26 Temmuz 2010
ÜÇ yaş ve üstü kuşağı iyi takip edin. Gördüklerinize inanamayacaksınız. Hayatı bambaşka algılıyorlar, yorumluyorlar ve tepkiler veriyorlar. Onlardan öğreneceğimiz çok şey var. Bütün doğrularınızı altüst edip, kendinizi aptal hissettirecek kadar akıllılar.
Neden 3 yaş diyorum? Ben hayatı 3 yaşındaki yeğenimden öğreniyorum da ondan.
Hele bugün bana anlatılan olayla bütün hayat tecrübelerimi, bu tecrübelerden bana kalan bilgileri olduğu gibi çöpe atıyorum.
Ve bu yeni yaşam koçumu sıkı takibe almaya başlıyorum.
Olay cici kızın ?Yeğenim kendine böyle bir isim vermiş, şaka değil! Kim demiş ismimizi kendimiz seçemeyiz diye- kreşinde ilk günde geçiyor.
Sınıfta çıldırtıcı bir gürültü var. Her çocuk kalkıp kendini tanıtıyor. Bizimki sıra kendisine geldiğinde konuşmaya başlıyor.
“Benim adım cici kıs... Benim adım...”
Sonra kendini tanıtmayı kesip sınıfın öbür köşesinde oturan oğlana dönüyor, bas bas bağırarak “Ben sana deli gibi seviyorum Dağhan” diyor.
¡ ¡ ¡
Kreşin ilk günü demiştim değil mi? İlk gün...
İlk görüşte deliler gibi bir sevmeye dönüşen bir aşk!
Ve sınıfın ortasında o cehennem gürültüsünde haykırarak ilan edilen amansız bir manifesto aşka dair...
Bütün sınıf susuyor, Nuri Bilge Ceylan olsa, bu sahnede böyle uzun bir sessizliğe aşkı böyle yerleştiremez.
Bastıramadığı gürültünün birden trans haline dönüşmüş sessizliğinden öğretmen şaşkın. Çocukların kafası daha fazla karışmasın diye hemen devreye giriyor:
“Aaaa ne güzel, alkışlıyoruuuz. Demek cici kız, Dağhan’ı çok seviyormuuuuş, ne güzel değil mi bir insanı sevmek çocuklaaaar...”
Sınıfta çıt yok hala. Cici kız öylece bakıyor oğlana. Oğlan korkudan olduğu yere sinmiş nedense. Devam ediyor öğretmen:
“Amaaa... Ben sana deli gibi seviyorum denmez. Ne denir? Seni seviyorum deniiiir... Değil mi? Ya da ben sana aşığım denirrrrr, değil mi...”
Sözünü kesiyor öğretmenin kızımız.
“Biliyorum! Ama kafası karışsın diye öyle söyledim...”
Bu cümleyle birlikte bütün sınıf sihirli bir değnek dokunmuş gibi az önceki sessiz kıyamet alameti yaşanmamışcasına devam ediyor gürültüye. Donup kalma sırası öğretmene geçiyor.
¡ ¡ ¡
Hayatta karşılaşacağı zorlukların yarısını daha şimdiden çözmüş bir çocuk.
Siz Aşk-ı Memnu seyredip Firdevs hanımdan kadınlık taktikleri öğrenirken ya da Kızılay’daki çiçekçiden aldığınız bir demet nergisle çok büyük bir icraat yaptığınızı, aşkınızın ömür boyu süreceğini sanırken, el kadar çocuk, aşkı “Her şey fani, marifet kafa karıştırmakta” diye özetliyor.
Muhtemelen de bir sonraki icraatı ilan-ı aşk ettiği çocuk sevgi sözcüklerinin devamını beklerken, ertesi gün yanına gidip o sahne hiç yaşanmamış gibi elindeki oyuncak kamyonu çocuğun kafasına geçirmek ya da rekabeti kızıştırmak için başkasını öpmek falan olacak. Ya da bizim aklımızın ucunda bile geçmeyecek bambaşka bir eylem.
Kuralları, alışkanlıkları yerle bir eden bir tavır.
¡ ¡ ¡
Aşk da sonludur, doğrudur. Ama ne kadar süreceği, tahribat yapacağı ya da ne kadar müthiş yaşanacağı da size bağlıdır.
Yok ben almayayım, gittiği yere kadar gider ya da gerek yok sevgilimin (karı-koca siz doldurun artık içini) gözü benden başkasını görmüyor diyenler!
Sizi kendi halinize bırakıyorum.
Sadece, rica ederim Sevgililer Günü’nü yalnız geçirdiğinizde kutlama yapılan yerlere bomba ihbarı yapıp huzurumuzu kaçırmayın ya da şu aşk acısıyla sesini sonuna kadar açtığınız müziği biraz kısın, içinizde yaşayın acınızı...Vallahi doğru söylüyorsun, değişiklik yapayım ya da kafa karıştırayım diyenler ise toplanın etrafıma.
