1 Ekim 2010
NE kadar küçük şeyler için ağlardık... Bir tutam saç, bir oyuncak araba, bir bebek...
Şimdi büyüdük...
Çok büyük olaylar bile ağlatmıyor bizi
Ölümler, iflaslar, savaşlar...
Şimdi daha mı güçlüyüz, yoksa daha mı alışkın?
Hayatı öğrenmek.
Alışmak mı acaba?...
¡ ¡ ¡
Okumuşsunuzdur siz de belki bu satırları.
Saçları kesilirken, gözleri dolmuş, ağlamak üzere olan bir çocuğun fotoğrafının üstünde okumuştum ben bunu.
Şaşkınlık duyduğum, tepki verdiğim her olay karşısında bu cümleler gelir aklıma...
Hala şaşırabildiğim için mutlu olurum. Alışmadığım için, sevinirim, hala hayatı öğrenen yetişkinlerin dünyasına katılmadığım için.
Alışmak, anahtarını, kendi elinizle beyninizin en ulaşılmaz yerlerine attığınız dünyadaki en sağlam prangadır.
Rahatsız olduğunuz ortama, hoşlanmadığınız duruma, sizi mutsuz eden insana, nefret ettiğiniz işe görünmez bağlarla bağlar sizi.
Alışarak, bütün yaşamınızı yapmayı istemediğiniz şeyleri yaparak geçirir ve bahaneler bulursunuz yapmak isteyip de yapamadıklarınız için.
Alışarak, beş para etmez televizyon programlarını izlemeye devam eder, bir süre sonra zevk almaya başlarsınız.
Alışarak, size reva görülen her kötü davranışı zamanla normal karşılamaya başlarsınız.
Alışarak, hayal bile edemeyeceğiniz şekilde işlenmiş cinayetleri okurken ya da seyrederken akşam yemeğinizi yemeye devam eder, en fazla “Tuzu uzatır mısın” dersiniz.
Gördüğünüz halde görmezden geldiğiniz, duyduğunuz ama duymazdan geldiğiniz, konuşabileceğiniz halde sustuğunuz şeyler alışmanın ilk safhalarıdır.
Cansızlaştırır...
¡ ¡ ¡
Alışarak uyuşturursunuz kendinizi, tepki vermediğiniz olay size acı vermesin diye alışmayı seçersiniz.
Çaresizlik ya da acizliğinizin altında ezilip kalmayasınız diye alışmaya çalışırsınız.
Alışan ot içmiş gibidir ya da otun kendisi gibi...
Caddede emekleyerek yolun ortasında gezinen bir çocuğun yanından arabayla öylece geçersiniz...
Kalp krizi geçirip ölen bir adamın cesedi morga götürülmek üzere ambulansı beklerken siz yanıbaşında simit?peynirinizi yersiniz. Çayınızı geciktiren garsona kızarsınız içinizden.
Yanıbaşınızda parasını çekerken gasp edilen adamı öylece izleyerek geçersiniz.
Dövülen, taciz edilen, kaçırılan insanları da izlersiniz...
Hırsızlara alışırsınız bir süre sonra, katillere, rüşvet verene, alana, içler acısı halinize...
Alışmışsınızdır.
Ve tebrikler büyümüşsünüzdür...
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2010
AHLAK, ülkemizde namusla birlikte kullanılan bir kavramdır. Nizami Türk ahlakına uygun oturmayanları uyarmakla başlar kelimenin kullanım ve kapsama alanı... - Pıh. Pıh... Delikanlı çek elini kızın omzundan, sen de kaldır başını adamın omzundan hanfendi
- ...............
- Evet. Ayrılmanız için 10 saniye veriyorum getirtmeyin beni oraya.
- Aloooo kime söylüyorum! Bakın elimle gösterip rencide etmek istemiyorum ama içinizde kendi arasında sevişen arkadaşlar var
- Amirim, adam, kadını seviyor gibi geldi bana, tamam, müdahale ediyorum tamam... Basınçlı su hazır tamam.
* * *
Kelime ,tecavüze uğrayan kadının toplum tarafından linç edilmesini haklı görecek kadar ahlaksız bir kimliğe bürünerek kulanılmaya devam eder.
- Fatmagül ün suçu ne anne ya?
- Ahlaksız oluşu , o saatte dışarı çıkılır mı sevgilimi görecem diye.
