29 Ekim 2010
NEDENİNİ bilmediğim bir sıkıntıyla uyandım. Uyanmamla yatağın ucunda durmuş, beni seyreden şapkalı adamı fark etmem bir oldu. Kalp atışlarım hızlandı, kesik kesik soluk almaya başladım. Alıp vermeye demiyorum çünkü aldığım nefesi veremiyordum sanırım.
Ne kadar zamandır orada öylece durup beni izlediğini düşündüm korkuyla.
Balkon kapısını açık unutmuştum muhtemelen. Ya da uzun zamandır tamir ettirmeye üşendiğim kapı kolunu zorlanmadan açıvermişti işte.
Kendime kızacak zamanım yoktu. Kıpırdamamaya çalıştım, uyandığımı fark etmemeliydi. Yeniden kapattım gözlerimi sıkıca.
“Allahım” dedim, “Allahım lütfen bir an önce çekip gitsin, alacağını alsın ve çekip gitsin.”
Hiçbirşeyim olmadığını fark ettim maddi değeri olan.
YA ALIRSA...
Çantam salondaydı. Cüzdanımda belki beş on milyon para – bu bile çıkmayabilirdi- ve bir kredi kartı vardı. İşine yaramazdı onlar da. Başka? Cüzdanımın iç gözünde bir zamanlar çok sevdiğim ve artık görmediğim bir adamın ipek küçücük bir keseye sarılmış bir tutam saçı ‘alır mı’ dedim içim sızlayarak. “Alsa ne işine yarar, akıl hastası değil ya cüzdanımdaki bir tutam saçı alsın… Ya alırsa? Ya alırsa neyim kalır benim?”
Başucumdaki sehpanın üzerinde, kapağında, “2.Dünya Savaşı sırasında bir anne kızın yanyana çektirdiği siyah-beyaz küçük bir fotoğraf olan kutu geldi aklıma... İçinde o çok sevdiğim adamın bir yaz öğleden sonrasında yediği kirazların çekirdeği duruyordu sakladığım. Huysuz bir oğlan çocuğuna yedirir gibi zorla yedirmeye çalıştığım kirazlar.
Kuşkusuz o süslü, yaldızlı siyah beyaz kutudan çıkan kiraz çekirdekleri de ilgisini çekmeyecekti ve aslında benim sadece kiraz çekirdeklerini başucundaki kutuya atan bir pasaklı olduğumu düşünecekti.
“Pasaklı biri olduğumu düşünecek” diye rahatladım. En azından kiraz çekirdeklerime dokunmayacaktı.
NEDEN KURUSIKI
Hafifçe araladım gözlerimi, aynı yerde duruyordu, gözlerini dikmiş, en ufak bir hareketimde saldırmayı bekliyordu.
Yatak odasından çıktığı anda, elimin uzanabileceği mesafedeki kurusıkı tabancaya uzanmam 10-15 saniyemi alacaktı sadece. Neden kurusıkı demeyin, korkutayım derken bir insanın canını almanın azabıyla ömür boyu yaşamamak için ne yapabilirdim?
Ama hayır, kıpırdamıyordu. Belki de evin her yerini gezmiş ve bir şey bulamayıp son durağı olan yatak odasına geçmişti. Bu durumda başucumda usanmadan durup öylece bakıyorsa, niyeti pek hayırlı değildi.
Yeniden sıklaştı soluk alışverişlerim. Titrediğimi fark etmemesi mümkün değildi bir adım daha yaklaşsa.
Ya tecavüz edecekti ya kim bilir bedenime kaç kez saplayacağı bir bıçakla sadece öldürmüş olmak için öldürecekti beni ya da aklıma gelmeyen bir tür işkenceyle eziyet edecekti
Ne yapacağını düşünmek bile istemiyordum artık. Yabancı bir adamın karşısında bu kadar savunmasız ve çaresiz kalmak tüm sinirlerimi altüst etmişti 2-3 dakika içersinde...
“Ne olacaksa olsun, ama olsun, bu bekleyiş daha ızdırap verici kendimden beklemediğim bir çeviklikle fırladım yataktan çektiğim eziyete son vermek için.
İçimden cesaretimi takdir ettim,
Bağırdım
- Gel, gelsene, ne yapabilirsin ki bana en fazla !!!