Gün bizim günümüz. Bugün şöyle bir şey yapın mesela... Uzun zamandır görmediğiniz ya da akşam dönüşünü beklediğiniz adama ya da kadına şöyle deyin:
“İbibikler ötmeden gel yalvarırım”.
Maksat kafası karışsın, düşünsün dursun...
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2010
EROZYONU önleyin... diyecektim ki başlığın gereksiz yere uzadığını fark ettim. Hem bu erozyon kısmıyla çok azınızın ilgilendiğini tahmin ederek girmiyorum. Üstelik bize ne erozyondan. Nedir yani, yenir mi erozyon, boş işler bunlar, boş.
Gelelim başlığın cinsellik ya da parayla ilgili olan yani çoğunluğumuzun ilgisini çeken bölümlerine...
Evet bu doğal viagra sizi deliler gibi zengin edebilir!
Dünyada ilk kez burada, bu köşede açıklanıyor...
İnsanlık var olalı beri en çok kafa yorulan iki konu bir kalemde ve bir kalemle burada çözülüyor.
Üçüncüsü dedim ya çok önemli değil... E her şeye de millet olarak biz çözüm bulacak değiliz ya...
¡ ¡ ¡
Cinsel performansınızın doruklarında gezerken bir de üstüne zengin olmak!
Kimin aklına gelir ki!
Tabii ki benim...
Yazı başlıklarımı görüp de “ Afiş çıplak ama bu filmde kimse soyunmuyor “ diye sızlananlar; buyurun tamamen dürüst, tek kelime hilesi olmayan, tersten çakmayan, hislerinizle oynamayan bir başlık:
Viagra kullanın, zengin olun, EROZYONU...
Açıklıyorum...
Kapari diye bir bitki var, bilenler bilir.
Gerekli gereksiz binlerce bitkinin yetiştiği bu topraklarda, kimsenin yüzüne bakmadığı bir bitki.
Gereksizlerden yani.
Neden gereksiz?
Zamanında herhangi bir padişahımız “Hemen bütün tepelere, derelere, tarlalara, dağlara, taşlara kapari ekile” diye ferman çıkarmamış.
“İlk mahsül tez elden bana, saraya getirile” diye bağırmamış.
O zamandan bu yana bildiğimiz tek şey ne?
Bodur, çirkin, çalılık gibi her yerden arsız arsız fırlayan bir tuhaf bitki.
Her yerden diyorum; Karadeniz dışında her yerde yetişiyor.
Her yere ekebilirsiniz.
Arsız diyorum, su, bakım gerektirmiyor.
Ve erozyonda müthiş... neyse girmeyeyim bu sıkıcı konuya...
¡ ¡ ¡
Devam ediyorum.
İşte burnunuzun ucundaki bu bitki, genç yaşlı fark etmeden herkesin tüketmesi gereken bir doğal viagra...
Neden?
Şanınız yürür.
Sizi balayı günlerinize döndürür, evlililiğiniz kurtulur.
Özgüven ibreniz tavana vurur -sizin özgüven ölçütünüz başka mı, Allah Allah ne ki -
Üstelik elalemin bunu başka ülkelere tonlarca ihraç ettiği gibi bizim elimizdeki madeni de tıpkı diğer madenlerimiz gibi ucuza kapattığını biliyor musunuz...
İspanya mesela... Adamlar çılgın gibi ürettikleri yetmiyor bir de bizimkilere göz koymuşlar ateşli İspanyol kelimesi nerelere dayanıyor çaktınız değil mi ? Yoksa onlar da bizim gibi insan yani bir fazlalıkları yok
Norveç ,Amerika, Fransa, İtalya, Brezilya, Hollanda.
Bunlar bildiklerim, kimbilir daha kimler var gizli saklı bu işi yapan.
Bahane de şu...
“Efendim biz bunu Pizzada kullanıyoruz, makarna yapıyoruz, deniz ürünlerinde sos yapıyoruz. Sizin damak zevkinize uymaz, yetiştirmeyin, kazayla yetişenleri de ucuza bize gönderin. Ya da turşu yapın azıcık, maksat tadımlık, maksat size iyilik. Elinizde kalmasın.”
¡ ¡ ¡
Ha bir de bir şey demişlerdi tam hatırlamıyorum... Galiba şöyleydi...
“Aslında erozyonla savaşta en büyük silahımız. Çünkü orman vasfı yok olmuşsa ve başka bir bitki de ekilemiyorsa orayı imara açacağımıza kapari ekiyoruz...”
Neyse böyle bir şeydi tam hatırlamıyorum, dedim ya gereksiz bir detaydı.
“Karıncalar çimlendiriyor zaten, ekstra bir emeğe, çalışmaya gerek yok” demişlerdi bir de.
Elin karıncasının ne menfaati var bir kere durup dururken bu işi yapsın ?
Onlar bile faydalanıyor demek durumdan düşünün artık .
Neyse ben asıl konuyla devam ediyorum
Müthiş paralar kazanıyorlar adamlar bu bitkiden...
Sanayisini bile kurmuşlar...