- Ama tecavüz edenlerin suçu yok mu, hap falan içmişler bi de...
- Kendin söylüyorsun işte, hap içmişler, yoksa melek gibi çocuklar.
* * *
Ahlak diye evrensel bir tanım yoktur oysa.
Her toplumun kendi coğrafyasındaki genel değerlerin vicdanla harmanlanması olarak farklı kurallar halinde ortaya çıkar.
Peki o genel değerlere kim karar verir düşünün lütfen.
Sizin dışınızdaki başkaları mı?
Körü körüne boyun eğmek, size reva görülen muameleye sorgusuz sualsiz boyun eğmek, korkunç sonuçlara neden olabilir.
- ...Sonra bana bağırdı, dedi ki “Yat yat yat Ahlak Polisi”.
- Eeee?
- Ben de yattım hakim bey hemen.
- İnsan sesini çıkarmaz mı, bağırmaz mı? Bu memlekette ahlak polisi mi var? Aklına gelmedi mi bunu düşünmek?
- Ben bilmem hakim bey. Dedim zaar adettendir, korktum.
- Yaz kızım; mağdure eve gelerek kendisini Ahlak Polisi olarak tanıtan adamın tecavüzüne uğramış...
* * *
Gülesiniz diye yazmadım inanın, ürperesiniz diye yaşadığımız gerçeklere.
Hem vicdandan nasibini almamışsa ahlak sandığınız kurallar ve onları uygulayanlar?
Bakire olmayan kadını öldüren, tecavüze uğrayan kardeşini vuran, sokaktaki kadını kızı çocuğu taciz eden bir insan ahlaktan ne kadar pay almıştır?
Ve tuhaftır ki en ahlaksız insanlar ahlak kelimesini en çok kullananlardan çıkar.
Cehalet ve aptallık kadar tehlikelidir ahlaksızların ahlak anlayışıyla yaşamak
Ahlaksızlık belki de doktorun, hastasının protezini tornacıya yaptırması, marketin peynire kireç katmasıdır. Vergi kaçırmaktır, rüşvet yemektir, hırsızlık yapmaktır, başkasının hakkını yemektir, dedikodu yapmaktır, yalan yere umut vermektir, asansörde sigara içmek, sokağa tükürmek, ağacı yakmak, köpeği zehirlemektir , çocuğun okula gitmesini engellemektir, din, inanç, fikir sömürüsü yapmaktır, kendisi gibi olmayanı itmektir.
Belki de değildir...
Ahlaksızların dilindeyse daha tehlikelidir ancak... Onlardan ahlaka dair öğreneceğimiz tek şey şudur:
Nereye kadar ahlaksızlaşabiliriz?
Başka bir şey olmalı belki de ahlak denilen...
Ve bunun cevabı yalnızca sizdedir, içinizde, vicdanınızın sesinde...
Kontrolü de, ne mutludur ki bu güzelim ülkede bilesiniz ki yalnızca sizde...
Bu arada siz uygunsuz oturanlar... Ayna kırıksa bozuk olan oturuşunuz değildir.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2010
BİLMEM yaşandığı iddia edilen bu olayı duydunuz mu? “İngiltere’de yargıçların maaşı yoktur.
Bunun yerine ihtiyaçları oldukça kullandıkları kredisi sınırsız çek defterleri vardır.
İngiliz devletinin yasa uygulayıcılarına ne denli güvendiği anlamına gelirmiş bu.
Bir gün, bir yargıç bankaya gidip bir milyon poundluk bir çek bozdurmak istediğini söylemiş. Ortalık birbirine girmiş. Banka yöneticileri, en üst makamdan onay almadan bu kadar parayı veremeyeceklerini söyleyip önce Adalet Bakanlığı’na, ardından Başbakanlığa telefon etmişler. Ancak aradıkları her yerden gelen cevap aynıymış:
Ödeyin!
Ama bankada o kadar nakit olmadığı için hakime ertesi gün gelmesi rica edilmiş. Para hazırlanmış ve hakim bir gün sonra gelmiş. Para bavul içinde hazırmış. Parayı alıp giden hakim aradan birkaç gün geçtikten sonra bankaya geri dönmüş.
Parayı bankaya geri vermek istiyormuş.
Banka yönetimi şaşırıp kalmış. Hemen Adalet Bakanlığı’nı aramışlar. Müfettişler devreye girmiş ve hakime hareketinin sebebini sormuşlar.
