31 Aralık 2010
KA.DER’in kadın cinayet-lerine karşı hazırladığı “Hepiniz Suçlusunuz” başlıklı basın açıklamasını okuduğumda, yanlış giden her şeyde, suçunu kabul etmeye hazır ve çok alıngan biri olarak hemen içinde benim de adımın geçtiğine inandığım suçlamaları okumaya başladım. KA.DER, metinde sırayla; “Kadına yönelik şiddete dur demeyen Başbakan, kadınların öldürülmesine ses çıkarmayan Kadın ve Aileden Sorum(suz) Bakan, Kadınların yaşama hakkını koruyamayan Adalet(sizlik) Bakanı, siyasetçiler, hakimler, emniyet(siz) görevliler”i diye başlamış ve deyim yerindeyse ‘hepsini ve herkesi masaya yatırıp’ doğramış “hepiniz suçlusunuz” diyerek.
Neyse ki “Hepiniz” kelimesinin içinde benim adım geçmiyordu, derin bir nefes aldım.
Yine de okurken “vay canına” dedim “ Grçekten taammüden, planlı bir kadın kırımı var mı acaba?”
İyi ama herkes nasıl suçlu olabilir ki? Ya da herkes elbirliği etmişcesine aynı suça ortak olabilir mi?
Olasıdır ama düşük ihtimaldir.
Herkesin suçlu göründüğü bir olayda asıl büyük suçlu, belki de adı şüpheliler sınıfında bile olmayan hatta mağdur görünen bile olabilir.
Nasıl mı? Size basit gelebilir ya da komik. Ama gerçektir bu.
Her çocuğu bir kadın büyütür.
Beğenin ya da beğenmeyin elindeki hamura istediği şekli verir.
Aynı çocuğu verdiği eğitimle bir katil ya da yüreği iyilik ve sevgi dolu bir insana dönüştürebilir kadın.
Bir olayın faili yaptığı şeyin suç olduğu ya da ne kadar can acıtıcı olduğunu bilmiyor ve bunu önemsemiyorsa geçmişe dönüp aldığı eğitim, onu besleyen kültür ve en önemlisi anneye bakınız.
Nasıl bir anne yetiştirdi?
Cinsiyet ayrımına haklı olarak tepkiyle yaklaşan, bu anlamda ciddi mücadeleler veren pek çok kadının, erkek çocuğu varsa ya da erkek çocuk sahibi olunca kendi oğlunu kız çocukları karşısında nasıl bir üst mertebeye yerleştirdiğinizi görseniz inanamazsınız.
Bütün kız çocukları ilerde oğlunun çapkınlık hanesine küçük çentikler olarak geçmeye adaydır mesela.
Oğlunu ya da kızını şiddetle besleyen bir anne ilerde şiddeti doğal karşılayan ve bunu çekinmeden hatta öfkeyle başka kadınlara uygulayabilen bir evlat yetiştirir ya da.
Birey gibi davranmayan, ailede ikinci sınıf varlık muamelesi gören bir anne ya da kadın gelecekte bunu doğal karşılayan hatta olması gerekenin bu olduğunu sanan erkekler yaratır.
Taze bir filizken o küçücük beyne yerleştirir anneler bunu.
Bütün kadınların ikinci sınıf olduğu, obje,meta, et parçası olduğu sembolize edilir beyinde.
Ve malzeme hazırdır geleceğe.
Marangoz İsmail’i de bir kadın yetiştirip büyütmüştür, ülkeyi yöneten Başbakanı da...
Çevreci bir aktivist de bir kadının ürünüdür.
Kameraya sırıtarak Taksim’in ortasında kadınlara tacizde bulunan da...
Kadını bıçaklayıp öldüren adamı, annesinin nasıl yetiştirdiğini inanın bilmek istemezsiniz.
Kız çocukları okula gitsin diye çaba harcayan köy öğretmenini sevgisiz bir annenin yetiştirmiş olma ihtimali var mı sizce?
Yanıtı ben vereyim. Hayır.
Çocuk küçükken ne alırsa büyüdüğünde tüm gezegene bunları dağıtır.
Bu yüzden bir kadının aklı çok önemli ve değerlidir.
