Ferzane Zenan

Feysbuk’tayım öyleyse varım

31 Mayıs 2010
BEN bir arkadaşa bakıp çıkacağım” diye yalvarmıştım da öyle almışlardı beni “feysbuk”a... - Eee Sevda, nasılsın görüşmeyeli?
- N’olsun, bildiğin gibi, devam.
- Nasıl devam? Hala altına kaçırıyor musun?
- Yok onu askerlikte atlattım.
- Ne askerliği?
- Ya pardon söylemeyi unuttum da, ben Murat, Sevda’nın kocasıyım.
En son “0.5 kalem ucun var mı?” dediğim ilkokul arkadaşım Sevda’yı bulduğumda konuşacak daha manalı, ortak bir şeyimiz de kalmamıştı gerçi.
Öğrendiğim en renkli şey ise, askere gidene kadar altına kaçıran bir kocası olduğuydu. Bunu da bizzat kocasından öğrendim o ayrı.
Bunun dışında tek değişiklik; ilkokulu bitirmişti. Gerisini biliyorsunuz siz de...
Sıkılıp çıktım.
Ta ki bir halk ozanımızın söylediğini sandığım, sözlerine bayıldığım şarkıyı duyana dek:
“Feysbuk, feysbuk, her gün aradım durdum
Feysbuk, feysbuk görür görmez tutuldum
Feysbuk Feysbuk...”
Bağıra çağıra şarkıya eşlik ederken, “Neler kaçırmışım ben, eskiden dutluktu halbuki oralar...” deyip, daha önce kapattığım hesabı açtım.

Feysbuk filozofisi Nietzsche delirtir

Günün 24 saatini neredeyse burada geçiren insanların profil fotoğrafları, moda dergisinden fırlamış güzellikte.
İyi de bunlar gerçek hayatta nerede?
Duvar yazıları derseniz, bütün yakın, uzak, gelmiş geçmiş filozoflar burada.
Yazıları okusalardı, Nietzsche, Platon, Aristoteles “Ben de adam mıyım” diye bunalıma girerdi.
Bu filozoflar gerçek hayatta nerede?
Diyojen gibi bir fener bulup aramaya başlamalıyım belki de. Sayı 10’u geçerse bir fıçıya tıkacağım kendimi mahcubiyetten, söz!
Öncelikle feysbukta isminiz yoksa siz de yokmuşsunuz.
Mesela ben hesabımı kapattığımdan beri iki yıldır yokum yeryüzünde.
“Ay Ferzane haftalardır seni feys’te aradım ama bulamadım, beni eklesene”
“Telefonum var ya sende, orda yokum”
“Hıım... yoksun diyosunnn”
Evet yokum.
Varoluşçuluğa hiç girmeyeceğim ama Jean Paul Sartre “Cehennem diğerleridir” demiş bir statusunde (durum) bir zamanlar, aklıma geldi. Ya öyle bir şey yok ben uydurdum bilmiyorum.

Feys’te hafiyelik de mümkün “ikram” da

Üye olanlar içinde en safları -vallahi temizlik anlamında söyledim- ilkokul arkadaşını arayanlar.
Sevgilinizi kontrol edebiliyor, eklenen fotoğraflarla hafiyelik de yapabiliyorsunuz.
Günlük yaşamda selam vermeyen adam, feysbukta yan masadan yanar döner meyve tabağı gönderiyor. Bu durum da siz de O’na bir kadeh beyaz şarap ve çikolata sosuna batırılmış çilek gönderin (Ayıp! Gelen tabak boş gitmez, cimrileşmeyin)
“Bil bakalım bugün psikolojin nasıl”, “Hangi hayvan tam da sizi anlatıyor” sorularının yanıtı burada.
İstediğiniz ünlüyü dürtebiliyorsunuz (poke), “senden hoşlanıyorum” diyebiliyorsunuz. (Ben de sana karşı boş değilim, diyen çıkabilir, haklısınız, belli olmaz)
Gerçek hayatta kuramayacağınız gruplar kurabiliyorsunuz. (Duyarlılık gerektiren sosyal sorumluluk projelerine sözüm yok, onlar istisna)
Bahse girerim, “Behlül Bihter’e değil, Nihal’e dönsün mevlüt okutacağım” diyen bir milyon kişi bulabilirim diyenler. (Asıl ben böyle 1 değil, 25 milyon kişi olduğuna bahse girerim)
“Babamdan ayrılırken benimle birlikte yola çıkan sperm kardeşlerimi arıyorum”
“Allah ile iletişime geçmek için feysbuka kaydol” (Şaka değil gerçek, daveti reddederse günaha gireceğini düşünenler var, kendisi şu anda çevrimdışı!)
Ota-böceğe hayran olabileceğiniz fan siteleri var. Ve mesela seri katil hayranları da...
En son bir seri katile benzetilen, feysteki mağdur kişiye gelen 300 kişilik arkadaşlık davet listesinin sosyolojik-psikolojik açıklamasını yapan varsa yazsın bir zahmet. Hayran olunan seri katile yazılan mesajlar, mesela:
“Seninle iyi bir ikili olabiliriz”, “Bana gerçeği söyleyebilirsin aramızda sır merak etme”, “Abi tekniğine bayıldım da susturucu kullansan daha mantıklı olmaz mı”.

