O gün bugündür aklımızla alay ediyorlar: Neymiş efendim, test sürüşüne çıkan ‘Devrim’ otomobiline benzin konulması unutulmuşmuş, biraz gittikten sonra durmuş ve çalıştırılamayınca Paşa (Cemal Gürsel) kızmış ve hiddetle tören alanını terk etmişmiş. Böylece yerli otomobil üretimimiz akamete uğramış.
Evet, altmış yıldır bu yalanla uyutuluyoruz.
Hadi diyelim devlet başkanına sunulacak otomobile benzin konulması unutuldu(!), benzine kıran mı girmişti? Birisi koşup bir bidon benzin alıp getiremedi mi? Çocuk oyuncağı mı bu?
Çocuk oyuncağı olmasa da bir milleti yıllar yılı çocuk avutur gibi avutup uyuttular.
Çünkü biz, yerli uçak üretimi için çırpınan ve çok büyük başarılara imza atan Vecihi Hürkuş’ların ve Nuri Demirağ’ların başlarına neler geldiğini, getirildiğini biliyoruz!
Bize “Sizin bir şey yapmanıza gerek yok, ne lazımsa biz size veririz, siz karasabanı çeken öküzlerin peşine takılın ve tarımla uğraşın!” dediler, biz de buna harfiyen uyduk.
Devrim otomobilinin başına gelen (getirtilen) de bundan farklı bir şey değil. Yani benzini koydurmayan da sözde kızıp giden de aynı mahfillerin yazdığı senaryoyu oynadı.
Nokta.
Ancak görünen o ki, bu olay, toplumda kangren haline gelmiş buzdağının yalnızca görünen kısmının küçücük bir yansımasıdır. Bu konuda kim haklı kim haksız bahs-i diğer olup, bizim asıl üzerinde durmamız gereken konu buzdağının alt kısmıdır.
Dikkat ediniz, şu veya bu parti demeden, imara aykırı bina yapan veya keyfine göre imar düzenleyen tüm belediyeler töhmet altındadır.
Kentlerimizi beton yığınına çeviren ve çarpık yapılaşma ile beldelerimizi yaşanmaz kılan tüm belediye başkanları ve onların meclisleri bu sorumluluktan kaçamazlar.
Belediye başkanlarını görevden almakla veya bu belediye başkanlarını aday göstermemekle, gösterilse bile seçimi kaybetmeleriyle irtikap ettikleri suçların sorumluluğundan kurtulamazlar.
Kurtulmamalılar, bunun için de bu hesap mutlaka kendilerine sorulmalıdır.
Devlet, belediyelerdeki imar yolsuzluklarını araştırıp soruştursun, FETÖ’cü kim, FETÖ ile ortaklık yapan kim, FETÖ’ye yardım ve yataklık yapan kim, hepsini gözler önüne serecektir.
Belediyelerin imar yolsuzluğunda bir sacayağı var: Siyaset, bürokrasi ve müteahhit.
Olay şu: Arsanın mevcut imar durumu, söz gelimi on kat ama taraflar anlaşarak bu on kat, otuz-kırk kata çıkarılıyor. (Emsal şeklinde kullanılan teknik tabirleri bilerek kullanmıyorum.)
Hırs, bir şeyi ziyadesiyle istemek, o şeye şiddetle rağbet etmek ve meyil duymaktır. Hırs bir nevi ‘tamah’ ve ‘açgözlülüktür’. Zira sahibini doyumsuz kılar.
Azim ise bir işteki zorlukları, engelleri aşma gayreti ve kararlılığıdır.
Azmetmekte başarı, hırsta ise hüsran vardır.
Bundan dolayı da ‘Azmin elinden bir şey kurtulmaz’ ve ‘Hırsı başını yedi’ sözleri edilegelmiştir.
Bir insanın hırsının başını yemesi için, hırsının aklının önüne geçmesi, onu örtmesi gerekir.
Haris (hırslı) insanlar, ‘ben’ merkezli olup asla kaplarına sığmazlar ve hep ‘daha’, ‘daha’ derler.
Ahmet Davutoğlu Türk siyaset tarihinin tipik bir vakasıdır. Taksim Toplantıları’na konuşmacı olarak katılması ve orada ettiği laflar, onun siyasi kişiliğini tanımladığı ‘stratejik derinliğine’ tek kelime ile tüy dikmiştir.
Ayol! Siz, o arenayı düzenleyen (
Son yüz yılda dünya, emperyalistlerin cirit alanı oldu.