Cinsellik, para...
Sonuncu bizimle ilgisi olmadığı için gereksiz ;
Toprak erozyonu... Tamamen boş iş...
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2010
- Alo, anne akşam yemeğe bir kız arkadaşı getireceğim. - Kimlerden?
- İngilizlerden anne. N’apacaksın kimlerden olduğunu?
- Aaa, Türk değil mi?
- İngiliz anne. Türk yemeği yesin diyorum...
- Aaa bak yabancı gelin istemem ben!
- Anneeee!!
- Şşşşstrtşklkjpji... Tamam, tamam kaçta... Şşşlşl... Gelirsiniz?
- Allah aşkına anne o ne sesi öyle...
- Su sesi, suyu açtım, beni dinliyorlar da... Önlem alıyorum... Şşşssrrrsst.. Bu kız da ajan filan olmasın. Ailesini filan iyice araştırdın mı?
- Anne sen iyice komplo teorisyeni oldun bak. Kim, niye dinletsin seni ya? İngiliz ajanlarla ne alıp veremediğin var ayrıca?
- Öyle deme. Bak o tazecik Diana’nın böbreğini kaza numarasıyla çalıp kralın gayrimeşru bir oğlu varmış, ona nakletmişler
¡ ¡ ¡
Komplo teorilerini severim...
Üretilmesi kolay ispatlanması zordur.
Düşünmeye yöneltir insanı zorunlu olarak...
Ortaya atılan bir teoriyi tepki vermeden dinleyeni gördünüz mü...
Muhakkak bir tepki verir, hayret, tedirginlik, kızgınlık, mutluluk.
Beğense de beğenmese de... Kafası takılır çünkü ortaya atılan şeye, düşünür...
Düşünen her şeyi ve herkesi çok severim...
¡ ¡ ¡
Herkesin bir komplo teorisi olmuştur.
Masum da olsa:
- Aya hiç gidilmedi. Bir kere atmosfer olsa o bayrak dalgalanır mı orada safım benim.
Manyakça da olsa:
- Word’ü açın. Büyük harflerle Q33NY yazın (Q33 New York sefer sayılı uçak ikiz kulelere çarpan uçakmış) Bu yazının yazı tipini wingdings yapın. Karşınıza arka arkaya 1 uçak resmi, 2 kule, bir kurukafa ve İsrail bayrağı sembolü çıkacak. (Heveslenmeyin resim sizi oyalar belki ama, böyle bir uçak kodu yok)
Her saat başı gündemin tamamen değişebildiği bir ülkede yaşıyorsanız hayal gücünüz bile ister istemez evrim geçirir, normal insan potansiyelinin 8-10 katı hayal kurabilir, ülke doğasına bu şekilde uyum sağlarsınız. Hayatta kalırsınız.
- Türkiye’de üretilen patlıcanların içine dış güçler uzun zamandan beri sadece bizi etkileyecek bir madde enjekte ediyormuş tek tek. Yiyen bir süre sonra deliriyormuş. Mevkiye göre ya töre cinayeti, ya ensest, ya cinayetler patlak veriyormuş. Ondan sonra vay efendim neden toplumsal cinnet geçiriyoruz çığlıkları. Nedeni ortada buyurun.
¡ ¡ ¡
Komplo teorileri için yüzlerce yıldır üretilen atasözleri olan başka millet var mı; ateş olmayan yerden duman çıkmaz.
Ama hayal gücünüzü kontrol edemezseniz zararlı verebilir.
Komplo teorileri kontrol edilemezse gerçek sorunlara gerçek çözümler bulmanıza engel olabilir...
Komplo teorilerini düşünüp tez-antitez-sentez yapacağınıza paranoyakça fikirler de geliştirebilirsiniz ki buna da saygı duyarım, dedim ya düşünmek güzeldir...
Bir yerden başlamalı insan...
Ama beyniniz bunu kaldıramazsa error verir. Format atmanız gerekebilir bir doktor yardımıyla.
O çok ince çizgiye dikkat edin...
Sonra demedi demeyin, her olaydan hatta sonunu dinlemediğiniz her MASUM cümleden bir mana çıkarır hala gelirseniz...
¡ ¡ ¡
Nereden nereye geldim... Ben aslında size başka bir şey anlatacaktım değerli okuyucu...
Ne demiştim yazımın başlığında:
Vallahi dinleniyorum.
Bu çok tehlikeli...
Çok...
İnsan alışırsa fena...
Arıyor sonra...
Oysa oldukça masum...
Güzel bir yemek, ardından film, bir kitap... Hiç bu kadar dinlenmemiştim günlerdir.
Siz ne kurmuştunuz ki kafanızda?
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2010
SEDA Meşeli’nin “Uganda bitti, bu yaz Gürcistan’dayım” cümlesini aktardığım arkadaşlarımın ilk tepkisi şu oldu: - Eh tabii para olunca, elinde saz, her mevsim yaz.
- Yahu paran olsa Uganda’ya mı gidersin, Gürcistan’da mı geçirirsin koskoca yazı?