Yataktan fırlarken, başucumdaki kitabı adama doğru fırlattım.
Bir yandan duvardaki lambaya uzandı elim.
Ölmeden önce müstakbel katilimi görmeliydim. Sarı keskin ışık odayı aydınlattığında fırlattığım kitabın adamın şapkasını uçurduğunu gördüm.
BEYNİ YANILTAN ORGAN
Giysilerimi astığım askılıktan önce şapka düşmüştü, sonra bozulan dengeyle tüm giysilerim...
Adam devrildi yere metal kollarıyla birlikte...
Beyin, ne mükemmel bir mekanizma değil mi?
Tek bir emriyle tüm vücut müthiş bir değişim geçiriyor. Sizi yaşayacağınız olaya hazırlıyor.
Beyni yanıltan tek bir organ var ama kalbiniz...
Yeter ki kalbiniz yanılmasın.
Tehlikeyi, korkuyu, mutsuzluğu, acıyı, cesareti hatta aşkı bile var sanabilirsiniz.
Bir başkası için tamamen önemsiz bir an olarak hatırlanan bir öğleden sonrasını, siz bir kutuda aşkla kiraz çekirdekleri şeklinde saklayabilirsiniz.
Sanabilirsiniz.
Dikkat edin kalbinize.
Var sanabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2010
“BİR düzen kursan, normal insanlar gibi çoluğa çocuğa karışsan, yalnızlık nereye kadar?” diye sıkıştırılıp, üstüne bir de arsızca kendisinden habersiz evlendirilmeye çalışılan arkadaşım sonunda pes etti. “Hahahayttt hiç de değil! Bir kere evde üç kişiyiz; ben, keyfim ve kahyası” diyen kızcağız hastalanıp evde yatağa düştükten ve bütün gün her kanalda yayınlanan evlilik programlarına maruz kaldıktan sonra, mahalle baskısını bir de medya yoluyla iliklerine kadar hissetti ve telefona sarıldı. Gerisi onun ağzından...
“Evet evet bir an önce evlenmeliyim, yoksa adam kalmayacak memlekette” deyip eşe dosta haber verdim, telefon trafiği durmuyor.
“Arkadaşlar evleniyorum”
Sevinç çığlıkları “Kiminle”...
“Ben de bilmiyorum, bulacağız artık”
Sevinç çığlığı kesiliyor, yaşattığım travmanın etkisini azaltmak için:
“Ama karar verdim işte, yani karar vermek yapmanın yarısıdır derler, demezler mi, alo, alooo...”
Tık yok. Yarım kalan memnuniyetsiz ses “İyi bari... Bir an önce araştırmalara başlayalım da vazgeçme” diyor.
¡ ¡ ¡
Evet evet çok doğru bir karar verdim. Zaten çocuk da yapmak gerek. Biyolojik saat diye bir şey var. Üstelik uğraştım durdum bunca zaman, mitoz bölünüp çocuğu aradan çıkartırım diye ama yok, bölünemiyorum, Hem bölünsem benden bir tane daha olacak, hem de aynı evde! Kabus gibi. Sonra bir de ona koca ara, daha kendime bulamamışken. Kesin ikinci kişi gerekiyor çocuk için. Denemeyin yani iki kişi olmadan çocuk olmuyor.
¡ ¡ ¡
Neyse tekrar ikinci kişi olacak adama dönüyorum. Listeler çıkarılmaya başlanıyor. Üç kişilik KOCA bir bekar listesi önüme seriliyor. Listeye bakınca arkadaşlarımın uçarı kaçanı affetmediğini görüp duygulanıyor.
1) Bir bankacı -stres, sinir bileşkesidir bu adam kesin-
2) Bir akademisyen ? uzun zaman bekar kalmış ve tercihleri konusunda çeşitli spekülasyonlar yapılıyor, allaamm insanlar ne kadar da kötü niyetli yaaa-
3) Bir emekli muhasebeci -bu nasıl karışmış ki buraya! O kadar mı çaresiz göründüm insanların gözlerine-
Ve benden 10 yaş küçük genç mühendis, bu da bonus! Bağımsız aday kendisi. Beni O buldu ?yok artık canım arkadaşlarım, genç, güzel, kulağa hoş geliyor itiraf edeyim ama şimdi olmasa da her daim çıtır kalmayacağına göre 20 sene sonrayı düşünmek lazım-
Gerçekten umutsuz durum, vur kızım kafanı dağlara taşlara.