Her iki kurt taksiminde de asıl yarayı İslam âlemi aldı. Paramparça edilip sömürgeleştirilmekle kalmadı, her bir İslam ülkesinin halkı, kendi yöneticilerinin elinde tutsak edildi.
Dünya üzerindeki 63 İslam ülkesinden rüştünü ispata çalışan ülke sayısı, sadece birkaç tanedir. Diğerlerinin tamamı uydu konumunda olup sömürgeci güçlerin uşaklarıdır.
Geçen hafta Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da İİT’nin (İslam İşbirliği Teşkilatı) ‘Milli Egemenliğe Erişimde Kalkınmanın Rolü’ konulu zirvesi yapıldı.
Bu teşkilatın çatısı altında 57 ülke olmasına rağmen, toplantıya yalnızca 22 ülke temsilci gönderdi. Zirvede yalnızca Türkiye, İran, Malezya ve Katar devlet başkanları düzeyinde temsil edildi, diğer 18 ülke ise farklı düzeydeki kişilerle temsil edildi.
Suudi Arabistan’ın kendisi bu toplantıya katılmadığı gibi, tehditle Pakistan ve Endonezya’nın da katılımlarını engelledi.
Şu hale bakın! Bir araya gelebilmekten bile aciz bu ülkelerle nereye varılabilir ki?
Tevhid (birlik) dininin mensuplarının düştüğü derekeye( gerçekte çukura) bakar mısınız?
Türkiye, içeriden ve dışarıdan kuşatılıp paramparça edilmek isteniyor.
O gün de düşmanın mandalığını kabul etmek isteyenler vardı, bugün de. O gün de düşmanla işbirliği içinde olanlar vardı, bugün de.
Kırk yıldır terörle savaştırarak, akılları sıra kaynaklarımızı tüketip güç ve kuvvetten düşeceğimizi sandılar. Terörle mücadeledeki kararlılığımızı görünce, FETÖ’ye yöneldiler ve iç savaş çıkarıp, yedi düvelin dışarıdan yapamadığını, kardeşi kardeşe kırdırarak içeriden yapmak istediler.
Topyekûn Türk halkını karşılarında görünce, bu kez dışardan kuşatmaya kalktılar.
Türkiye, üst üste düzenlediği sınır dışı harekâtlarla düşmanın hevesini kursağında bıraktı. ABD ve Rusya ile anlaşmalar yaparak, sınırlarını terör örgütlerinden temizledi ve hepsinden önemlisi, hemen sınırımızın yanı başında kurulmak istenen uydu bir Kürt devletine asla göz yumulmayacağını gösterdi.
İran sınırından Akdeniz’e kadar uzanan, Irak ve Suriye cephelerinden düşünülen kuşatma olamayınca, bu kez Akdeniz’e yöneldiler.
Türkiye’yi boğmak isteyen emperyalist güçler, tüm bu şer planlarını, Suudi Arabistan, Mısır, BAE, İsrail, Güney Kıbrıs Rum yönetimi ve Yunanistan’ı yanlarına alarak yürürlüğe koymak istediler.
Antalya’nın hemen karşısındaki Meis Adası’nı ve Ege’deki ada ve kayalıkları bahane ederek ve kendilerince oluşturdukları bir ‘kıta sahanlığı’ anlayışıyla Türkiye’yi Akdeniz’den dışlamak istediler.
Malum, Osmanlı döneminde, Ordu-yu Hümayun Avrupa’ya her sefere çıkışında, bu durumu fırsat bilen İran bizi arkadan vurmaya yeltenmiştir.
İran, özellikle 1979’daki Şii mezhebinin siyasi görüşlerini esas alan ‘devrim’den sonra, sürekli olarak rejim ihracına yönelik çabalarını sürdürmüştür ve halen sürdürmektedir.
İran’ın sahip olduğu petrol, petrole sahip olan diğer ülkelerde olduğu gibi başlarına bela olmuştur. Nitekim 1950 yılında İran petrollerini millileştiren başbakan Musaddık, CIA tarafından görevinden uzaklaştırıp idam edilir ve ülke Batı’nın istediği şekle sokulur.
Devrimin hemen akabinde ise (1980), Irak’la sekiz sene sürecek bir savaşa tutuştu. Bu manasız savaşın galibi olmadı ama her iki ülke de kaynaklarını heba etti. Gelinen noktada, bugün bile İran halkı ambargo altında, Irak halkı da işgal altında inim inim inliyor.
Bakınız her iki ülkede halk, sokakları yangın yerine çeviriyor. ABD, utanmadan ambargo altında inlettiği İran halkının yanında olduğunu açıkladı.