- Doğru bak düşünmemiştim, kesin deli o zaman!
Ya deli, ya parasını artık nasıl savuracağını bilemeyen, arayışta bir zengin ya da...
Seda’nın bir taşlanmadığı kaldı...
Evet Seda deli...
Neden?
Hap haline getirdiği yiyecekleri, kuyudan çekip kaynattığı suyla içerek karnını doyurduğu, sıtmayla cebelleşen çocuklarla aynı şartlarda yaşamakta inat ettiği, konaklama parasını gönüllü hizmet ederek çıkardığı için değil. -eh tabii bu kadar har vurup harman savurmaya para dayanmaz-
Korkularının üzerine gittiği için...
Keşfetmenin önündeki en büyük engeli keşfettiği için...
Bunu sadece 23 yaşında yapabildiği için...
Ne kadar öfkelensek az kendisine, ne kadar atıp tutsak az...
Aslında öfkemiz kendimize belki de...
Düşünün bakalım neden diye...
Korku, siz küçükken, karanlık bir oda, perili olduğu söylenen terkedilmiş bahçeli bir ev ya da evinden çıkmayan esrarengiz bir komşunun perdesinin arkasındakilerdi...
Büyüdünüz...
Korkularınız da büyüdü...
Sınırlar, kurallar, bahaneler derken, korku, tüm adımlarınızın önündeki tek engel oldu, zincirlediği beyninize bekçi yaptı sizi.
Yapmayı isteyip de yapamadıklarınızın gizli aktörü, işinizin, eşinizin, hayatınızın kölesiyseniz pranganızın üstündeki yazı, size reva görülen ve hoşlanmadığınız her muamelenin devamını garantiledi bu beş harfli kelime...
Kaybettiklerinizden daha fazla ne kaybettirir ki korkusuzluk?
Kokusu bile vardır korkunun.
Siz hissetmezsiniz belki korkunun kokusunu, ama gidin bakalım mahallenin en sakin köpeğinin yanına korkuyla...
Sizi ısıracağını düşünün, parçalara böleceğini, bedeninizin en narin yerlerinde acıyla, ömrününüzün sonuna kadar taşıyacağınız büyük bir iz kalacağına inanarak gidin o köpeğin yanına...
Isırılırsınız...
Masum, evcil bir köpeğin algıladığı korkunun kokusunu, koskoca hayat nasıl algılamasın da sizi ısırmadan bıraksın?
Ruhunuzdaki o ısırıkların hiçbiri geçmez, üstelik hepsinin bir adı vardır...
Şu sol bacağınızdaki ısırık, eleştirilmekten korktuğunuz için söyleyemedikleriniz...
Sağ kolunuzdaki alay ederler, küçümserler diye yapmadıklarınız...
Ayıptır söylemesi poponuzdaki ısırık, toplum dışına itilmekten korkup herkesle aynı oyu verdiğiniz partiyle geçirdiğiniz öfkeli günler.
Kalbinizdeki ısırık ... Sevmekten korkup beceriksizce...
Neyse onu ne ben tahmin edeyim ne siz söyleyin...
Nasıl yeterince ısırık var değil mi?
Öyle kuduz aşısı falan da geçirmez tedirginliğini, huzursuzluğunu bu ısırıkların...
Oysa sadece bir adım...
Belki bütün hayatınızı değiştirecek...
Korkularının üstüne gitmekle kalmamış Seda, keşiflerini başkalarıyla da paylaşmak ve biraz da olsa tanımadığı, dünyanın bir ucundaki bu insanların yaşamlarını güzelleştirmek istemiş. Arkadaşı Xavier Allard’la çektiği fotoğrafları sergiliyor Ankara’da, Galeri Kara’da.
Diyor ki “Şimdi hem gönüllü çalışmanın, hem de yolculuğun fotoğraflarını sergileme imkanı bulduk. Sergiden bir gelir elde edebilirsek eğer, arzumuz Uganda’da çalıştığım köye yardım etmek”.
Duyar gibiyim bazılarının “Bizim yoksul köylerimiz dururken Uganda’daki köye yardım etmek de neymiş!” dediklerini...
Canım siz de bir emek verin, para kazanın Türkiyemizin bir köyüne gitsin o yardımlar da.
Dünyadaki varlığınızın anlamını, sizi diğer yaratılmışlardan ayıran ve üstün kılan erdemleri de keşfedeceksiniz emin olun.
Dünyanın diğer ucundaki çocuklar sizi ilgilendirmese de hiç olmasa bu ülkenin çocuklarına, geleceğimize bir faydanız dokunsun.
19 Temmuz’a kadar sergilenecek olan fotoğraflar “Afrika’dan Orta Doğu’ya Yollar, Çehreler, Hayatlar” adını taşıyor.
Gitmekten korkmayın... (Seda Meşeli ile iletişime geçmek isteyenler için sedagurcistanda.blogspot.com)
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2010
ARKADAŞIM Dodo’yla ne zaman bir plan yapıp bir araya gelsek başımıza olmadık şeyler geliyor. Adrenalin yaşamak isterseniz çekinmeyin yani, gelin bir kahveye.