‘Hadi üzüm toplamaya Babil’e gidelim’ groups

Evet, asansörde karşılaştığım adama “Günaydın” deyip, boş gözlerle karşılaşacağıma burada olabilirdim.
Gerçek dünyada kaybettiğim zamanı, hayatı yeniden...
Evet yapabilirim.
Ben de sosyalleşebilirim, bir yerden başlayabilirim.
Buldum!
Bahse girerim Babil’in Asma Bahçeleri’nden benimle üzüm(!) toplamaya gidecek, gitmese de niyet edecek 40 milyon kişi bulabilirim.
NOT: Bağdat’ın 50 kilometre güneyinde bulunan, M.S. 5. ve 6. yüzyıllarda kumlara gömülmüş Babil’de, kral Nabukadnezar’ın sıla hasreti çeken karısı için yaptırdığı birbiri üzerinde yükselen kübik direklerden oluşan bahçelerin kalıntılarına 20. yüzyılda ulaşılmıştır.
Yazının Devamını Oku

Soyunma kabini diyalogları

28 Mayıs 2010
ALIŞVERİŞİ severim. Soyunma kabinlerini sevmem.
Ne kadar geniş olursa olsun içim daralır, kafese kapatılmış yabani hayvana dönerim.
Bir an önce çıkmaya çalışırım.
O yüzden çoğu kıyafetimi denemeden alırım, sırf kabine girip o işkenceyi çekmeyeyim diye.
“Giydiniz mi, giydiniz mi?” diye kabinin dibinde bekleyen satış elemanları...
Giysem çıkacağım zaten!
Burada bekleyip, daha önce içeri sinmiş kokuları içime çekmekten zevk alan bir sapık değilim inanın...
Kan-ter içinde kıyafeti denerken, telefon çalarsa kendimi iyi hissederim, dikkatim başka yöne odaklanır, stresim azalır.
Bir kolum içine girmeye çalıştığım elbisede, diğeri dışarıda konuşurum.
Telefonla konuştuğumu bilmeyen kabin bekçileri konuşmalarıma cevap verirler...
Ortaya komik manzaralar çıkar.
Hiçbiri uydurma olmayan soyunma kabini dialoglarım, buyurun.
* * *
Satıcı “S” olsun, erkek ve kadın satış elemanlarının başına da “E” ve “K” ekleyelim.
İndirim kelimesine dayanamayarak kabinde bütün gününü geçiren Ferzane telefonla konuşmaktadır.
Telefonla konuşurken satıcının cevaplarını duyuyorum, duyuyorum ama telefona ara verip duruma müdahale edemiyorum:
F : Canım nasılsın?
ES: İyiyim siz nasılsınız?
F : İki tişört aldım deniyorum ama 36 biraz dar sanki... 44’mü ne 44’ü. Hiç komik değil canım
ES: Yok size verdiğim diğer beden 38 zaten, 44 değil.
F : Şişko muyum!
ES: Yok bence tam kıvamındasınız.
F : Kıskanıyor olmayasın beni...
ES: Ne kıskanıcam benim sevgilim var bir kere...
(Burada Ferzane kopar)
* * *
İkinci dialoğumuz dar bir kabinde yine... Telefon çalıyor ve konuşmaya başlıyorum:
F : Kabindeyim... Soyunma kabininde.... Sen ne yapıyorsun?
KS: Sizi bekliyorum işte, kabinin önündeyim. Giydinizse çıkın bakayım... (Allaaaam sen bakmasan olmuyor mu)
F : Akşama gelsene bana
KS: Nasıl yani, neden ki?
F : Ya makarna yaparız, şarapla nefis...
KS: Oldu, bütün sapıklar da beni bulur zaten. Ertuğrul beeeey bakar mısınıısss, burada bir durum var.
(Yok daha neler demeyin, aynen böyle dialog)
* * *
Böyle paranoyak vakaların yanında farklı tepkiler de yaşanmıyor değil:
F : (Tüm gün çalmayan telefon kabine girdim mi istisnasız susmaz) Nefes nefese miyim... Eh, çok normal, kıyafet deniyorum...