¡ ¡ ¡
Yahu nereye gitti bu adamlar. Yok en iyisi katalogdan seçmek deyip tekrar o muhteşem evlilik programlarına döndüm
Mesela ben fark etmeyeli “kara kaşlı, kara gözlü, döşü kıllı erkekler”e bir talep patlaması yaşanmış ki şimdi ara da bulabilirsen, karaborsadalar yani. E memlekette arz fazla ama, talebi karşılayacak kadar yok. Benim de vakti yok hemen vazgeçtim “kara kaşlı döşü kıllılardan”
Biraz daha izleyince, memleketin çivisinin çıktığını, afedersin sayın okuyucu, memleketin oldukça değiştiğini de fark etmesi uzun sürmedi.
“Yahu ne kadar değişmiş ülkemiz.
Ne kadar rahatlamışız kendimizi ifade ederken, utanma sıkılma olmadan, böceğe bakar gibi adamın suratına “Iı ııhh elettiriğim tutmadı” diyen “Evi benim üstüne yapacaaan, bir tene de araba isterim şoförlü tercihimdir” şeklindeki mütevazı isteklerini dile getiren, kaderin sillesini yemiş incecik kol böreği yapan kadınlar varken kim onun gibi portakallı somon yapan kadına bakar. Ev ekonomisinden bihaber, aldığı maaşı “Ama sudan ucuzduuuu, almasam kesin arkamdan ağlarlardı” diye üç çift Louboutin ayakkabıya yatırıp kalan günleri “Rejimdeyim diye çorbayla geçiştiren bir kadınsam suçlu muyum yani?”
Birden içine su serpiliyor, sahi her kör satıcının bir kör alıcısı vardır diye bir laf vardı hani... Kullanılıyor o değil mi hala...
Oh be...
¡ ¡ ¡
Yakınımda tanık olduğum bir Türkiye çılgınlığını paylaştım. Hem de örnek başkent Ankara’dan.
Peki sen okuyucu? Kıpırdasan diyorum, evlensen diyorum... Maşallah salondaki tozlar domates, salatalık ekecek kadar toprak halini aldı, normal insanlar gibi bir düzen kursan diyorum, çoluk çocuk...
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2010
YANACAKSINIZ, en baştan söyleyeyim. Sonra “Yok ben duymadım, haberim yoktu, yanlışlıkla düştüm ben, yolumun üstündeydi de geçtim bilmeden” diye sızlanmayın.
Bunu hepiniz bildiğine göre, hepinizin bilmediği detaylara geçeyim ben...
Direkt olarak yanıp işin içinden kurtulacağınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Uzun ve acılı geçecek cehennemde günleriniz.
Ben diyeyim 250 siz deyin 400 yıl torunlar ve torunların torunları, onların da torunlarıyla çekeceksiniz üstelik bu ateşi.
* * *
Kim demiş suç şahsidir, cezasını işleyen çeker, ayrıca işlediyseniz bir hata torunlara sirayet etmez diye.
Doğmamışlarınızla birlikte, masum çocukların, bebeklerin, tertemiz neyiniz varsa hepsinin içinde olacağı bir cehennem.
3-4 odun parçası, her daim sıcak ve taze harlı bir alev, ortalıkta yarı çıplak gezinen, pişman, acıdan inleyen, af dileyen günahkar kullar falan da beklemeyin. Biraz klasik bir bakış açısı bu da.
Cehennem fantezinize uymayabilir kusura bakmayın ama keyfinize göre de cehennem organize edecek halim yok.
Umduğunuz değil bulduğunuz yerde yanacaksınız kusura bakmayın.
“Cehennemdir su olmasa da şarap bulunur elbet” deyip umutlanmayın “Su! Su!” diye çığlıklar atıp, asit içeceksiniz, asidin boğazınızdan midenize kadar giden sürede izlediği yolu hissedeceksiniz içerken.
* * *
Öyle kuru,bunaltıcı değil, rüzgarlı olacak cehenneminiz merak etmeyin. Ama bir farkla;
Asit taşıyacak cehenneminizdeki rüzgar. Gözlerinizi, cildinizi, nefesinizi dahi yakacak fırtınayla karışık bir asit rüzgarı.