Dodo’nun evi Ankara’nın Çankaya semtinde. Şirin, bahçeli bir ev.
Bahçe dediysem aklınıza villa gelmesin. Bir binanın giriş katı. Küçük bir bahçe yapmışlar önüne. Neyse bahçede çay içeceğiz , iki dedikodunun belini kıracağız diye Dodo’ya gidiyorum.
* * *
Sinirden kıpkırmızı Dodo.
“Hayırdır?” diyorum.
Cevap vermeden çalan telefona koşuyor.
Açar açmaz -belli ki geçmişi olan bir konuşmanın devamı- bağırmaya başlıyor:
“Kardeşim, yok dedim! Seyfettin diye birini tanımıyorum ben! Tanımıyorum! Niye anlamak istemiyorsun?.. Yalan mı? Neden yalan söyleyeyim yaaa?”
Kapatıyor telefonu karşıdakinin suratına.
“Ay deli olacağım. Sabahtan beri aynı kadın. Seyfettin orada mı? Biliyorum orada olduğunu, bir çift laf edip kapatacağım, vermezsen ikinizin de başına yıkacağım dünyayı deyip duruyor”.
Gülüyorum:
“E kadın haklı. Sen de ver Seyfettin’i telefona kurtul...”
Aptallaşıyor Dodo:
“Dalga geç sen. Sabahtan beri susmadı evin telefonu. Hayır o değil Osman’dan da telefon bekliyorum, sürekli meşgul ,Allah bilir kaç kez aradı da ulaşamadı bana, cebi de sürekli kapalı, çekmiyor herhalde.”
Hemen bir not düşelim; Osman Dodo’nun erkek arkadaşı.
Bana kalırsa erkek arkadaşı değil Allahın ona gönderdiği bir bela.
Kıza kaprisleriyle, yalanlarıyla, aldatmalarıyla cehennemi yaşatıyor.
Reenkarnasyon diye bir şey varsa Dodo kesin bir önceki hayatında yaptığı kötülüklerin bedelini ödüyor.
Ama gönül bu işte. Dodo nuh diyor peygamber demiyor. İlle de Osman.
* * *
Neyse öbür konuyla devam ediyorum...
“Bir daha çalarsa ben açacağım”.
Şaşkın ama bıkkın Dodo cümlemin bitmesiyle çalan telefonu bana uzatıyor.
“Seyfettin’i istiyorum dedim”, bas bas bağırıyor kadın, gerçekten sinir bozucu.
“Hanımefendi Seyfettin duşta...”, sesim buz gibi.
Kısa süren bir şok... Dodo derseniz oturduğu sandalyeden düştü bu cümlemle.
“Şu anda gelemez yani... Uygun değil... Anlatabiliyor muyum... Akşam gelince görüşürsünüz artık”.
Az önce 7.65’lik mermiyi namluya sürüp telefona nişan almaya hazır kadının sesi kısılıyor...
“Demek duşta... Oldu... Anlıyorum”.
Süngü düşmüş durumda.
Yazık yaaa, içim sızlıyor bir yandan...
Bazen ne kötü, ne acımasız oluyorum.
Sesi titriyor üzüntüden. Artık öfke yok, yıkılmış...
“O’na şunu söyler misiniz rica etsem... Artık Ece diye biri yok. Beni aramasın, sormasın”.
Birden yine çıldırıyor, kadınların sağı solu belli olmuyor hakikaten.
“Benim gibi bir kadına layık değildi zaten o hıyar. Olsa olsa senin gibi...!”
Yok artık dayanamıyorum.
Sözünü kesiyorum. Olmayan Seyfettin üstüne hakaret yiyemem yani.
Hayatımın özlü sözünü uyduruyorum: (Ferzane Zenan olarak telifi bana ait ona göre)
“Hanımefendi hayatınızda böyle hıyarlar oldukça sizden kadın değil sadece bostan olur zaten.
Kapatıyorum sinirle...
* * *
Dodo arenada yaralanan matadorunu kolundan çekip koltuğa oturtuyor...
“Süper konuştun kızzzım var ya, bu kadınlar nereden buluyorlar bu adamları anlamıyorum”.
Pis pis bakıyorum Dodo’ya...
Ettiği lafın ucundan kendine dokunduğunu hissediyor, uzatmıyor lafı. Gayet hızlı bir şekilde soruyor:
“Kahven şekerli olsun di mi?”
Mutfağa kaçıyor...
Tanımadığım Ece’yi tanımadığım Seyfettin’den bir şekilde kurtardım.
Biraz sert olsa da galiba başardım.
Başka bir kadının ilişkisi hakkında atıp tutan, her şeyi çok bildiğini sanan arkadaşım Dodo bakalım güzel bir kadınken bostana döndüğünün ne zaman farkına varacak...