ES: Yok yok nefes nefese bir durum yok, rahat olun hanımefendi, acele etmenize gerek yok (Sıkboğaz etmeyen, düşünceli tezgahtar)
F : Sinemayı unut...
ES: Estağfurullah öyle bir şey demedim.
F : Yemeğe gidelim
ES: Kararlısınız yani. (Hınzır bir gülüşle...)
F : İyi sen gel o zaman.
ES: Yuuuh, cesaretin bu kadarı... Girerim baaak...
(İçerden benim çığlığım duyulurrrrr; Sakııın)
Sakın örneklerdeki satış görevlileri hakkında kötü fikirlere kapılmayın. Tamamen cep telefonunun azizliği... Hayatımızın her yanına girmiş olması.
Onlar sadece duyduğu “abuk” sorulara yanıt vermeye çalışıyor.
* * *
Bu dialogların genel tuvaletlerde gerçekleşen ve fıkralara konu olan emsalleri de vardır ki, onlarda kopma garantilidir. Ona da bir örnek verelim:
F : Merhaba şekerim, nasılsın?
YANDAN GELEN SES: Merhaba. İyi değilim valla. Midemi bozmuşum
F : Ben uygun değilim, sonra konuşalım mı?
YANDAN GELEN SES: Aaaa deliye bak, soruyu soran kendisi, insanlık edip yanıt verince de...
* * *
Neyse tuvaletin kapısı çalıyor.
Doluuu!!!
Tekrar çaldı:
Dolu, dedim
Yine çalıyor:
Offff girinizzzz !!!
Yazının Devamını Oku

Hatıra Ormanı kime “hatır”, kime “hatıra”

24 Mayıs 2010
BÜYÜK düşünün, biraz hırslı olun! Bu milletin her evladının eninde sonunda ettiği ya da edeceği laftır, “Bir dikili ağacım yok”...
Şanlı bir tarihin evlatları olarak küçük, mütevazı düşünmeye devam ediyoruz çoğumuz.
Bir dikili ağaç takıntısından kurtulup bir orman oluşturmak aklınıza gelmedi mi hala?
Her şeyi benim mi hatırlatmam gerekiyor?
Adını da “Hatıra Ormanı” koyacaksınız.
Gözünüzde büyütmeyin.
“Hatıra Ormanı” işte altı-üstü.

Tabela ormanı

Neredeyse bütün devlet kurumlarının adına oluşturduğu, ağaç sayısından fazla ya da el kadar fidelerden/fidanlardan 1000 misli büyük tabelaların olduğu, kurumuş fidelerden ya da aslında hiçbirşeyden oluşan ormanlardan bahsediyorum.
“Sayın çok değerli büyüğümüz hede-hödö adına, kurumumuz bıdı-bıdı tarafından sonsuz bağlılıklarını ifade etmek üzere oluşturulmuş hatıra ormanı” manasına gelen kelimeler vardır, tabelalarında.
Koskoca kurumlar yapıyor bu komediyi, siz mi yapamayacaksınız...
Hatıra Ormanı için gerekli malzemeleri veriyorum, not alınız:
1- Şehirlerarası yolda mümkünse herkesin görebileceği yol kenarında 1 adet çamurlu arsa. (Ormana elverişli olup olmaması önemli değil)
2- Orman tanımına uygun olarak ağaçlardan oluşan denildiğine ve sayı belirtilmediğine göre iki adet cılız fide. (Çınar, akasya, ıhlamur fark etmez, nasılsa sulanmayacak)
3- Fidelerin 10-100-1000 katı büyüklüğünde bir tabela. (Eh “hatıra” olduğu nereden belli olacak, gelen geçen görsün-şanınız yürüsün değil mi)
4- İçinizden ne geliyorsa tabelaya yazacağınız bir şeyler. (Klasik olmasın ki dikkati çeksin, bilmem ne hatıra ormanı yazacağınıza mesela: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine... Hatıra Ormanı” yazdırın tabelaya... Yok bu olmadı. Bunun sizinle alakası yok. Olsa olsa Nazım Hikmet’in hatırası olur)