Aşk acılarınızdan bile büyük, daha feci yanıklarınız olacak, düşünsenize...
Kaslarınız eriyecek, karnınız şişecek, sinir sisteminiz felç olacak, kan kusacaksınız, kustukça
yalvaracaksınız “Çıkış yok mu buradan” diye.
Sel ile çamura bulanmış yığınlara bata çıka kaçmaya çalışacaksınız...
Yanınızda iki milyondan fazla insanla...
Ta Manisa’ dan İzmir’ e kocaman bir cehennem...
Sırf bir İngiliz şirketi 15 yıl boyunca topraklarınızdan nikel çıkaracak diye...
Ve bunun sonucunda, ülkenize bir buçuk günlük dış borç faizi ödemenize yetecek kadar bir para bırakacak diye...
Yazının başlığını gerçek bir kılavuz sanıp hevesle okumaya başlayan ve hayal kırıklığına uğrayanlar, bundan daha mı kötü olacak sanıyorsunuz başka bir cehennem?
Bu cehenneme siz gireceksiniz...
* * *
Ben mi?...
Şimdi Manisa Çaldağ’da kendi halinde bir meşe ağacıyım, ama o gün geldiğinde belki etrafınızda kalan bir ot parçası belki cehenneminizde ateşinize odun olacağım...
Meşe dediğime bakmayın, soran, sorgulayan bir ağacım ben, zaman zaman düşüneceğim elbet yine de ”Neydi aslında sizin suçunuz benim bilmediğim” diye...
“Cehenneme girmek için ne yaptınız” diye, suçsuz göründüğünüz halde...
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2010
“DALYAN gibisin seni almayacaklar da kimi alacaklar“ dedi benimki. Öptü yüzümü, sevmeye kıyamadığı atını öper gibi öndeki 2 dişimi öptü.
“Ya kurada çıkmazsa“ dedim “üç bin kişi alırlar en fazla“
“Allah büyüktür“ dedi. Boynumdaki teri sildi sonra yine öptü dişlerimi.
Sınava gittim. Kaç kiloydu bilmiyorum ama o kütükleri sırtımda taşırken güç verdi sanki Allah bana. Hiçbir yere çarpmadım. Kürekle kumu taşırken “hiçbir şey olmazsa kuru ekmeğe talim ederiz, o da olmadı Sivas’a gideriz, orada bir tekel bayii açarım, ben onu seviyorum, O beni. E Allah da büyükse niye aç kalalım ki“ dedim, bir yandan da kızdım içimden kendime “şartı mı olurmuş bunun, Allah büyüktür elbet“. Balyozu tam beline indirdim duvarın.
Okumuş adamım, üniversite bitirdim şükür aç kalınmaz elbette.
Ne kadar söylesem nafile, en son o şans topuyla kendi numaramı çekerken “şans mı çekiyorum şanssızlık mı, hayırlısı olsun inşallah“ dedim içim biraz buruk.
Dizlerimin üstünde yürüyerek kömür çıkarma yerine giderim her gün, mesaiden sayılmaz o ama olsun. Çok iyi olmasa da borçsuz, elaleme minnetsiz yaşarız işte. Bulguru, salçayı köyden gönderir anam, mercimek desen ha keza öyle. Geçiniriz böyle, ama “ya atarlarsa“ diye de korkarım bazen.
“Ben susuz çalışmam” diye birini işten atmışlardı geçen ay. Bilmezsiniz tabii “su“ ne kadar kıymetlidir yerin altında.
Delici makineler taşı delerken toz çıkarır, ne toz ama bir görseniz.
Su havadaki o tozu tutar. Düşmanın bileğini tutar gibi, ciğerlere gitmesine mani olur tozun.
Ama gel gör ki su kullanıldığında yavaş ilerler her şey, yavaşlayınca da taşeron firmanın geliri düşmüş olur. Bunun için işçiye susuz çalışmayı dayatmışlar o da bunun ölüm olduğunu bildiği için “susuz çalışmam” demiş, işten atılmış.
Yok, ben de susuz çalışmam.
Nankör demeyin sakın !