Hakim “Kraliçe’nin hükümeti bize gerçekten bu kadar güveniyor mu, onu sınadım” cevabını vermiş. Raporlar bakanlığa iletilmiş ve aynı gün hakim azledilmiş.
Adalet bakanlığı hakime gönderdiği yazıda gerekçeyi şöyle açıklamış:
“Kraliçe hükümetinin saygın bir hakimi, devletine güvenmiyor ve onu sınıyorsa, devlet ona asla güvenmez.”
¡¡¡
Kimbilir belki de İngiliz hakimlerin şu anda boş çeklere imza atmayıp yine de hatırı sayılır maaşları olmasının kökeni bu hikayeye dayanabilir ama yine de “güven” kavramına ve onu yok eden şeyin bir tarafın şüphesiyle başlamasının yeterli olduğuna güzel bir örnektir.
Güven, biz daha küçükken “sana güveniyorum ama çevreye güvenmiyorum” şeklinde gelenekselleşen güvensizlik cümlesiyle beynimize işlenir.
Yetişkin insanlar olduğumuzda etrafa ve insanlara güvenmemeyi o kadar benimsemişizdir ki, bize güvenenlere de gözlerimizi kocaman açarak dehşetle bakarız.
“Bana neden güveniyorsun ki?”
Çevresine ve çevresindeki insanlara güvenmeyenleri bekleyen daha büyük bir tehlike ve acı, güvensizliğin bir kartopuyken giderek bir çığa dönüşmesidir. İçine etrafındaki her şeyi almasıdır.
TV: Kaçırılan kızı arama çalışmaları devam ediyor, özellikle ormanlık alanda yoğunlaştırılan...
A: Vallahi ben olsam hemen şu kadının programını ararım, şıppadanak bulur.
B: Hangi kadın?
B: Ya sabahları katilleri buluyor ya, tecavüzcüleri falan çıkartıyor hani yayına.
B: Polis varken niye televizyona başvursun anne yaaa
A: Aman polis bulana kadar...
O: Annen haklı hem polis bulsa ne olacak sanki ben olsam mahkemeye gitmem, cezasını oracıkta kendim veririm.
B: Allah Allah polis var, kanun var ülkede baba, olacak iş mi, dağ başı mı burası?
O: Dağ başı tabii üç ay yatıp çıkacak nasılsa! Hem sen dersine çalışsana yarın sınavın yok mu senin?
B: Aman çalışsam ne olacak çalışmasam ne olacak. Sonuç belli zaten. Kesin satılmıştır cevaplar.
Güvensizlik güvenmeyeni ‘ acı ‘tır daha çok.
- Paraşüt açılmıyor abiii!!!!
- Yedeğini aç yedeğiiinii!!
- Yedeğini gözüm tutmamıştı güvenemedim almadım abiii.
- Salak mısın sen? Gözüm tutmadı ne deemekkk, ne halin varsa gör.
- Al işte biliyordum düşenin dostu olmazmış
Güven duymadan yaşanmaz ama siz siz olun körü körüne güvenmeyin.
- Vallahi hakim bey benim tek suçum güvenmek. Hoca, beni kısmetimin açılması için birilerine gönderdi, dedi ki “Ben nereye git dersem oraya gideceksin.”
- Senin aklın yok mu? Tanımadığın bir adam seni tanımadığın başka erkeklere pazarlamış.
- Tanıdıklar da var arada aslında hakim bey, yabancı değil, biri bizim yakın köyden Hüseyingilllerin oğlu.
- Sus! Sus! Yabancı değil diyor yahu.
¡¡¡
Bir insana ya da birilerine güven duyduğunuzda birçok şeyi kaybetmeye ve hayal kırıklığına da hazır olmalısınız. Ama bilin ki;
Bütün siyasi parti liderleri yalancı, vaadleri masal değildir...
Bir insan bir insana karşılıksız da olsa bir şey yapabilir
Bu ülkede sizin geleceğinizi düşünen, bunun için çaba harcayan emek veren insanlar vardır.
Girdiğiniz sınav son derece adil olabilir...
Yöneticiler sizin ve toplumun yararına kurallar, kanunlara imza atabilirler...
Bir insan, bir insanı hiçbirşey beklemeden de sevebilir...