Özel mi özel

Size özel bir güzellik olsun örneğin: “Berkay’ın Hatıra Ormanı”. Bu da Sarı çizmeli Mehmet Ağa oldu. Kimbilir hangi Berkay, nerden bilecek tabelayı okuyan...
O zaman tek dalla iki kuş vurun: “Benimle evlenir misin Yasemin... Berkay Kırmızı hatıra ormanı” (Böyle bir tabelayı okuyup da evlenme teklifini kabul etmeyecek kadın tanımıyorum ben)
Ya da patronunuzun iş seyahati sırasında sürekli geçtiği otobanda bir yere:
“Patron o projeyi bana ver, komisyonu aramızda hallederiz. İmza: Hüsam Çokbilmiş hatıra ormanı...” (Bu tabelayı okuyan patronunuzun o projeyi size vermemesi mümkün değil)
Hadi diyelim ki adam çok insafsız. Yemedi bunca emeğinizi de... Yine de hayatında unutamayacağı bir hatıra bıraktığınızı garantileyebilirim size.
Bir anı, bir iz bırakacaksınız o insanın hayatında.
Dedik ya hatıra ormanı:
“Hüsnü beni Cansu’yla aldatıyor hatıra ormanı”
Yok artık abartmayın.
Ha bu arada...
Sulama-bakım işini boşverin.
O iki adet fidecik oraya büyüsün diye ekilmiyor. Adı üstünde, “hatıra” olsun diye...
Benim ormanımın adını da koydum bu arada.
“Sepet sepet yumurta sakın beni unutma
Ferzane Zenan Hatıra Ormanı”
Yazının Devamını Oku

Önyargı kısık ateşte pişer

21 Mayıs 2010
DÜN kıymalı baklava yedim. Hemen “İğrenç!” gibi kelimeler sarfetmeyin, damak zevkime biraz saygı istiyorum sadece.
Ben yıllardır yerim bunu.
Şöyle incecik açılmış her katın arasında kıyma parçaları olur. O parçalar şurubu iyice emmişse ağzınızda dağılır. Damağınızla diliniz arasında erir o şerbetli tat. Yanına da taze kaymak ya da dondurma olursa ooof ki ne off.
Şu andaysa önümde koca bir tabak cevizli baklava var.
Değişen?
Hayır içerik değil.
İçerik aynı...
Değişen baklavaya bakışım, yani yargım.
Değiştiren 40 yıllık haddini bilmez bir tatlıcı.
İki kilo baklava
kıymalı olsun...
Ankara’da Tunalı’nın en işlek tatlıcısına girdim dün. Büyük bir iştahla “İki kilo kıymalı baklava istiyorum” dedim.
Tezgahtaki adam önce söylediğimi anlamayıp tekrarlattı. “Tatlı yerken gözüm dönüyor, 2 kilo ne ki” diyeceğim ama demedim.
“Yok canım hepsini ben yemeyeceğim tabii, eş dost, arkadaşlar...”
Sözümü kesti, “Yok baklava nasıl olsun dediniz?”
“Kıymalı... Kıymalı olsun.”
Adam gevşek gevşek sırıtmaya başladı.
“Bırak abla ya, dalga geçme.”
İsteğim adama bu kadar tuhaf geldiğine göre, tatlıcı yerine ayakkabıcıya girmiştim herhalde.
Çıktım, dükkanın tabelasına baktım. Olmam gereken yerdeydim.
Buzdağı ifademi takınıp, -böyle kendini bilmezlere sert ve ciddi olmak gerekirmiş öyle der uzmanlar- tekrarladım:
“Bakın ben 2 kilo kıymalı baklava istiyorum.”
Aynı sertlikte yanıt gecikmedi.
“Hamfendi, 40 yıldır bu işi yapıyorum. İki çeşidini bilirim sadece. Fıstıklı, cevizli. Kıymalısını da mı yapmaya başlamışlar?”
Yok adam düpedüz kafa buluyor benimle.
“40 yıldır dükkandan çıkmıyorsunuz herhalde...” diye çemkirmeye başlamışken fıstıklının yanında koca bir tepsi kıymalı baklavaya ilişiverdi gözüm. Çığlık attım:
“Ah işte! İşte orada!”
“İyi de o cevizli be ablacım...”
“Yok canım olur mu, kıymalı işte. Şu yeşil tepsinin yanındaki...”
“..............”