Ben yerin altında, ciğerlerimden her gün bir parçayı orada bırakarak bu işi yapacaksam, karımı daha az göreceğim demektir bu dünya gözüyle. Halbuki ben nasıl severim onu bir bilseniz onun yanında yatarken derim ki “inşallah mezarımız da aynı yerde olur, böyle koyun koyuna ölürüz”
Ben onu o kadar severim işte? Benim güzel karımı.
Çıkarılmayı bekliyorum burada ben şimdi. Birkaç gün geçti galiba ama bana sorarsanız sanki 5 ay oldu Karadon’da madenin altında. Bir patlama, çığlık, gerisini hatırlamıyorum.
Bazen hiç burada değilmişim yeryüzünde geziniyorum gibi sanki. Herşeyi görüyorum, memleket havadislerini, evimi, karımı. Dünyanın başka yerinde başka kardeşim toprağın yüzlerce metre altından çıkarılıyor. Bende bekliyorum başında o tünelin. Her çıkanla birlikte ben de çığlık atıyorum sevinçle.
Onlar “Şİ-Şİ-Şİ-Lİ-“ diyor. Kendi memleketlerinin adını haykırıyorlar, sevgililerine sarılıyorlar.
Ben karımı özlüyorum
Karımsız, güneşsiz, karadan başka renk görmeden bekliyorum çıkarılmayı.
Onlar “Şİ-Şİ-Şİ-Lİ-“ diyor. Kendi memleketlerinin adını haykırıyorlar, sevgililerine sarılıyorlar.
Ben diyorum ki “ az kaldı, sık dişini, Karadon’da kim kalmış toprağın altında diri diri günlerce, unutulmuş, bugün ölsen yine çıkarırlar, cesedini de bırakacak değiller ya orada“
Onlar “Şİ-Şİ-Şİ-Lİ-“ diyor. Kendi memleketlerinin adını haykırıyorlar, sevgililerine sarılıyorlar.
Ben “ölmek kaderde yok“ diye bağırıyorum.
ÖL-MEK ? KA-DER- DE ? YOOOOK !
Onlar “Şİ-Şİ-Şİ-Lİ-” diyor. Kendi memleketlerinin adını haykırıyorlar, sevgililerine sarılıyorlar.
Karım sevmeye kıyamadığı atını öper gibi öndeki 2 dişimi öpecek diye hayal ediyorum.
Onlar “Şİ-Şİ-Şİ-Lİ-“ diyor. Kendi memleketlerinin adını haykırıyorlar, sevgililerine sarılıyorlar.
Ben TÜR-Kİ-YE demek istiyorum
Not: Şili’de 2 aylık bir çalışmanın ardından kurtarılan 33 madenci ile Şili devleti, bizde yapılan açıklama gibi “bu mesleğin kaderinde ölmek var” dememiştir. Zonguldak Karadon’da 5 aydır çıkarılmayı bekleyen 2 işçimiz de artık yaşamıyor olsalar da oradan çıkarılmayı da mı hak etmiyorlar sizce de ?
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2010
KABUL... İtiraf ediyorum o silahı ben doldurdum... Ama o kadar...
Küçük bir şakaydı zaten, sıkıntıdan yaptığım.
Sonrasında patlayan bütün silahların sorumlusu olarak gösterdiniz beni, teşekkürler..
Küçük kızları vurdunuz, masum kadınları, eşinizi, hain pusularda sevgililerinizi, çocukları, kardeşlerinizi, dostlarınızı, bazen düşmanlarınızı...
Kabul...
İtiraf ediyorum o misketleri ben koydum ayağınızın altına.
Düşen insanlar beni çok güldürür çünkü.
Kendime bile gülerim düştüğümde biliyor musunuz...
Ama gerisi size ait.
Birbirinize taktığınız çelmelerin sorumlusu sizsiniz.
Düşen insanlar, sallanan binalar, eşyalar heyecanlandırır beni...
Ama o kadar...
Yaptığınız binalardan, yollardan, kaldırım taşlarından çaldığınız malzemeler sizin fikrinizdi, yıkılan duvarlar sizin başarınız...
84 öğrencinin katili binaları yapanları cezasız bıraktınız, suça göz yumdunuz, cezasız bıraktınız. Suçu bana attınız, teşekkürler...
Kabul...