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2010
SABAH aynen böyle bir bağırtıyla uyanıyorum. Saat kaç bilmiyorum. “Allah bilir bu çocuklar da benden değildir! Niye sustun! Aptallaştın!”
E tabii aptallaşacak. Ben bile aptallaştım yattığım yerde.
Yok kavgadan değil. Bu cümleleri, sandığınız gibi bir erkek değil, bir kadın ettiği için.
Cümle aynen böyleydi.
Gece başucuma koyduğum bardağın dibindeki son damlayı içtim ve sesin geldiği duvara dayadım...
Teknolojiye meydan okuyan ve hiçbir cihazın tespit edemeyeceği bu klasik dinleme aletim hevesimi kursağımda bıraktı...
Çünkü kavga gülüşmeye, oynaşmaya dönüştü.
Adam “Ya canım benim ya... Bak sinirlenince saçmalıyorsun, komik oluyorsun, yapma, öperim ben seni, severim, hem çocuklar senden hatırladığım kadarıyla” dedi.
Ateşli kavga boyut değiştirdi birden ve hevesim kursağımda yatağa döndüm.
Bazen anlamsız da olsa ne yaratıcı yahu bu kadınların tepkileri, hakaretleri diyorum...
İki çocuklu komşum aldatılma ihtimalini sorguluyor. Ama sinirden ne dediğini bilmeyip tersten çakarak...
Yumurtalarının kim tarafından döllendiğini sorgulayan bir kadın.
“Banka” ile anne olmak
Aklıma o anda nereden geliyorsa Türkiye’nin sperm bankası yoluyla anne olan ilk ünlü ve bekar kadınları, Güner Özkul’la Leyla Bilginel geliyor.
Sahi ne oldu onlara. Ne yapıyorlar şimdi ?
Çocuklarını mı büyütüyorlar yoksa hayatlarının belki de en değerli bu mucizesi için, insanlara, kurallara, yargılara mücadele mi veriyorlar bilmiyorum.
En son Leyla Bilginel’in bir televizyon kanalındaki sözlerini hatırladım. Hastalığı yüzünden belki bir daha çocuk sahibi olamayacağı için sperm bankasından çocuk sahibi olmayı tercih ettiğini, sıradan bir ilişkiden çocuk sahibi olup mutsuz bir yuva kurmaktansa bunun kendisine daha mantıklı geldiğini söylüyordu.
Gayet aklı başında, insanın biraz içini burkan sözler.
En azından ben burkuldum...
Güner Özkul’un da bu ya da buna benzer nedenleri var eminim...
Aslında hiçbir nedeni olmama özgürlüğü olamaz mı bir kadının?
Yani sadece kadın olduğu için ve anne olmak üzere tasarlanmış vücuduyla bir gün çocuk sahibi olmak isterse ve bunun için uygun bir aday olmadığına inanıyorsa, neden böyle bir tercihte bulunamasın.
Ya da çocuk sahibi olamayan bir çift neden bu özlemlerine bu yolla da kavuşamasınlar? Neden ama neden?
Dünyada 1960’lardan beri var sperm bankaları, amaç belli. Var olduğundan beri de büyük tartışmaları beraberinde getirdi. Sosyal kurumları, aile ve evlilik kurumlarını karşı karşıya getirdi. Ama her şeye rağmen varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar.
“Gece tatlı uykumu bölüp süt ısıtmak, soyumu devam ettirmek ve bir çocuğu, kendi çocuğumu koynuma almak ve gerekirse bunu yalnız başıma yapmak istiyorum” diyenler buraya başvuruyor.
Şimdi detaylarına girersem yazımı hayli uzatacak çok önemli süreçlerden geçiliyor. İnsanlar maddi manevi yıpranıyor bu süreçlerde. Tek neden ÇOCUK SAHİBİ OLMAK...
Bu kadar...
Ülkemizde niye yasak
Bizim ülkemizde sperm bankası yasak. 6 Mart’ta resmi gazetede yayınlandı, yürürlüğe girdi.
“Üremeye Yardımcı Tedavi Uygulamaları ve Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri” Yönetmeliği’nde, “soyu koruma” amacı ile yapılan bir değişiklikle...
Demokratik bir ülkenin başkentinde yaşayan bir yurttaş ve bir kadın olarak bazı sorular kafama takılıyor bu konuyla ilgili:
Bakanlık herkesin anladığı gibi ırkın değil, soy bağının yani babanın belli olmasını önemsediğini açıklıyor ama günümüzde her hamile kadın evli olmadığına göre, evli olmayan bekar kadınların çocuğunun kimden yaptığı nasıl belirlenecektir. Kadınların beyanı yüzde yüz doğru olacak mıdır?
Bir başka ülkede işlenen, hatta teşvik edilen ve o ülkede suç olmayan bir eylem ceza hukukuna göre suç mudur?
Farzedelim ki suçtur, Osmanlıdan bu yana katıksız “saf kan devam eden Türk ulusu olarak” soyumuz tehlikede midir?