Entrikalarla dolu bir hayatınız olması, düşürüldüğünüz kumpaslar güvenmeye engel değildir.
Bu gerçekten öyledir, olabilir, mümkündür.
Hala güvenmiyorsanız, yine de sizi kimse bunun için suçlayamaz değerli okuyucu.
Bu hale gelmeden yaşadıklarınız ve ortaya çıkan eser için suçu kendinizde aramayın.
Güven çok ince bir çizgidir. Onu kalınlaştırarak kırılmasını engelleyen tek şey, “iki taraflı” olmasıdır.
Bu arada yazının başında anlattığım olayı, bana bizzat İngiltere kraliçesi bir öğle çayında anlatmıştı...
Yani hatırladığım kadarıyla...
Yoksa bana güvenmiyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2010
GEÇEN hafta cinsel tacize dair konuşmuştuk sizinle. Bir değerli okuyucu tacizde haksız bir suçlamanın bir anda nasıl toplu bir linç girişimine dönüşebileceğine işaret etmiş, verdiği örnekle.
Hak verdim ona. Bir yandan da linç kavramı üstüne düşündüm.
Ülkemizde olay yeri tatbikatıyla başlayıp, uzaylı taşlamaya kadar uzanan geniş bir yelpazede yer bulmuştur linç kendine.
İnsanlık dışı bir eylem olsa da linç kabul edin ki caydırıcıdır.
Halkın hassasiyetleri linçin meşru görülen gerekçelerindendir.
İnanmadınız mı?
Peki o zaman, sokakta birine “Hırsız” diye bağırın mesela.
Ya da “Sen nasıl küfredersin ....... (boşluğu siz doldurun artık ‘hassas’ olduğunuz bir konuda)” diye yeri göğü inletin.
Linç coşkusunun, katletme hazzının, birbirini tanımayan bir kitleyi nasıl bir araya getirdiğini dehşetle göreceksiniz.
“Koş bey balkona koşşş linç ediyorlar adamı!!!!”
“Yapma ya, tüh kabak çekirdeği bitmişti di mi?”
Ortaklaşa işlenen bir suç yaptığınız şeyin meşru olduğuna inandırır sizi ya da masum olduğunuza:
“Hocam linç orucu bozar mı”.
¡ ¡ ¡
Modern zamanlarda ise çağa ayak uydurup sanal linç tercih edilmektedir. Ki bu da örneklerine internette bolca rastlayacağınız bir linç çeşididir. Elinizle yüzünüzü kapatıp gelen taşları, kafanıza inen yumrukları bile engelleyemezsiniz, görünmeyen, sanal kimlikli yazılar bıçak gibi tüm ruhunuza saplanır.
Milli sporumuz olma yolunda hızla benimsedik linçi.
Spor dedim de aklıma geldi rakip takımın arasına tuttuğunuz takımın bayrağıyla karışıp şöyle bir dostluk kardeşlik mesajı vermeyi denemeyin olur mu.
O kadar saf olmayın, o kadar şaşkın davranmayın...
Bırakın sporcu centilmenliğini kardeşliğini, nerde yaşıyorsunuz siz allahaşkına?
Bir insanın işlediği varsayılan suçun, cezasını, başka bir insanın, arkasına kalabalık bir güruhu da alarak vermesidir linç. Bazen tek kişi de verebilir bu cezayı.
Oysa çoğu kişi bu linçe neden katıldığını sorsanız bilmez
Hatta acıdır neden linç edildiğini bilmeyenler bile vardır ki onlar feci bir kazaya uğramışlardır:
“Komserim ben bir şey yapmadım valla arkadan biri yakalayın şu gideni diye bağırdı”
“Eee?”
“Ben de yakaladım”
“Ve kafasına taşla vurup öldürdün. Oğlum hasta mısın sen! Adam fişini almayı unutmuş... Mağazanın sahibi arkasından seslenmiş...”
¡ ¡ ¡
Linç girişimlerinde hukukta “Öldürmeye tam teşebbüs, müessir fiil,darp ...” suçlarını açıkça işleyen hiçbir linççi gözaltına alınmaz, en azından ben tanık olmadım buna.
Siz tanık oldunuz mu?
“Veee, maktul onca kişinin arasında kafasını taşa vura vura kendini öldürmüştür. Şaşkın bakışlar altında gerçekleşen bu tuhaf eylem sonrası maktul, hayırsever vatandaşlar tarafından hastane morguna getirilmiştir...”