Kapıları çarpıp, zilinizi çalıp kaçtığım oldu, utanıyorum şimdi itiraf etmeye bu çocukluğu ama ediyorum bakın.
Ama o kadar...
O kapılardan içeri girip korunmasız insanların en değerli neyi varsa çalmaktan ve yok etmekten çekinmediniz...
Suçu bana attınız, teşekkürler...
Kabul, kibir en sevdiğim şeydir insanda.
Siz, dünyanın merkezi sanın diye kendinizi ve dünyanın en önemlisi vazgeçilmez işlerinizi, sevdiklerinizle daha az zaman geçirin diye dikkatinizi dağıttım belki itiraf ediyorum günlük telaşlarla...
O halinizi görmek için sadece... Ne kadar önemli olduğunuzu düşünüp, kaşlarınızı kaldırın havaya doğru ve “ tanrım tüm güç ve önemli işleri ben mi yapmalıyım” deyin diye gülünç bir şekilde...
Ama o kadar...
Yaşlılarınızı sokağa atmak bir eşya gibi ya da evlatlarınızı, bir hayvan yavrusu gibi savunmasızken bir binanın arka bahçesine pencereden atıp fırlatmak, sizin fikrinizdi.
Saçınızı çektiğimde öfkeyle yanınızda gördüğünüz, sizden farklı olduğuna inandığınız ilk kişiye saldırmak sizin fikrinizdi...
Kaybettiklerinizi alıp götüren ben değilim. İnanın sadece çoraplarınıza ya da kaybettiğiniz küpelere dair sorumluluk alabilirim ama gerisi size ait.
“Şeytan aldı götürdü satamadan getirdi” deyip bağıra bağıra bir odanın ortasında aramanız kayıplarınızı sinirlerimi bozuyor.
Satsam ne işime yarar mesela kaybettiğiniz, değerini bilemediğiniz insanlar...
Değerleriniz, göçük altında kalan madencileriniz gibi göçük altında kalan ruhlarınız, başıboş gezen kimliksiz, hedefsiz, geleceksiz gençleriniz ne işime yarar...
Siz dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinden birinde yaşadığınızı düşünerek avunun hızla göçük altında kaldığınızı görmeden... Kaybettiklerinizi düşünmeden...
Ve ben size teşekkür ederim, yine de teşekkür ederim...
Neden mi teşekkür ediyorum.
Çünkü siz güya hep “Bana uydunuz”.
Oysa ben size uydum aslında.
Tüm bu yaptıklarınız.. İnanın benim bile aklıma gelmezdi...
Bakın artık kötülükte sizden geri kalıyor olsam da sorumluluklarımı yerine getirmek için var gücümle çalışıyorum.
İş iştir değil mi?
Mesela siz, kaçınız işini yapmak için canla başla dürüstçe çalşıyor
Masum mu gösterdim kendimi ?
Kötü mü sanırsınız yoksa beni ?
Kötü olan ben değilimdir, sizdeki kötülüğü gösteririm ben.
İşte derim! İşte yanılmadım!
Herkesin şeytanı kendisidir.
Hem haksızlık etmeyin bana...
Ben..
Şeytan...
En fazla sizin kadar kötü olabilirim.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2010
YALNIZ ve güzel ülkede, güzel olmadığımızı, bazılarının yalnız ve zavallı, bazılarının ise oldukça kalabalık olduğunu gördüm, buna yürekten inandım, utandımHukukumuza giren yeni bir kavramla tecavüz neredeyse legal hale getirilmiştir. Niyeti olan artık “O da istedi hakim bey, yoksa tecavüz eder miyim hiç” diyebilecek. Evet bu konuda emsal bir kararımız bile var artık.
“Tecavüz varsa rıza yoktur, rıza varsa tecavüz yoktur” gibi akıldışı, bayat fikirlerle kafanızı yormayın.
¡¡¡
Geçen hafta, bundan tam 7 yıl önce 12 yaşındayken onlarca erkeğin tecavüzüne uğrayan bir çocuğun devam eden konuyla ilgili davası nihayet sonuçlandı...
Tümü tutuksuz yargılanan 33 sanıktan 26’sına bir yıl sekiz ay ile dokuz yıl arasında değişen hapis cezaları verildi. Mahkeme tecavüz ve istismarda mağdurenin de rızası olduğu gerekçesiyle ceza indirimi yaptı...
