar, cephede kazansak bile masada kaybediyorduk. Hem sahada, hem masada kazandığımız devirler, her bakımdan güçlü ve üstün olduğumuz zamanlardı.
Elin silahı ile harekât yapsanız bile bu bir yere kadardır, önünde sonunda sizi durdururlar ve harekâtınız zaferle bitmiş olsa da masada sizi mahkûm ederler.
Mehmetçik, şimdiye dek örneği çok az ve hatta hiç görülmeyen bir başarıya imza attı. Zira malum, terör örgütleri en modern silah ve mühimmatlarla donatılmış ve mevzileri en sağlam şekilde tahkim edilmişti.
NATO’da sözde müttefiklerimiz olan ABD ve AB ülkeleri, herhangi bir askeri harekâta girişmememiz için tüm kozlarını oynadılar. Türkiye’ye silah satışını durdurdular, yeni yaptırımlarla Türk ekonomisini çöktürmek istediler.
Oysa Türkiye kararını çoktan vermişti, ‘Azdan az, çoktan çok’ diyerek zaman kolladı.
Olası bir harekâtta işin en zor kısmı, teröristlerin silah ve mühimmatlarıyla meskûn mahallerde sivil halkın içinde konuşlanmasıydı. Böyle yaparak, karşı taraftan gelecek saldırılar sonucu meydana gelen sivil ölümlerini dünyaya göstererek, akılları sıra Türkiye’yi masumları öldüren katil devlet ilan edeceklerdi.
Mehmetçik bir haftalık harekât boyunca, adeta oya işlercesine, tek bir sivilin burnunu kanatmadan 800’e yakın teröristi inlerinde tesirsiz hale getirdi.
Mustafa Kemal Atatürk bir Osmanlı kurmayıdır ve bu ilkeyi “Hazır ol cenge istiyorsan sulh ü salah” sözünden esinlenerek dile getirmiştir. Nitekim aynı Mustafa Kemal, doktor ve şair olan Abdülhak Molla’nın “Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felah/ Hazır ol cenge eğer ister isen sulh ü salah” bu günün Türkçesiyle: “Tüm devletler kurtuluş başarısını şu ibretlik sözde bulur: Şayet barış istiyorsan savaşa hazır ol” mısralarını 1 Mart 1922 günü Meclis’te açış konuşmasında ifade etmiştir.
Türkiye’nin dün Kıbrıs’ta, bugün Suriye’de gerçekleştirdiği harekâtlara bakın, isimleri Kıbrıs BARIŞ Harekâtı, BARIŞ Pınarı harekâtıdır. Yani Türkiye barış için operasyon düzenliyor, bir kısım andavallıların iddia ettikleri gibi ‘fetih’ için değil.
Şayet kimilerinin anladığı gibi Atatürk, öyle etliye sütlüye karışmayan ve bana dokunmayan yılan bin yaşasın anlayışında olsa idi, Hatay olduğu yerde kalır ve anavatana katılmazdı.
Üstelik buradaki yılan (terör örgütleri) bize dokunuyor ve hatta bunların kuruluş amaçları ve hedefleri Türkiye’dir, Türkiye’yi paramparça etmektir.
Türkiye başından beri kendi güvenliği ve Suriye’nin toprak bütünlüğü için uğraş veriyor.
Görmüyor musunuz, ABD’nin silahlandırdığı terör örgütleri sınırımızda konuşlanıyor ve aldıkları bu silahları Türkiye’ye doğrultuyor.
ABD’ye, bunları niçin yapıyorsun diye sormayalım mı? Türkiye’yi bölmeyi hedefleyen ve bu amaçla sınırımızda konuşlanan terör örgütlerini sınırımızdan kovmayalım mı?
Aynı ABD, dün de Rakka için, sözde DAEŞ’e karşı PYD’yi ağır silahlarla donatmışlardı. PYD Rakka’yı ele geçirince 4 bin DAEŞ’li militanın kılına zarar vermeden oradan gitmelerine göz yumdular.
