Aynı Yenişehirli Avni Bey’in son derece çarpıcı şu beytini de dikkatlerinize sunarım: “Sanman kim taleb-i devlet-i cah etmeğe geldik. Biz âleme bir yâr için ah etmeğe geldik.” Yani: “Zannedilmesin ki biz bu dünyaya makam, mevki, para, ikbal için geldik. Böyle zannedenler yanılırlar. Zira biz âleme bir yâr için ah etmeye geldik.” O ise hakiki yâr olan Allah’tır. Allah’ı bilmek, O’nu tanımak, zikretmek ve O’na yakarmak için geldik.
Malum, inanan insan için en kıymetli şey imandır. Çünkü o iman sayesinde dünya ve ahiret (sonsuz) saadetine kavuşacaktır. Onun için de “İman var ne yok? İman yok ne var?” buyurulmuştur.
Peki, ahir zamanın inanan insanında bu iman nicedir ve nasıldır? En kıymetli cevher olan imanın değerini-kıymetini bilelim ki, sahip olduğunu iddia ettiği diğer değerlere buna göre paha biçebilelim!
Ahir zamandaki mümine bakıp yapılan değerlendirme şudur: “Günümüzde iman yoktur denemez. Lakin bu öyle bir iman ki, zoru veya menfaati gördüğü an, yok olmaya mahkûmdur! Adeta burnun üzerine konan sinek misali, en ufak bir harekette uçup giden bir iman!”
Mevlânâ talebeleriyle yolda yürürken, yavrularıyla oynaşan bir köpek ailesi görürler. Talebelerden biri hocasına “Hocam bakar mısınız, hayvan oldukları halde nasıl da şen şakrak oynaşıyorlar ve hiçbirisi diğerine en ufak bir zarar vermiyor. Bir de biz insanlara bakalım, neredeyse birbirimizin gözlerini oyacağız!” der.
Mevlânâ talebeye döner ve şöyle der: “Onların aralarına bir kemik at da hırlaşmayı seyret!”
Demek ki insanı da, hayvanı da birbirine musallat eden şey, paylaşamadıkları menfaatleridir.
Menfaatine dokunmadığın veya kendisine menfaat temin ettiğin insan için senden iyisi yoktur. Temin ettiğin menfaati kestiğin anda da senden kötüsü yoktur.
Gerçekten dünyanın çivisi çıktı, eski düzene ait tüm kurum ve kuruluşlar köhnedi ve şirazelerinden çıktılar.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Batı sonrası döneme geçiyoruz. Herkes buna hazırlıklı olsun!” diye boşuna söylemedi.
Batı’nın batırıp bütün bir insanlığı zifiri karanlığa gömdüğü güneşi, yeniden, Doğu’dan doğdurmaya mecbur ve hatta mahkûmuz.
Zira adalet sırra kadem basmış, zulüm altında inleyen insanların feryatları arşa yükseldi.
Dünyaya sözde nizam veren koca ABD, İsrail’in dümen suyuna girerek akla ziyan işler yapıyor: Suriye’ye ait Golan Tepeleri’ni İsrail’e verdiğini açıklıyor. ABD Başkanı Trump, İslam dünyasından gelen tüm tepkilere karşın Kudüs’ü İsrail’in resmi başkenti olarak tanıdı ve Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıdı.
İsrail, gerçekte Filistin topraklarını işgalle kurulan bir devlettir. Buna rağmen, hiçbir zaman kabına sığmamış, devlet terörü uygulayarak topraklarını genişletmiş ve bugün gelinen nokta itibarıyla da Filistin’i tümüyle ortadan kaldırmayı sürdürmektedir.
ABD, aldığı skandal bir kararla, İsrail’in Filistin’i ilhak etmesine göz yumacağını açıkladı.
İsrail, kirli emelleri doğrultusunda ABD’yi, yalnızca kendisi gibi terör devletiyle değil, terör örgütleriyle de işbirliğine sokarak bölgenin tek hâkimi olmayı hedeflemektedir.
Bill Clinton’ın karşısında adeta el pençe duran Ecevit’i veya ABD tezlerine karşı çıkmaktan ürken Süleyman Demirel’in “Washington’a yapacağınız telefon uzun çalar ama açanı olmaz!” deyişini hatırlayın. Veya ABD’ye gidip eli boş dönen ve hatta randevu dahi verilmeyip geri dönen yetkililerimizi hatırlayın.
Nereden nereye geldik? ABD, mücadele ettiğimiz terör örgütlerini, gözümüzün içine baka baka silahlandırıp bir terör devletini burnumuzun dibinde kurmak istiyor. Biz de ABD’nin gözünün içine baka baka üst üste harekâtlar düzenleyip mahut projeleri tarihin çöplüğüne atıyoruz.
Sayın Erdoğan, ABD’ye gitmeden önce görüşeceği konuları açıkladı; bunlar Türkiye’nin doğruları ile ABD’nin yanlışlarıydı. Gidince de her birini dillendirip yüzlerine vurdu.
Türkiye’nin haklı olduğu tezlerini, dünyanın gözü önünde (canlı yayında) sayıp döktü ve muhataplarına iletti.