12 yaşında bir çocuğa ‘kız’ bile denilebilir mi sizce?
12 yaşında bir çocuğun oyun oynamaya, yemek yemeye ya da yememeye, ağaca tırmanmaya,kıyafetlerini seçmeye rızası olur da tecavüze rızası olur mu ,olabilir mi?
O da istemiş midir yani?
Hadi diyelim ki insan görünümündeki adamları, kadın görünümünde algılanan bir çocuk “istedi”... 12 yaşında bir çocuğun iradesi ne zamandan beri suçu hafifletiyor...
12 yaşında bir çocuğun isteği suçu hafifletiyorsa neden bebeklerde de aynı şey söz konusu olmasın...
- Evde öyle çıplak çıplak emekliyordu hakim bey, rızası vardı yani
Hayır, alay etmiyorum, espri konusu bile yapılmaz bu durum ama bilin ki tecavüzde gideceğimiz nokta budur.
Bu ülkede 17 aylık bebeğe, 94 yaşındaki nineye, engelli erkek çocuğuna, kendi çocuğuna, yavru hayvanlara bile tecavüz edenlerin daha sağlam gerekçeleri olacak artık...
- Onun da rızası vardı hakim bey.
- Anladım... Yalnız cesetler için ayrı bir düzenleme var bunu bilmiyorsun galiba...
¡¡¡
Mideniz bulandı değil mi?
Mideniz bulansın diye değil gerçekleşme ihtimalleri yüksek bu vakalara şimdiden alışın diye yazdım...
Çünkü gerçekten mide bulandırıcı bir gerçek var ortada.
12 yaşında bir çocuk, 28 kişinin ardından bir de hukukun tecavüzüne uğramıştır...
Karılarının, kardeşlerinin, komşularının, arkadaşlarının yüzüne hiçbirşey yokmuş gibi bakabilecek bu kalabalığı bu kutsal dayanışmalarından, gözlerimi yaşartan tecavüz kardeşliklerinden dolayı tebrik etmekten başka hiçbirşey gelmiyor belli ki elimizden.
Ama insanın içine bir şüphe de düşmüyor değil, bir çocuğun elbirliğiyle rahatlıkla bu şekilde öldürülebildiği bir ülkede hangimiz güvendeyiz ki gerçekte?
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2010
- Türkiye’nin Avrupa Birliğine girişini desteklediklerini göstermek için Alman parlamentosunda “Türksüz Avrupa, balkonsuz eve benzer” sloganıyla nasyonal sosyalist alman işçi partisi lideri Adolf Hitler ve arkadaşları bir kampanya başlatmışlar, ne düşünüyorsunuz? ¡ ¡ ¡
Bir üniversite öğrencisinin bu soruya verdiği aşağıdaki yanıt sizi güldürüyor mu?
- Valla geç de olsa bunu anlamaları çok önemli. Kendilerini tebrik ediyorum. Onlar bile anladı biz anlayamadık, toplum olarak hala karşı olanlar var. Eğitim çok önemli...
Evet, güldünüz mü bu yanıta, yoksa içiniz mi yandı benim gibi?
Gülemedim ben, acıdan beynim uyuştu...
Birçok genç insanın temel bilgilerden habersiz üniversitede okuması komedi değil trajedidir.
Hepimizin eseri olan bir trajedi...
Bu trajedinin adı düpedüz; yalnızca günah keçisi olan üniversite öğrencisini değil, o ülkeyi, o ülkenin varlığını, sosyal ve kültürel yapısını, tüm insanlarını tehdit eden cehalettir.
Bir televizyon programında şöyle bir soru sorulmuştu bir teyzeye:
- Cehalet nedir?
- Bilmiyorum...
Cevapsız kalmış gibi görünen bir sorunun yanıtı bundan daha güzel ve net ifade edilemezdi.
Bilmemenin suçlusu öğretmeyen ya da öğrenmeye engel olandır...
Yani aile, öğretmenler, toplum, çevre, ülke...
Bu yüzden bir insanın cehaleti aslında herkesin suçudur.
Bu yüzden aslında cehalet biraz da insanlık suçudur.