Linç edenler resmi kurumlarca övülür:
“Vatandaşın tepkisi güzel bir tepki...”
Vatandaş diyemeyiz... halk diyemeyiz bu kişilere... Sürü psikolojisiyle hareket eden değersiz, düşünmeden hareket eden bir güruh diyebiliriz sadece.
Linç, linç edilen kişilerin gözaltına alınması, linç etmeye kalkışanların ise yeni linçlere yelken açmak üzere sokaklara dağılmasıyla son bulur.
Hukuk devletinde cezayı bireyler değil hukuk ve adalet dağıtıcılar verir. Herkesin kendi hukukunu uyguladığı bir toplumda egemen olan tek güç kaostur.
Böyle bir toplum olma yolunda ilerlersek göreceğiz ki; birileri sadece suçluları değil, farklı düşünenleri, farklı yaşayanları, siyasetçileri, yazanları, çizenleri, kadınları, eşcinselleri, aydınları, farklıları, bilim adamlarını herhangi bir ‘hassasiyetinden’ dolayı linç etme gücü ve hakkını bulacaklar kendilerinde bir gün...
Linç tüm güçlerin üstünde bir güç olacak...
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2010
SAYIN tacizci, Bugüne kadar hep mağdur edildin, suçlandın, küçük düşürüldün:
“Utanmıyor musun taciz etmeye kadını?”
“Taciz diyemeyiz sayın komserim, olaya konsantre olsa onun da hoşuna gidecekti eminim yani...”
Ya reddettin yaptığın şeyi, ya gizlendin. Şöyle bir ağız tadıyla “Evet yaptım” diyemedin.
Oysa yapmaya çalıştığın şey belki de sadece iletişim kurmaktı, moral vermek ya da motive etmek, seni anlıyorum.
“Yani inanmayacaksınız ama ben tamamen iyi niyetliyim hakim bey... Çok çirkindi bu hanım, dedim ki, şimdi bu kesin taciz edilmemiştir. Dolayısıyla bunalıma girme olasılığı yüksek. Bir çimdik atayım moral olsun dedim.”
¡ ¡ ¡
Seni anlayan sadece ben değilim.
Yaptığın şeyin ardında ne denli büyük bir toplumsal destek;
“Şehirde herkesin bildiği ama kimsenin konuşmadığı taciz olayında düğümü mağdur kız öğrencilerin ifadeleri çözecek”
Kurumsal güç;
“Tacize uğrayan kadın öğretmen, şikayetinin ardından sürüldü”
Medya desteği olduğunun farkında değil misin;
“Haberin yanına şöyle erotik bir fotoğraf koyalım arkadaşlar, manşet şu: O da istiyordu”
Mağduriyetini gider, gerekirse taciz ettiğin kadına dava aç. Bakalım kadın oldu da küfrettiyse, hakaretten hele üstüne de yanlışlıkla el kaldırıp iki tane çaktıysa, kasten yaralamadan ne kadar alır biliyormusun sen?
Senin tacizden alacağın cezadan daha fazlasını alır emin ol.
¡ ¡ ¡
Taciz çabaların tecavüze dönüşmediyse ya da sonuçsuz kaldıysa karşılığında hiç olmazsa para iste, emeğe saygı değil mi, utanma örnekler var valla:
“30 TL karşılığı tacizden vazgeçti”
Ama sözünü yeme, sana yakışmaz:
“Parayı aldıktan sonra sözünden vazgeçti”
Tüm bu motivasyon kaynaklarının üstünde başlıbaşına bir tahrik unsuru olan kadınlar olarak herkesin hayatında en az bir kez taciz edildiği bu ülkede, belediye hizmetleri bile evde ayağımıza kadar gelmemiştir.
“Hırsızlık için eve giren adam yatak odasında eşiyle uyuyan kadını taciz etti, bacaklarını öptü, göğüslerinin ellenmesiyle uyanan kadın çığlığı bastı...”
Belki de sayende kaybolmaya yüz tutan el sanatlarımızdan biri olarak özellikle her sene başında ünümüzü yurt dışına taşırıp ülkemizin reklamını az mı yaptın?
Taksim’deki yılbaşı tacizlerini gelenekselleştirsek mesela fena mı olur?
Artık korkma...