Bugün sizi sorgulamalar değil sorularla başbaşa bırakarak veda ediyorum.
Bu arada yazıyı okuyan anneler varsa, düşünün bakalım o çocuklar sizden mi ha?
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2010
ARABAMIN sileceğine sıkıştırılmış kartı okurken ürperdim. Bir dedektiflik bürosu sizin yerinize bu işi yapıyormuş...
“İŞ VE EŞ TAKİBİ YAPILIR...”
Vay canına!
Aldatılıp aldatılmadığınızı sıradan bir iş takibi gibi belgeliyor, aldatılıyorsanız, bu belgeleri alnınızın ortasına yara bandı gibi yapıştırıyorlar artık.
“Geçmiş olsun, aldatılıyorsunuz... Ayrıca tebrikler, şüphelenmekte haklıymışsınız, boşuna kurt düşmemiş içinize, borcunuz...”
E ne olacak şimdi?
Evliliğiniz ya da o ana dek aşık olduğunuz kişiye olan aşkınız bitecek mi?
Aslında şüphelenmeye başladığınız anda zaten siz farketmeseniz de kalenizde koca bir delik açılmamış mıydı?
Ticari bir evlilikse sona mı erecek mal ortaklığınız?
Ne çetrefilli işler değil mi?
Eh siz kaşındınız.
Oysa böyle Amerikan filmlerine özenip karınızı kocanızı takip ettireceğinize, böyle tuhaf maceralara girişeceğinize, ilk gördüğünüz taksiye binip herhangi bir arabayı işaret ederek “Şu aracı takip et dostum” deseniz yine aynı adrenalini yaşayacaktınız.
Yuvanızın yıkıldığıyla kaldınız hadi bakalım.
Üstüne de tonla para.
Hem ayyuka çıktı artık olay, öyle kös kös oturmak yakışmaz bu saatten sonra.
Üstelik konu komşu ne der, nasıl acıyarak bakar suratınıza...
“Seni mahkemelerde sürüm sürüm süründüreceğim, üstündeki donuna kadar alacağım” gibi lafları ezbere bilmek ve gerektiği zaman bütün mahalleyi bu sesle çınlatmak zorundasınız üstelik.
Ne güzel tanıştığınızdan beri aldanıp duruyordunuz halbuki.
Kim soktu böyle cin fikirleri aklınıza?
Huzur mu battı?
Ya “aldanmak” olmasaydı
Aldatmanın ahlaki, sosyal, fiziksel boyutlarını tartışmayacağım.
Toplumda bu kadar sıradanlaştığına ve arttığına göre, onlarca sebebi olabilir...
Kimsenin ahlak bekçiliğini yapmaya ya da yargılamaya hakkım da yok...
Ancak net bir gerçek var ki hepimiz aldatılmaktan korkar, aldatana kötü sıfatlar takarız.
Peki ya aldanmak?
Aldanmaya bayılırız... Aldandığımız şeye de övgüler dizeriz.
Aynı kapıya çıkmaz mı oysa aldatılmak ve aldanmak?
Aldatılırken de aldanırken de kandırılırız, kanarız.
Ama birinde gönüllülük esastır.
Gelin olayı kadın erkek ilişkisinden çıkararak irdeleyelim biraz; aldanmak olmasaydı ne kadar mutsuz olurdunuz düşünsenize...
Sosyal yaşamdaki hayal kırıklıklarımız, bedensel acılarımız, siyasi tercihlerimiz, doğal afetler, doğal olmayan bizzat insan elinin neden olduğu afetlerin hepsini olduğu gibi çıplak gözle görmeye kalksak, altından kalkabilir miydik yaşayacağımız travmanın?
“Ebedi bir şifadır aldanmak”
“İnan haluk, ebedi bir şifadır aldanmak!”*
Bizi aldatacak birini bulamazsak kendi kendimizi aldatırız merak etmeyin. Böyle birşeydir aldanmak.
Acınızı azaltır, aptallığınızı kamufle eder.
Aldanmak olmasaydı; ülkemizdeki birçok orman yangınına aşırı sıcakların değil sigara izmariti ya da insanlıktan nasibini almamış birilerinin neden olduğu gerçeğine tahammül edebilir miydik? Birer gönüllü bekçi olmaz mıydık her bir ağaca?
Yarım saat yağan yağmurun sokakları sular altında bırakmasına, insanların sel sularına kapılıp gitmesine allahın takdirinin değil, altyapı ve kanalizasyon sisteminden habersiz yönetimlerin neden olduğu gerçeğine ne kadar dayanabilirdik? Tepki vermez miydik?
Bu ülkede doğru düzgün eğitim görmeyen, sağlıklı ortamda büyüyüp beslenemeyen , aile şiddetine, cinsel tacize maruz kalan çocukların birer yetişkin olduklarında dönüştükleri zavallı, aciz ya da cani kimliklerinin suçlusu olarak yalnız ailelerinin değil, sistemi düzeltmek adına hiçbirşey yapmayan her birimizin de suçlu olduğu gerçeğini kaldırabilir miydik?