Doğumdan itibaren hayata, insanlığa, evrene bir şeyler katmak ve kendisinden önce katılanları kullanmak üzere mükemmel bir donanımla doğan bir insanın, yetişkin hale geldiğinde böylesi cevaplarla karşımıza çıkması onun değil yaşadığı toplumun suçudur.
Bu ülkede eğitim alamayan her çocuktan, kötü ya da yanlış eğitilen, yetersiz beslenen, özensiz büyütülen her çocuktan herkes sorumludur.
Bu ülkede annesiz ya da babasız ya da tamamen bir başına büyüyen her çocuk yarımdır ve herkes payına düşen bir yarımı tamamlamak zorundadır.
Bunun için büyük paralara ihtiyaç yoktur. Sadece sevgi yeterlidir, inanın sadece sevgi hem sizi hem bir insanı derin karanlık bir kuyudan çıkaracaktır.
¡ ¡ ¡
Ne kendi çocuğunun ne de bu ülkedeki herhangi bir çocuğun diğer yarısını tamamlamayan, evlatlarına hak ettikleri eğitimi veremeyeceğini, ilgiyi, özeni gösteremeyeceğini bilen ama sadece içgüdülerini tatmin etmek için ebeveyn olanlar kutuplara gidip, oradan bir kutup ayısı evlat edinerek de bu duygularını tatmin edebilirler... En azından insanlığa karşı borçlarını ödeyemeseler de kutup ayılarının neslinin korunmasına yardımcı olurlar...
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2010
BELKİ 10 yıl önce olsa, “Yaşarken değeri bilinmeyen sanatçıların, yokluklarında kıymetleri anlaşılıyor” şeklinde sitemkar bir yazıda kullanılabilirdi bu cümle. Oysa yaşarken değeri bilinen sanatçılarımız bile öldüklerinde unutulmaktan kurtulamıyor artık. On gün önce Zeki Müren’in ölüm yıldönümüydü.Bir-iki televizyon kanalı dışında hatırlayan olmadı sanatçıyı. Birçok kanal, haber bültenlerinde “Anne” diye bağıran horozu haber yapmayı tercih etti.¡ ¡ ¡Bir zamanların “Sanat Güneşi” ne yapılan vefasızlığı sorgularken şunu fark ettim aslında.Toplumun neredeyse yarısı ne mutlu bize ki sanatçılardan oluşuyor. Bu bollukta elbette unutuyor insan Zeki Müren’i...Toplumun yarısına sanatçı payesi veren ama sanattan giderek uzaklaşan, gerçek sanatçılara sırt çeviren bir millet haline geldik.Neden diye sorguluyor düşünen insan... Kimlere sanatçı diyoruz?Sanatçı sıfatını taktığımız insanların özellikleri neler?Bazı sanatçılar şarkı söylerresim çizeryazar, çizerpiyano çalar, viyola ya da kemanheykel yaparAnadolu’da unutulmuş bir sahnede tüm sevdiklerinden uzakta, bıkmadan usanmadan aynı oyunu oynar.Yaşadığı ülkenin sorunlarına duyarlıdır. Çözüm üretir, paylaşır, dünyayı karşısına alma pahasına haykırır sanatıyla, taşlanır, linç edilir, yakılır.Bunları “rağmen” yapar. Kirasını ödeyebilecek kadar para kazanmamasına, sanata sanatçıya sırtını dönmüş kitlelere, ruhu kapkara bir boşlukta gezen, sanatı küçümseyenlere rağmen yapar.Hayatlarında hiç jüri üyesi olmayanlar vardır ki onlar zaten sanatçıdan sayılmazlar.¡ ¡ ¡Bazı sanatçılar ise rasyonalizme tepki olarak doğmuştur. Geldikleri gibi gitmezlerSabahları göbek atarlarAkşamları kameralara yakalanmaya çalışırlarBağırarak bir şeyler söylerlerToplumsal sorumluluğu bir gezegen adı sanırlarTuhaf aşklar, skandallar, sansasyonlarla ayakta kalır, konuşulurlarOksijen ve su tüketirlerArkalarında toplumun her yerine kazınmış ağır tahribat bırakırlar.Ve sadece bu özellikleriyle para kazanırlar...Nasıl? Sanatçı sıfatının içini ne kadar geniş tutuyoruz değil mi?Sizce sanatçı kime denir?
Yazının Devamını Oku