Taciz ettiğin genellikle susuyor zaten, “Suskunluğum sağır edicidir” gibi tuhaf içsel cümleler kuruyor. Yalnız kendisi değil, kendisiyle birlikte sağır ve hatta kör olanın içinde yaşadığı toplum olduğunu bilmeden...
Susmazsa kendi bilir ne de olsa dokuz köyden kovuluyor...
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2010
BAŞLIĞI hızlıca okuduğunuzda tekerleme gibi oluyor. Hatta abartıp siyasisexfetişistileştirdiklerimizdenmisiniz diye okursanız müthiş zevkli bir tekerlemeye dönüşüyor.
Hayal gücünüz biraz genişse yavaş yavaş okuyup kelimeleri uzatarak yine zevk alabilirsiniz:
Siiii----yaaaa----siiiii-----seeeeex----feeee-tiii-şiiiiisss-tiiiii---leşşşşşşşşşşşş----tiiiiiii...
Yok devam etmeyeyim yoruldum. Siz yorulmadınız mı?
E o zaman devam edin zevk almaya.
Gazeteleri okurken uydurduğum bu kavram ve tekerlemeyi söylemeye çalışanlar, her yeni icadımda olduğu gibi siyah puntolarla bağırarak yazdığım başlığı duyar duymaz, “Ne bu” diye sormadan uygulayıp beni desteklediğiniz için teşekkür ederim.
Tekerlemeyi söyleyeceğim diye ağzı burnu şekilden şekle girip “Fetişist nedir kardeş, yenir mi” diye soran var mıdır sanmıyorum. Ne de olsa çok okuyan, elinden gazete-kitap düşmeyen, yüksek bilinç sahibi bir toplumuz.
- Şaziye bu el kelepçesinin anahtarını atacaaaamızdan emin misin?
Herhangi bir objeden cinsel olarak aşırı derecede tahrik olma halinin fetişizm, tahrik olanın da fetişist olduğunu biliyorsunuz zaten.
- Asuman bak bu kaçıncı ayakkabı! Kafanda kıracağım 70. yi. Ayak fetişimi suistimal ediyorsun gibime geliyor.
Fetişizm sapıklık mıdır, sağlıklı bir durum mudur tartışılır hep. Tek bildiğim fetiş olarak gördüğünüz yani sizi cinsel olarak uyaran obje ön planda olmamalıdır. O zaman durumunuz fena.
Neyse her fikri tartışalım diyoruz ve uydurduğum bu yeni fetiş türünü heyecanlanan tüm fetişistlerin hizmetine sunuyoruz.
Aslında benim uydurduğum demek bunu yaratanlara haksızlık olur.
Çünkü bu kavram zaten vardı. Yalnızca adı konulmamıştı.
Burada fetiş konusu olan obje, siyasetçidir. Kimi hayal ederseniz artık.
Yardımcı olayım...
Clinton, Berlusconi ya da bir adet Sarkozy... Ya da bizden... Yok bizde öyle şey olmaz, Müslüman bir ülke olarak.
Şüpheli, kadın sığınma evinin önünden geçerken görüntülenebilir mesela...
Klasik ve sıkıcı olacak ama oval ofis olabilir.
Elinde aşk mektubuyla parlamentonun koridorunda kameraya şaşkın yakalanmış bir siyasetçi -kimbilir neler var içinde o mektubun-
Kitapevi olabilir düşünsenize siyasetçi elinde bir adet kitap burnunu karıştırıyor olabilir.
Bütçe görüşmelerinde dalmış saçıyla oynayan bir kadın...
Heyecanlanmadınız mı? Allah Allah size de bir şey beğendiremiyoruz.
Hah evet kadın siyasetçi!
Saçıyla oynamasın...
Şöyle ortalarda gezinsin mesela yarı çıplak...
Bir girip bir çıksın görüntüde...
Dekor gibi...
Bu ülkedeki her kadının aslında bir yerlerde var görünmesi ama aslında hiç olmaması.
Küçük bir detay olması gibi...
Ah evet ben de heyecanlandım!
Şimdi vurun...
Tam bel altına gelsin ama.
Vurun diyorum daha ölmemiştir.
Bırakın, bırakın acıdan, etikten, ahlaktan, değerlerden, temiz siyasetten, temiz ülkeden söz etmeyi...