Eli kanlı bir terör elebaşını davet edip muhatap olmak isteyen Trump’a, caninin filmini izlettirdi ve onun terörist olduğu gerçeğini CIA’in belgesiyle gösterdi.
Kürtlerle teröristleri ayırt edemeyen ABD’li başkan ve senatörlere, Kürtlerin bizim kardeşlerimiz olduğunu, en çok Kürdün Türkiye’de yaşamakta olduğunu ve kendi partisinde elliden fazla Kürt kökenli milletvekili bulunduğunu vurguladı.
Probleminse Kürt ve diğer etnik kökenli teröristlerle olduğunu; terörün milliyetinin, dininin, mezhebinin olmadığını, olamayacağını ifade etti.
Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen sözde Ermeni soykırımı tasarısının ne denli yanlış olduğunu, bunun kararını siyasiler değil tarihçilerin vermesi gerektiğini, bunun için de bizim arşivlerimizin açık olduğunu, karşı taraf da açarsa konunun uzmanlarınca bir komisyon kurulabileceğini söyledi.
Türkiye’miz de Birinci Büyük Savaş’ın sonunda olduğu gibi yine Batı’nın nüfuz sahasına bırakıldı.
O vakitler Sovyetler Birliği, komünizmi ve Demir Perde’yi, ABD ise demokratik hür dünyayı temsil ediyordu.
Türkiye olarak, yeni devletimizi Cumhuriyet’in temelleri üzerine kurmamıza karşın henüz demokrasi ile tanışamamıştık. Atatürk’ün sağlığında yapılan çok partili sistem denemeleri de başarısız oldu.
Dışarısının teşvik ve telkinleriyle 1946 seçimlerine iki partiyle girdik ama bunun yanında Şark kurnazlığımızı da ihmal etmedik. ‘Açık oy gizli tasnif’le sözde seçim yaptık.
Bu denli şaibeli bir seçimle yine iktidar olan CHP’nin bu dönemde (1946-1950) ABD ile yaptığı anlaşmalar ve sonrasında iktidar olan DP ile NATO’ya girmemizle birlikte bütünüyle ABD’nin nüfuz sahasına dahil olduk.
Daha açık ifadesiyle, onlar böyle olmasını istedi, biz de ister istemez kabullendik.
O gün bugündür ABD bizi peyki olarak gördü. Hani Suudi Arabistan Veliaht Prensi’ne diyor ya: “Bak Kral! Seni ve paralarını biz koruyoruz. Biz istemesek iki haftada gidersin. Seni ve paralarını korumamızın bedelini ödemelisin!”
Tıpkı bunun gibi, bizi de sözde komünizm illetinden korumuştu. Hani her yıl, yetkililerimize ‘Bu kış gelebilir’ dedirttikleri mahut komünizm illeti. Kışlar gelip geçti ama komünizm gelmese de Türkiye bunun bedelini ödemeliydi!
PKK-YPG-PYD’nin finansmanı için Suriye petrollerine çöktü, tıpkı dün, savaş tazminatını bahane edip Irak ve Suudi Arabistan petrollerine çöktüğü gibi.
Türkiye ile yaptığı anlaşmadan sonra, 16 üs ve askeri kamptan çekilir gibi yapan ABD, daha anlaşmanın mürekkebi kurumadan petrol alanlarına geri döndü.
Türkiye’nin Barış Pınarı harekâtına ara vermesiyle 6 üsse dönüş yapan ABD, Haseke, Rakka, Ayn el-Arap ve Deyrizor’daki üslerine ilaveten iki yeni üssün daha inşasına başladı.
Böylece Rakka-Deyrizor hattından Haseke ve Türkiye sınırına kadar petrol bölgesinin tamamında asker barındırıyor.
Emperyalistlerin elinde oyuncak olan şu İslam âleminin haline bakar mısınız?
Sahip oldukları petrolün kıymetini bilmedikleri ve şükrünü ifa etmedikleri için, yani kendi halklarına yedirmediklerinden dolayı nimet başlarına bela oluyor. Petrol nimetini ellerinden kaçırdıkları gibi, emperyalistler adına onun bekçiliğini yapıyorlar ve ülke inanlarını perişan ederek bedel üstüne bedel ödüyorlar.
Erdoğan bugün Trump’la görüşüyor. ABD, aklı sıra her zamanki gibi önce eşeğini kaybettirdiği Türkiye’ye buldurma sevinci yaşatacak! Kendisiyle ABD kurumları arasında iyi polis-kötü polis oynayıp Türkiye’yi avutmaya çalışacak.
Malum,
Dünyanın 160’dan fazla ülkesinde kılıç sallayan FETÖ, Türkiye’deki kılıcını kalbimize saplamak isterken suçüstü yakalandı. 251 insanımız şehit oldu, özel harekât merkezimiz alev topuna çevrilerek onlarca polisimizin cesetleri eridi. Cumhurbaşkanlığı ve TBMM bombalandı.
Mahut kalkışma başarıya ulaşsaydı, paramparça edilen ülkemizin her bir parçası işgal altında olacaktı. Sözde Türklere bırakılacak kısmının başına da ruhunu büyük şeytana (ABD) satmış olan küçük şeytan (F. Gülen) getirilecekti.