Geçen asrın başlarında oynanan emperyal küresel oyun, bugün yeniden sahneye konuyor. O gün hedefte Osmanlı vardı, bugünse Türkiye. Osmanlı’yı lime lime edip yıktılar. Türkiye’yi de aynı şekilde paramparça etmek istiyorlar.
Emperyal güçler dün ASALA’yı, PKK’yı, FETÖ’yü hangi amaçla kurup çalıştırdıysa, bugün de YPG/PYD’yi aynı kirli emellerini gerçekleştirmek için üzerimize salıyorlar. YPG/PYD ise PKK’nın ta kendisidir.
İşin tuhafına bakın ki sözde Kürt hakları için kurulup faaliyet gösteren bu örgütler, gerçekte birer maşa olup sadece emperyalistlere hizmet etmektedirler. Mahut örgütlerin Kürtlükle, demokrasiyle, insan hak ve hürriyetleriyle yakından ve uzaktan bir ilgileri yoktur.
Kürtlerin en büyük düşmanı ve Kürtlere en büyük kötülükleri yapan PKK/YPG/PYD’dir.
Bakınız, Hafız Esed zamanında Abdullah Öcalan onun himayesinde Suriye’de yaşıyordu. Suriye’de militanlarını eğitip üzerimize salıyordu. Bunlar Türkiye’de terörist eylemler yaparak Kürtlerin sözde demokratik haklarını elde etmek istiyorlardı.
Halbuki o gün bugündür Suriye’de Kürtlerin nüfus cüzdanı bile yoktur. Değil Suriye vatandaşı, insan bile sayılmamaktadırlar. Bir Kürt, Suriye’de bir şehirden diğerine gitmek isterse, yetkili makamlardan izin belgesi almak zorundaydı.
Şu halde eğer demokratik haklar için mücadele yapılacaksa, bu yer Suriye olmalıydı. Ama onlar kendilerini insan bile saymayan böyle bir ülkede üs kurup Türkiye’ye saldırdılar.
Dün
Bunu da ABD ile yaptığı anlaşmayla teyit etti.
Türkiye’nin ne istediğini Sayın Erdoğan son grup toplantısında dile getirmişti. “Askeri harekâtı yalnızca bir şekilde sonlandırırız, o da terör örgütlerinin silah ve mühimmatlarını bırakıp Türkiye’nin belirlemiş olduğu güvenlik şeridinin dışına çıkmaları halinde” dedi.
ABD ile varılan anlaşmada Türkiye tüm isteklerini kabul ettirdi.
Yarın kurulacak Suriye masasında eli en güçlü ülkeler Türkiye ile Rusya olacaktır. Putin izlediği ince siyasetle tüm taraflarla konuşabilen tek ülke konumundadır ve rejimin davetlisi olarak oradadır. Rusya, bu bahane ile sıcak sulara inmenin keyfini sürmektedir.
İran tamamen Şii emelleri için orada ve tüm bölgede fırsat kollamaktadır. Lakin bir taşla iki kuş vurmak isterken az kalsın evdeki bulgurdan da oluyordu. İran, aklı sıra Irak, Suriye, Körfez ülkeleri ve Yemen dahil, Şii-Pers yayılmacılığını gerçekleştirecekti.
Oysa şimdi İran, Irak’ta kaybettiği prestijini Suriye’de kurtarmanın derdindedir.
Suriye’nin en büyük kaybedeni ise ABD ve İsrail’dir. Çünkü İsrail güdümündeki ABD yönetimi, PKK/YPG ve PYD’yi, DEAŞ’la mücadelede kullandı. O da aklı sıra terör örgütünü başka bir terör örgütüyle temizleyecekti.
Yani kanı kanla temizlemeye kalktı ve her zaman ve her yerde olduğu gibi burada da yüzüne gözüne bulaştırdı.