Önyargı reformu

Anlattığım bu olayı, uydurduğum bir hikaye sanıyorsanız fena halde yanılıyorsunuz. Çünkü ben çocukluğumdan bugüne kadar cevizli baklavayı kıymalı baklava diye yedim.
Neden?
Bana öyle öğretildiği için.
Neye inandırılırsanız, neyi görmek isterseniz, size ne öğretildiyse onu görürsünüz karşınızda; önyargı hastalığınız varsa...
Nefret ettiğim bir şeyi yıllarca bayıla bayıla yedim.
Sevmediğim bir tat önüme sevdiğim bir isimle çıkarıldığı için...
“Bu ceviz değil ama şekerim, kıyma, hadi aç ağzını” denildiği anda gördüğüm kıymaydı artık 25 yıl... Hiçbirşey bu gerçeği değiştiremezdi.
Ta ki birisi “Dalga geçme be abla” deyip önyargının kör ettiği 5 duyu organımdan şüphe etmem gerektiğini söyleyene kadar.
Önyargı kısık ateşte pişer içinizde... Zamanla...
Öyle inanır ve inandırılırız ki artık hiçbirşey ikna edemez bizi. Karşınızdakinin bir böcek değil çiçek olduğuna, siyahın beyaz olduğuna, inanmazsınız. Çünkü körsünüzdür artık.
Sadece körsünüzdür... Her şeyi sizin yerinize önyargılarınızın sınıflandırdığı bir körlük...
Bunun ne kadar tehlikeli olduğunun farkında mısınız?
Geçen haftalarda sürekli ülkenin ve siyasetçilerin gündeminde yargı reformu konuşulup durdu. Taslaklar, kanun teklifleri havada uçuştu. Yargı reformundan önce ve çok daha acil bir reform gerekiyor oysa.
Acilen meclis gündemine taşınıp hepimizin hayatını değiştirecek bir reform: Önyargı reformu...
Bunu düşünün, hayatınızı önyargıların yönetmesine izin vermeyin.
Siz bunu düşünürken, ben de yazıma ara verip o çok sevdiğim kıymalı baklavadan almaya gidiyorum. Cevizli baklavadan nefret ederim.
Yazının Devamını Oku

Pilates yapan kadın yoğurt mayalarsa...