Sözde muhalefet adına bu günkü iktidarın başına gök kubbeyi yıkmak isteyenler ve bu cümleden olarak KHK’ları eleştirenler, sürekli olarak FETÖ mağdurlarından dem vuruyorlar.
Bunların içinde, özrü kabahatlerinden büyük, iktidar yanlısı kişiler de var.
Türkiye ne yaptı? Her devlet gibi yapılması gerekeni yaptı. Hatta en hafifini, en insancıl olanını tercih etti. Mesela o kalkışmadan sonra pekâlâ sıkıyönetim ilan edebilirdi, bu da anayasal bir haktı. Ama iktidar bunu yapmadı, olağanüstü hal ilanıyla yetindi.
Süratle karar alıp uygulayabilmek için (ki bu gibi durumlarda elzemdir) peş peşe KHK’lar çıkarıldı. Olağanüstü halin esprisi, süratle karar alınmasını sağlayan KHK’lardır. Aksi halde biz hâlâ mahkeme tebligatlarını bekler dururduk ve Allah saklasın atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş olurdu!
Ayrıca süratle iş yaparken, kurunun yanında yaşın da yanabileceğini düşünerek bir komisyon kurdu ve mağdur olduğunu söyleyenlerin başvurularını dikkate aldı; böylece yüz bine yakın kişinin dosyasını karara bağladı ve sekiz bin kişiyi akladı.
Yine ayrıca, bunlara yargıya gidebilme imkânı da sağlandı. Yani yapılması gerekenler yapıldı ve yapılmaya devam ediyor.
Türkiye olarak, vaktiyle NATO’ya mecbur kaldığımız için girdik. Sovyetler Birliği bizden Kars’ı, Ardahan’ı, Artvin’i istedi ve Boğazlar’da hak iddia etti. Darda kalan Türkiye NATO’nun kapısını çaldı. Onlar da, önce Kore’ye asker gönderin sonra bakarız dedil
O gün bugündür NATO’nun her türlü külfetine katlandık ve katlanmaya devam ediyoruz.
Türkiye’yi pakta dahil eden NATO (ABD), iliklerimize kadar nüfuz etti. Askeri vesayet altındaki sistemimiz, bütünüyle ABD’nin güdümüne girmiş oldu.
Gelip geçen her türlü iktidar (asker-sivil) ABD’nin şamar oğlanı konumundaydı. Beğenmediği iktidarı anında indiriyor, yerine getirdiğine istediklerini kolayca yaptırabiliyordu.
Bütün bu melanetleri işlerken de içimizdeki bölünmüşlükten, birbirimizi ötekileştirmemizden faydalanıyordu. Örneğin: İktidarı düşürürken muhalefeti yanına alıyordu. Muhalefetimiz de mal bulmuş Mağribi gibi bunlarla işbirliği yapmaktan keyif alıyordu.
Zira muhalefeti Osmanlı’nın İttihat ve Terakki’sinden devşirmiştik. Şöyle ki: ‘Edirne’yi Enver alacağına Bulgar alsın!’ zihniyeti hâkimdi.
Adnan Menderes, sıkıştığında ABD’ye gidip avuç açtı ama elleri boş döndü. Sovyetler’e yanaşmaya kalkışınca da, sonu malum.
Takip eden yıllarda aynı şeyi
Tarih boyu şu iki olgu insanoğlunun zaafını teşkil etmiştir: Din ve milliyetçilik.
İnsanoğlunun zaafını çok iyi bilip yönlendiren şer güçler, dini ve milli duyguları adeta maden gibi işletip tepe tepe kullandılar ve halen daha kullanmaktalar.
Bakınız, El Kaide terör örgütünü ABD kurdu ve Afganistan’da Ruslara karşı kullandı. Miadı dolunca örgütün liderini öldürüp, cesedine taş bağlayıp okyanusta balıklara yem ettiler.
Aynı örgütün içinden bu kez DAEŞ’i çıkardılar. DAEŞ’i çıkarmakla en büyük kötülüğü muazzez dinimize yaptılar. Zira böylece terörle İslam kelimelerini yan yana getirip adeta özdeşleştirmeye çalıştılar.
ABD önce Esed’e karşı oluşturulan koalisyonun içinde yer aldı. Özgür Suriye Ordusu’nun eğitilip donatılmasına söz verdi. Kısa bir süre sonra tüm sözlerinden çark etti. Başta Türkiye olmak üzere tüm müttefiklerini ortada bıraktı.
Zira oluşturduğu bahane işe yaramıştı. DAEŞ’in canavarlıklarını dünyaya izlettirip, onu yok etme bahanesiyle de bu kez PKK-YPG’nin önünü açıp onlarla Suriye’de iş tuttu.
Aklı sıra kanı kanla temizleyecekti.
Bu, gerçekte İsrail’in bir oyunuydu. Zira Suriye’nin kuzeyinde PYD-PKK’ya kurdurulacak kanton devletçikleri atlama taşı olarak kullanıp Fırat’a ulaşmayı umuyordu.