Zevk alıyor musunuz görüntüden siz onu söyleyin ?
Ohhhhh my gossssh!
Yaktınız mı sigaranızı?
Yok ben içmem zaten...
İşimiz bittiğine göre bence kadın istifa etsin.
Kadınlık onuru mu?
Evli bir kadının onuru mu?
Kimin umurunda! Kimin umurunda!
Masadaki vazo işlevi gören bir kadın kimin umurunda!
Zevk alırken dahi düşünün...
Düşünmek bizi diğer yaratıklardan ayıran tek ve en büyük özelliktir.
Fantezi de kursanız... Düşünün...
Ama dikkat edin.
Obje, her şeyin, insanlık onurunun, bir kadının hayatının, gururunun önüne geçerse düşünmeyi bırakın.
Bir doktora gidin...
Artık hastasınız.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2010
BİNANIN girişine kocaman bir kağıt asmışlar: Davulcuların girmesi yasaktır!
O hırsla kağıdı söküp, içeri girdim. Tahsin abi sağolsun bedava bastırmıştı bu kağıtları tek tek posta kutularına attım. Yöneticinin kutusuna fazladan 10 tane.
“Sayin Hüsrev Süleyman mahalle sakinlerinin ramazan şeriflerini kutlar hayırlı sihatli gunler dilerim.
ben; ramazan sahur davulcusu olarak sizlere bir aydır hizmet veriyorum, korsan davulculara bahşiş vermeyiniz.
beni anlayışla karşılayacaginizi umar hayirli ramazan’i şerifler dilerim.
sizin davulcunuz
Alaaddin Yürekli
Not: Gelen davulcularin kimliğine bakınız!”
* * *
İlk kapıyı çaldım. Kapıyı dağınık saçlı, kırmızı suratlı bir adam açıyor ?oruç tutacak tip yok ya bunda neyse-
“Ben Alaaddin yürekli Ramazan davulcunuz bahşiş için geldim”
“Daha 2 gün önce verdik ya”
“O çakma davulcu abi, korsan yani”
“Eee...?”
“Bahşişi yanlış adama vermişsin yani abi”
“Hıım anladım, yani sen misin aslında geceleri o..?”
“Evet abi benim”
“Ulan gece gece kafamıza beynimize o davulla tecavüz etmeye utanmıyor musun”
“Ne tecavüzü estağfurullah”
İçeri gidiyor kırmızı suratlı adam bir yandan söyleniyor.
“Senin para vermen lazım asıl bu kadar millete eziyet ettiğin için her gece! ne bir ritm, ne bir tempo”
“Aslında tarzımı tam oturtamadım abi haklısın bak o konuda”
* * *
Kapıdan salonun içi görünüyor. Benimkine benzer, kırmızı parlak birşeyi yanında başka aletlerle salonun ortasına koymuş.
“Meslektaş sayılırız abi bak sen de çalıyorsun aynısını”
“Bateri oğlum o, bir mi ikisi?”
“Abi şan eğitimimi mi alacaktım bende? Metallica’dan mı çalacaktım yani? Her sene kendimizi geliştiriyoruz abim bak bu sene yenilikler ekledim repertuvara, -ne uyursun ne uyursuuun, uykularda ne bulursuuun, domidi domidi, dimidi doooom-
“Komik misin lan sen? Yok mu memlekette çalar saat, telefon alarm? Sene olmuş 2010 be! O sesle gece yataktan fırlıyorum”
“Öperek mi uyandırayım abi, yataktan fırlamasan sahuru kaçırırsın”
“Kardeşim sahura kalkmak zorunda mıyım ben? Başkası oruç tutacak diye ben niye kalkıyorum?”
“Estağfurullah dinde zorlama yoktur abicim. Gelenek işte”
“Geleneğin de mantıklısı be kardeşim mantıklısı. Bak şimdi sana bu bahşişi vereceğim ama bir şartla, seneye buradan geçmeyeceksin tamam mı”
Bahşişi elime tutuşturup kapıyı suratıma kapatıyor.
* * *
Bıktım lan bıktım protesto edeceğim, yarın akşam sessizlikle boykot etmezsem hepinizi ne olayım. Ben sanatımı icra edeyim, her gece davul solo attırayım siz biyk biyk laf edip durun. Zillere tek tek basıp giderim bundan sonra, bakalım hangi biriniz kalkacaksınız sahura. Sanatımı icra edeyim derken yıpratılmaz ki bir insan. Geçen geceki mahallede linç ediliyordum suçsuz günahsız. Başladım çalmaya benimle birlikte araba alarmları çalmaya başladı. Bütün mahalle ayakta.