17 Mayıs 2010
SABAH kahvelerine bayılırım. Kahve değildir sabahı güzelleştiren tabii, o sohbettir, iki lafın arasına sıkıştırılan kahkaha, dedikodu... Evet, ben bayılıyorum dedikoduya.
Bayat, çeviri kadın dergilerinde asla bulamayacağınız her türlü hayat taktiğini sabah kahvesinde bulabilirsiniz. Sabah kahvesi içecek zaman yoksa, iyi bir telefon sohbeti yine kendinizi harika hissettirir, emin olun.
Çoğunlukla derin felsefi konuşmalar yapıp, bundan ulvi sonuçlar ya da dersler çıkarmaz, memleketi kurtaracak dahiyane saptamalar da yapmazsınız .
Sadece işyerinde sinir olduğunuz ve sizden 15 kilo daha zayıf olduğu için suçlu olmayı hak eden birini çekiştirmekten ibaret olabilir sohbetiniz.
Ya da bir mağazada indirim öncesi ayırttığınız giysileri zulalamak için “Tezgahtarı nasıl kafalarım” şeklinde, hemcinsleri sırtından vuracak hain planlar -evet bunu da yapıyorum-
Yahut, bir taburu doyuracak miktarda yemek tarifleri...
Yüzeyden derine...
Yüzeyde gezinirken belki de hayatınıza ve kendinize dair öyle ilginç tespitler, sorgulamalar yaparsınız ki şaşarsınız. Benim diyen terapist ya da Uzakdoğu’nun en uzağından gelmiş bir masör bu rahatlamayı vaat bile edemez size.
İşte bu sabah bir yandan elimde telefon kendimden geçmiş sohbet edip bir yandan bir şeyler atıştırırken ve “Terk edilen ben değilim” diye içten içe haz duyup aşk acısı çeken arkadaşımı teselli ederken, kokusu ve sesi aynı anda içimi cız edecek şekilde salona ulaştı, ocaktaki sütün. Çığlık attım “Süt taştı” diye...
Öyle bir feryat ki içi sızlar duyanın. Mutfakta taşan sütün başında ağıt yakarken acım karşısında dehşete düşüp kendi acısından feragat eden arkadaşım şaşkınlıkla “Allah Allah altı üstü süt yahu, yenisini çıkar, ısıt, ne var?” demiş bulundu.
“Sen benim bu günlük sütü bulmak için nelere katlandığımı biliyor musun, başka türlü tutturamıyorum yoğurdu” dediğimde ise, önce bir sessizlik oldu ardından da kesik/sinir bozucu bir kahkaha geldi. (Gün gelip bunu O’na kullanacağım bir tür kahkaha, eski model araçlarda kontağı çalıştırırken çıkan ses gibi)
“Yoğurt mu yapıyorsun sen evde kızııım ya inanmıyorummm...”
“Ne var, nasıl inanmıyorum, nedenmiş inanmayacak ne var”. (Telaşlandım galiba; tuhaf ya da ayıp bir şey yapıyorum)
“Senin gibi bir kadın, geeenç, güseeel, dünyayı geseeen, kitap okuyaaaan, pilates yapan bir kadına yoğurt mayalamak yakışır mıı?”
“Yakışmaz mı?”
Kınalı ve şaraplı
“Valla bilmem, orasını sen düşün, bir babaannem kaldı yoğurt mayalayan bir de sen... Ha, bir de saçına kına sürüyordun sen di mi?”
“Saçmalama ne kınası!” (Allahım Allahım yerin dibine geçtim yoğurt mayaladığım için)
“Neyse sen temizle de orayı, kurumasın süt” dedikten sonra, yine çalıştırılan aynı motor sesi.

“Aman bak ne diyeceğim, aklıma getirdin organik ürün pazarı kuruluyormuş Aşağı Ayrancı’da...”
“Eeee?”
“E’si doğal meyve sebze işte, her tarafımız böcek ilacı oldu.”
“Ve?”
“Ve hangi günmüş Pazar, bir öğren işte ya.”
“.........”
Koltuktan düştüğümü hatırlıyorum sadece muhtemelen bayıldım...
Bu arada yukarda vermediğim bir cevap; evet saçlarımda kına var... İçine de yarım fincan kırmızı şarap...
Yazının Devamını Oku

Harika bir fikrim var bütün kitapları yakalım!