Birçoğumuz kaldıramazdık inanın ?kalasları saymıyorum?
Bakmayın siz Nazım Hikmet’in “aldanmazsak: varız! /aldanırsak: yok” deyişine...
Bu zamanda aldanırsak varız, aldanmazsak yok...
Başka türlü hayatta kalınmaz...
Ha bu arada eşiniz aynen söylediği gibi yalnız sizi seviyor. O sadece anlık bir hevesti ...
* Tevfik Fikret
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2010
“DİLERİM tanrıdan ki sana açık kucaklar Bir daha kapanmadan kara toprakla dolsun...”
Eve kahve içmeye gelen arkadaşım Dodo’yla, üç saattir bu şarkıyı dinliyoruz.
Neden? Deli miyiz?
“Anmasınlar adını, candan anan dudaklar...”
Hayır.
“Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun”
Deli olan, aşk acısından çıldırmış halde bütün mahalleyi bu gürültüyle ayağa kaldıran adam...
“Annen bile okşasa, benim bağrım taş olur...”
Dodo iç geçiriyor. “Bak ne aşklar var kızım, annesinden bile kıskanıyor. Biz de işten yorgun argın gelip, akşama ne yemek beğendireceğiz diye düşünüyoruz kara kara burada”.
“Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın...”
Ters ters bakıyorum Dodo’ya. Siniyor...
“Ben gayet memnunum Dodocum, böyle beddua etmektense yemek pişirmeyi tercih ederim”
“Aman! Yemek pişirirmiş! Aşk yok, heyecan yok...”
“Nerden biliyorsun aşk olmadığını. Bir kere ben o kapıyı hayat arkadaşıma açtığımda titriyorum biliyor musun”
“Hadi canım titriyormuş, iki sene oldu siz evleneli, titriyorsan panik atağındandır kesin”
“Dodo, vallahi titriyorum inanmayacaksın. Sarılıyorum, yetmiyor. Kokusunu özlüyorum bütün gün. Başımı boynuna yaslayıp kokusunu çekiyorum içime kapıyı açtığımda”
“Hadi be, inanmıyorum, kokusunu çekmek falan çok banal kızııım”
“Ha anladım, adam vurup kıracak ki romantik olsun ,aşk olsun. Biz koklayınca banal...”
* * *
İntizar aşk acısıyla yazılmış olan belki de en masum şarkılardan…
En azından şu şarkıları duyunca insan öyle olduğunu düşünüyor…
Allah belanı versin, Allah seni kahretsin, Ya benimsin ya ölüsün –ya toprağın kelimesi yerine alternatif bir yaratıcı kelime seçilmiş - sen de benle kahrol ...
İçimdeki nefreti kimse alamaz
İsterse ölüm gelsin
Hala seviyorum seni
Allah belânı versin
Nasıl yani?
Hadi canım aşk ve nefret ikiz kardeş falan değildir.
Beni korkutan ve ürküten bu tip şarkılar duyduğumda, şarkıyı kendinden geçmiş defalarca dinleyenin, aşktan beslenen! nefretle, gidip sevdiğini vurma ihtimalinin hiç küçümsenmeyecek kadar büyük olduğunu bilirim.
Aşk maskesiyle sahneye çıkan bu eylemin adı sadece ilkelliktir çünkü.
Bu haberi üçüncü sayfadan okuyup “Vay beee, adam -ya da kadın- nasıl tutkuyla sevmiş” diye alkış tutan da vardır emin olun.
Bu vahşeti dramatik bir müzikle süsleyip “Hazin aşkın sonu” diye haber yapmaya meraklı rating sırtlanları da...
* * *
Aşk, adı nefretle yan yana anılacak en son kelimedir.
Biri gerçekten var ise öbürü aynı yerde yoktur.
Gerçek aşktan bahsediyorum.
Oscar Wilde, hapishanede tanıştığı, sevgilisini öldüren Thomas Wooldridge’in idamından etkilenerek “Herkes sevdiğini öldürür” demiş.
Nasıl?
“Kin dolu bakışlarıyla ya da okşayıcı bir sözle...”
Hatta canınız çok yanarsa içinizdeki her şey kendiliğinden ölebilir ki sizin bir çaba harcamanıza gerek kalmaz.
“Korkak bir öpücükle...”
İlle de kan döküp bir ardında bir iz bırakmak isteyenler için de bunun aslında daha kanlı, can yakan ama temiz bir final olduğunu söyleyeyim.
Doğrudur, herkes sevdiğini gün gelir öldürebilir …
Bu ihtimal hepimizin hayatında var maalesef.
Bir gün birini öldürmek geçerse aklınızdan, sevdiğiniz birini... –ki dilerim olmaz-
Aklınızdan geçen cinayet dilerim böyle olur:
Ama gene de herkes sevdiğini öldürür,
Bu böylece biline,
Kimi bunu kin dolu bakışlarıyla yapar,
Kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür.
Korkak...
Bir öpücükle...
Yazının Devamını Oku