Şeytan diyor şu tokmağı al, öten arabaların camına indir de sussunlar gece gece o saatte sinir asap bırakmıyorlar adamda.
Neyse bahşiş iyi geldi bak.
Keyiflendim, oooh, içimden geldi şimdi bir oyun havası çalayım, gece gece ,milletin içi açılsın.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2010
ÜNLÜ bir yönetmen, bir sohbet esnasında belli ki daha önce başkalarına da sorduğu bir soruyu sordu bana:<br><br>“Bir dönüm zeytin ağacı mı değerlidir, yoksa aynı genişlikte bir altın madeni mi?
“Tabii ki...” diye başladım.
“Altın” diye kendisinden emin yanıt verdi, benim cevabımı beklemeden.
“Tabii ki... Zeytin ağacı” diye düzelttim üstüne basa basa.
“Hadi canım” diye çıkıştı bana “Satsan hangisi daha değerlidir, iyi düşün Ferzane?”
“Ya satmasam?”
* * *
Hayattaki herşeyi parayla değerlendiren bu yönetmen, karşılığı parayla ölçülemeyen hiçbirşeyin değeri olmadığını savunuyordu. Değer ve değersizlik kavramları üzerine yeniden düşünmemi sağladı bu soru.
Bir şeyi değerli kılan nedir sizce?
Satılabilir olması mı?
Özgürlüğünüzü ne kadara satarsınız? Ya da bir kolunuzu?
Zor şartlarda, binbir güçlükle, yoklukla elde edilmesi mi?
Yanan ormanlar, kum saatinden kayan kumlar gibi gözünüzün önünde eriyen topraklardan daha zor elde edilen neyiniz var sizin?
Yenilir ya da içilir olması?
Su petrolden daha mı az değerlidir (geleceğin su savaşlarını umarım görmeyiz)
Yalnızca size ait olması mı?
Sokakta yaşayan çocuklar sizin bir parçanız değil mi sanıyorsunuz belki de bu yüzden değersizler onlar.
Eşi benzerinin bulunmaması mı?
Yatırım uzmanlarının ‘al’ ya da ‘tut’ sinyali verdiği bir hisse senedi, sevgilinizin, çocuğunuzun, eşinizin size bakarak gülümseyişinden daha eşsiz, değerli olabilir mi mesela?
* * *
Değerli okuyucu, evet, neyin değerli olduğu kişiden kişiye ve biraz da ihtiyaca göre değişir.
Yani değeri belirleyen sizsiniz. Kriterleriniz, bakış açınız, gereksinmeleriniz, aldığınız kültür.
Bu durumda neyin, kime göre değerli olduğunu tam olarak kestiremiyoruz.
Değerli olup olmadığı konusunda kararsızsanız, en iyi ölçüt o şeyin yokluğu galiba.
Olmasaydı ne olurdu? Ne hissederdiniz? Neleri kaybederdiniz yokluğunda?
Siz bunları düşündünüz mü mesela, hayatınızda sizi iyi ve mutlu hissettiren, yaşama gücü veren şeyler, olaylar, kişiler, varlıklar için?
Değerlilik ölçütlerinin farklı olmasına rağmen, herkesin değersizlik ölçütü aynıdır oysa...
Bir şeyden kolayca vazgeçebiliyorsanız, ‘ha olmuş ha olmamış’ çok da önemli değilse, onu korumak için çaba harcamıyorsanız, hatta kolayca yok ediyor, zarar veriyor, yıpratıyorsanız o şey değerli değildir, yani aslında gerçekte değeri olsa da sizin için değersizdir, siz onu değersiz hale getirmişsinizdir.
Ama düşünün bakalım şimdi, değersiz, önemsiz sandığınız, varlığına alıştığınız ve bu yüzden belki varlığıyla yokluğunun farkında bile olmadığınız şeyleri...
Olmasaydı ne olurdu?
Cevabınıza göre;
Ya çok sıkı sarılın ve koruyun, yani değer verin...
Ya da bir gün gelir kaybederseniz, ‘neden’ diye sormayın...
Yazının Devamını Oku