14 Mayıs 2010
DEMOKRATİK bir ülkede yaşadığımız için günlerdir düşündüğüm çok parlak bir fikrimi ifade ediyorum bugün.Bütün kitapları yakalım!!!! Yakalım!!!! Yüksek sesle hatta bağırarak yaptığım bu çağrıyı dikkate alan,  ne dediğimi bile önemsemeyip  sadece bağırdığım için fikrimi kabul etmeye hazır, beni ciddiye alarak şimdiden  kitap yakacak geniş bir alan aramaya koyulan sevgili dostlarım, öncelikle sizi çok önemsediğimi söylemek istiyorum. Çünkü içeriği farklı görünse de çok büyük bir ortak noktamız ve sıfatımız var sizinle:
Siz de, ben de deliyiz...
* * *
Bu çağrımı ciddiye bile almayan, zırva gözüyle bakan, her daim muhalif dostlar öncelikle teessüf ederim.
Ama  şunu bilin ki sizi ikna edebilirim. Yeter ki diğer dostlar ateşi hazırlayana kadar siz yazımın devamını okuyun.
“Şu futbol sahası iyi bence, külü  dumanı kontrol ederiz”.
Evet size dönüyorum tekrar:
Türkiye de nüfusun yüzde 70’inin kitap okumaması bir tesadüf olabilir mi sizce?
Hayır, kesinlikle tesadüf değildir. Bu çoğunluk mutluluğun yolunun cehaletten geçtiğini bilen çoğunluktur. Mutluluksa bilmemek, sorgulamamak, düşünmemekten geçer.
Ya siz, Sartre ya da Kafka ile akraba olmak ne işinize yaradı bugüne kadar?
Yaşar Kemal okudunuz da başınız göğe mi erdi?
Size iş mi buldu Orhan Pamuk?
Dostoyevski bir güne bir gün eve elinde bir kilo meyveyle geldi mi?
Hayatınızı zorlaştırmaktan, zamanınızı çalmaktan başka ne işe yaradı kitap denen şey.
Sor, sorgula, düşün, hatta abartıp çözüm üret nereye kadar? Siz mi kurtaracaksınız dünyayı?
“Isıyı Fahrenheit 451’e ayarlayın lütfen. Kağıt yakma ısısı. Böyle gereksiz şeylerin olduğu bir kitapta okumuştum”.
Kontrol edemediğiniz şeyleri bilmenin ne manası var ki...
Çirkin binaların nedenini bilmenin ne önemi var, önleyemeyeceğimiz bir depreme hazırlansak ne olur hazırlanmasak ne olur, töredir böyle gelmiş böyle gider, bırakınız ölsünler, siz mi değiştireceksiniz okuduğunuz iki kitapla. Sanat, estetik ne boş işler. Demirciler Çarşısı Cinayeti’ni okudu diye, kanlısını öldürmekten vazgeçer mi sanıyorsunuz bir erkek?
“Aşk-ı memnu’nun kitabı çıkmış bu arada, diğer yakılacakların yanına ekleseniz...”
* * *         
Bilmemenin erdemli ve mutlu ettiği adam ya da kadın,  sokağa atmasın da beslesin mi doğurduğu o çocuğu. Neden eğitim versin, neden üstüne titresin... Hem sokaklar büyütür, gerektiğinde düşmana taş atmayı da öğretir hayat, erkenden olgunlaştırıp tecavüzü, istismarı da...
Bunları kitaplar öğretir mi sanıyorsunuz.
Bakın dünya değişiyor. Takip edilemez bir hızla...
Dünya değişsin, millet uzaya gitsin kimin umurunda. Buralar bize kalmayacak mı siz ona bakın. Hem de her ailenin “Eskiden buralar, dutluktu” diyebileceği kadar geniş toprakları olacak belki de... O topraklar üzerinde büyüyüp kök salacağız...
- Oh, bir sıcaklık yayıldı... Bakın, aydınlığı görüyor musunuz... Okunmayan kitapların alevi... Nasıl aydınlanıyoruz bakın, bir işe yaradılar  hiç olmazsa...
* * *
Bu arada aklıma  süper parlak başka bir fikir geldi...
Sonra yazarım...
Ama en azından başlığını söyleyeyim de merak etmeyin.
“Harika bir fikrim var, bütün  yazarları yakalım”.
Yazının Devamını Oku

Farkı bulana ödül!