İran, Obama döneminde ABD’ye yanaştı, tıpkı şah döneminde olduğu gibi. Obama iyi polisi oynadı, Trump ise kötü polisi oynuyor. Halbuki ABD, petrol sahibi diğer İslam ülkeleriyle olduğu gibi İran ve Irak’la da kedinin fareyle oynaması gibi oynuyor.
Obama’dan yüz bulan İran, Körfez boyunca, Yemen de dahil rejim ihracına kalkıştı. Meydanın kendisine bilerek ve Müslümanları birbirine karşı kırdırmak için boş bırakıldığını anlamadı veya anlamak istemedi.
Emperyalistlerin niyeti dün olduğu gibi bugün de aynıydı: Müslümanlar arasında mezhep savaşı çıkarmak, İran’la-Suudi Arabistan’ı, İran’la-Türkiye’yi birbirine kırdırmak.
Bu damar, o günden beri muhalefet etmekle ihanet etmeyi aynı gördüğünden, bizim tarihimize bir yerde ‘ihanetler tarihi’ de denilebilir.
O gün halife-sultanını (Sultan Abdülaziz) boğduran o zihniyet, Cumhuriyet’in sözde demokrasi ekseninde de başbakan ve bakanlarını astırdı.
O gün bugündür tüm bu darbelere ve darbe girişimlerine bakınca, bunları yapanların gerçekte millet düşmanı olduklarını görürüz. Millete ve milletin değerlerine düşmanlık...
Dışarısı da işte içimizdeki bu hain damarı adeta bir maden gibi işleterek, yandaşları olan bu kişileri yönetime taşımış ve onlara da istediklerini rahatlıkla yaptırmıştır.
Çok eskilere gitmeyi bırakın, yalnızca şu yakın tarihteki demokrasi sürecimize baktığımızda tek kelime ile utanç tablosu ile karşılaşırız.
Oysaki devletle millet bir bütündür. Bunlardan her biri varlığını diğerine borçludur. Millet, devletini yapılandırırken kendinin ve devletinin güvenliği için güvenlik birimleri ve ordular kurmuş ve onları silahla donatmıştır.
Düşmanlara karşı kullanılması gereken bu silahlar, düşman bellenen millete, milletin değerlerine ve milletin seçtiklerine doğrultulmuştur.
Emrinde olduğu cumhurbaşkanına, başbakanına, bakanlarına ve vekillerine silah doğrultup teslim alan ve ona hakaretler yağdırmayı maharet bilen bir asker dünyanın neresinde görülmüştür?
Devletler artık yeni model olarak vesayet savaşını benimsediler. Bunu da her türlü kullanıma açık terör örgütleri marifetiyle sürdürmektedirler.
İşte Türkiyemiz de dost ve müttefiklerimizin(!) 40 yıldan beridir başımıza bela ettikleri bu terör örgütleri ile boğuşmaktadır.
Bu koca ülke, 40 yıldır terör belasıyla baş edemedi. Bunun başlıca iki sebebi vardı. Birincisi, hırsızın içeride olmasıydı. Yani bu terör örgütlerini kurup geliştiren, mühimmatla donatıp eğiten ve üzerimize salanlar bizim dost ve müttefik bildiğimiz ülkelerdi.
İkincisi ise içimizden bu terör örgütleriyle sözde mücadele edenlerin (rütbesi ve mevkii ne olursa olsun), yine bu dost ve müttefik bildiğimiz ülkeler tarafından devşirilmiş olmasıdır (FETÖ’cü vali, FETÖ’cü kaymakam, FETÖ’cü komutan, FETÖ’cü emniyet müdürü).
Yani demem o ki, biz seneler senesi (bir devre hariç, o da kısıtlı imkânlarla bir dereceye kadardı), terörle mücadeleyi dostlar alışverişte görsün kabilinden yaptık. Yani yapmadık, yapamadık...
AK Parti iktidarları döneminde ise bilindiği üzere maalesef başarısız bir ‘çözüm süreci’ yaşandı. Açılım için her türlü fedakârlığı yapan iktidar, kazın ayağının göründüğü gibi olmadığını çok geç fark etti. Uzun süre eylem yapmayan örgüt, yeniden saldırmaya başladı.
Bıçağın kemiği deldiğini gören ve sabrı büsbütün tükenen AK Parti hükümetleri terörle kıyasıya mücadeleye girişti.
Siyasi irade tamdı, lakin bu mücadelede kullanacağımız araç ve gereç konusunda dost ve müttefiklerimizin(!) ellerine bakıyorduk. Bilhassa İHA (insansız hava aracı) konusunda.