10 Mayıs 2010
DEĞERLİ okuyucu, ben küçükken sarışınmışım. Ülkemizde doğal sarışınlar hariç pek çok insan “Ben aslında küçükken sarışınmışım” diyerek sarışınlık genleri ya da en azından sarı bukleleri olduğunu, sarışın olmanın bir marifet ya da üstünlük sağladığını sanır.
Özetle farklılaştırır kendini aslında sıradan olandan...
* * *
Sarışın olmadığımı ilk kez bana “Esmer güzel” diye hitap edildiğinde fark ettim.
Kendini bilmez bir renk körü, bir şaşkın bana “Kral çıplak” demişti sanki...
Aynaya bakıp rengimin aslında sarı değil, koyu buğday tonu olduğunu ilk o gün fark ettim.
Bu çoğunluktan farklı olmadığım anlamına geliyordu.
Neden farklı olmak istiyordum peki? Ya da farklılığımı birilerinin gözüne sokmak?
Bilmiyorum./images/100/0x0/55ea9517f018fbb8f88964ad
Bacak, pençe ve diş sayım diğer insanlarla aşağı yukarı aynı olduğuna göre ben nasıl farklı olacaktım...
Nasıl ayırt edilecektim başkalarından...
Bu egoyu genç yaşımda törpüleyemediğim ve hiç olmazsa hakkıyla farklı olmak için alternatif yollara başvurdum.
Ankara’ da Kızılay meydanının ortasında çırılçıplak soyunmayı düşündüm.
Elimde bir pankartla “Ben sizden farklıyım” demek üzereyken...
Ailemin canının yanacağına, toplumun benim deli olduğumu sanarak büyük olasılıkla bir akıl hastanesine kapatacağına, yani buna hazır olmadığına karar verip Allahtan vazgeçtim.
Fark edilmemi sağlayacak daha az tahrip edici yollar düşündüm.
Beslendiğim sisteme muhalif göründüm, saçlarımı mora boyadım, Led Zeppelin tişörtleri giydim, kokumla fark edileyim diye günlerce yıkanmadım...
Olmadı... Sadece arkamdan birkaç kişinin “Biraz asi galiba” dediğini duydum “Tuhaf, acayip...” acıma, alay bazen nefret uyandıran basit cümleler...
Ama asla “farklı” kelimesi kullanılmadı?
Oysa ben farklıydım, farklı olduğumu hissettirmem gerekiyordu.
Herkes bunu bilmeliydi...
Bu neye yarayacaktı bilmiyorum ama farklı olmak öyle ya da böyle beni üstün, ayrıcalıklı kılacaktı sanki.
Zaman geçtikçe benim çocukken kafaya taktığım sarışınlık komedisinin yetişkinlerde etnik köken, kültürel farklılık vs. şeklinde süslenerek yeniden moda olduğunu gördüm.
Yani çocukken bulmuştum aslında doğru yolu.
Her kökene ait alt kültürleri ve yaşam tarzlarını uygulayıp benimsemeye çalıştım. Hangisine daha yakınsam bilinçaltımla ortaya çıkarıp öyle yaşayacak ve farklı olacaktım.
Horon tepmeyi öğrendim, sıra gecelerine katıldım, “Ayat çok zor abe veresin elcazını, bakayım falına”dan girdim “Nerdesin kızan beyaa”dan çıktım.
Olmadı...
“Amazonlarda yaşayan Havante halkının son temsilcisi olarak Türkiye’deki üniversitelere ücretsiz girişimiz en doğal haktır engellenemez” diye pankart açtım...
Kimse ciddiye almadı.
Komik oldum...
Arkadaşlarım kimlik bunalımı yaşıyorum diye üzüldüler.
Oysa beni anlamadılar.
Ben sadece farklıydım.
Yoruldum...
* * *
Dün farklılığımı ispat edecek her şeyden vazgeçip yürüyüşe çıktım vadide... Hiç olmazsa vücut ölçülerimi mükemmel tutarak fiziki görünüşümle farklı olduğumu göstereyim dedim.
Canım sıkkın yürürken ellerindeki çekirdek kabuklarını, mısır koçanlarını yanıbaşında duran çöp kutusu varken daracık yürüme yolunun ortasına atmış insanların yanından geçtim.
Geçmedim... Durdum...
Mısır koçanlarını bir peçeteyle kaldırıp çöpe attım.
Az ötede dalgın oturan bir amca bana baktı, sonra seslendi arkamdan:
“Kızım...”
“Efendim?”
“Annenle babana söyle... Çok farklı bir evlat yetiştirmişler...”
“Sen çok farklısın”.
* * *
Bundan hiçbir şey anlamadım.
Neyse...
Farklı olduğumu anlamayan insanlardan uzak duruyorum artık. Gidiyorum...
Terk ediyorum...
“Sorun sende değil bende diyeceğim” sorana...
Bu arada doğduğumda gözlerim maviymiş, söylemiş miydim?
Yazının Devamını Oku

Süreyya ve memeleri

7 Mayıs 2010
“GÖZLERİNİ kapat” dedi... “Daha iyi hissedersin”.<br><br>Kapattım gözlerimi.

Parmaklarımı o diri, ipeksi tenin üstünde gezdirmeye başladım.
“Öyle değil. Biraz daha sert dokunmalısın”.
Daha sert dokundum, parmaklarımın ucunda, bütün kıvrımları, iniş çıkışları, sertlikleri hissedebiliyordum.
Ürperdiğini hissettim...
“İşte orası” dedi Süreyya,  “Orada dur”.
Durdum... Ürperdim...
* * *

Yazının Devamını Oku