Çünkü bir kadın bir ülkeyi değil dünyayı bile değiştirebilir.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2010
BAZI film sahneleri vardır. Öyle etkilenirsiniz ki, izlediğiniz o sahnenin aynısını bir gün gerçek yaşamda birebir yaşamak istersiniz... Mesela bir gün son derece gizemli, bindiğiniz o araçta “hey dostum şu öndeki taksiyi takip et“ demeyi istersiniz
Romantikseniz, klasik bir filmdeki aşıklardan biri olmayı istersiniz, yağmurda bir yandan ıslanıp, bir yandan nefret ettiğinizi sandığınız adama bunu haykırırken, birden bire belinizden kavranarak öpülmeyi arzu edebilirsiniz gayet patolojik şekilde.
Biraz delice gelebilir ama benim de hayalim, bir gün yurtdışına tatile gittiğimde nedensiz tutuklanmak ve bunu yapan insanlara bağıran bütün değerli Amerikan vatandaşları gibi “siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz, dokunamazsınız bana, ben Türk vatandaşıyım, derhal çekin ellerinizi üzerimden, avukatımı aramak istiyorum“ demektir.
Kabul, manyakça.
Kimbilir küçükken nasıl ezildim ucuz Hollywood sahnelerindeki bu repliği her duyduğumda bilmem ki.
Her neyse.
Ama yurtdışında ay yıldızlı pasaportu gizleyerek pasaport kontrolünden geçen vatandaşları gördükçe bu replik gelir aklıma. İçim burkulur, içim yanar... Daha sıkı tutarım ay yıldızımı...
Bir ırk değil bir millete mensup olmaktan utanmaktır bu sahnenin adı ...
Yine Türk kelimesinin geçtiği her şeye saldırmanın prim yaptığı bir zamanda, bir yazarın Türk olmaktan utandığını belirten abuk bir yazısını okumuştum.. Çocuktum o zamanlar, gülmüştüm.
Utanmanın tek başına hiçbir anlam ifade etmediğini nasıl olsa öğrenmiştim daha o yaşta.
Utanmama neden olan şeyleri düzeltmek için çaba harcadım hep sonraki yıllarda...
Ve utanılacak şeyler yapsam dahi utanç duymaya neden olacak sorunu çözmeye çalıştım...
Ve genellikle hiç utanmadım.
Sonraları bu cümlenin türevlerini kullananları da duydum, ülkesinden, insanlarından, siyasetçilerinden, yöneticilerinden utananlar gibi...
Evet bazı şeyler aksıyor.
Evet bazı şeyler kötüye gidiyor.
Evet gelir dağılımında çarpıklıklar var.
Antidemokratik uygulamalar...
İşsiz üniversiteli milyonlar...
Öldü diye üstüne gazete örtülüp bir kenara atılan insanlar.
Şiddet gördüğü için şikayetçi olan, devlete sığınan ancak sonrasında korunmadığı için katledilen kadınlar
Yakılan, öldürülen yazarlar.
Kiralarını ödedikten sonra kalan parayla yarım kilo et alamayan insanlar.
Okula gönderilmeyen çocuklar.
Sokaklarda şiddet ve suç kol gezerken buna göz yumanlar, susanlar var.
“Sadece 3 lira 99 kuruş olan benzin“ 4 lira oldu diye yaygarayı basanları da unutmayalım.
Bunlar var...
Utanmak cümle içinde nerede kullanılmalıdır sizce bu sorunlarda ?
Hiçbir yerde...
Utanmak bir eylem değildir.
Bir duygudur sadece.
Çoğunlukla aczin son noktası...
Çaresizlik...
Eyleme geçmemek, tepki vermemek, daha iyisini, hak edileni istememek noktasında kendimizden utanmak daha dürüstçe olmaz mı ?
Çözüm üretmemek, düşünmemek...
“Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?” (*)
Bir sorunun sorun olduğunu haykırmamak, doğruları söyleyememek, cesur olmamak olmalı utanmak.
Düşünsenize, İyi ki türk olmaktan utanmadılar cephede mermi taşıyan kadınlar, Çanakkale şehitliğinde yatan evlatlar bir zamanlar hasta adam olan topraklarından “utanıyorum bu ülkede yaşamaktan“ deyip gitselerdi mesela “alıp başımı gideceğim“ dediği başka topraklara...
Düşünsenize ne olurdu utansalardı yalnızca...
(*) Cemil Meriç
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2010
“MERHABA ben Türkan” deyip elimdeki şarap kadehini kendisine uzattım. “Sizinle dans etmek istiyorum.”
Boş bir ifadeyle yüzüme baktı
Anlamamıştı, muhtemelen yabancıydı.
“Hay Allah” dedim “Türk değil galiba.”
Bembeyaz teni, sert duruşuyla Çerkezleri andırıyordu. Çerkezce tekrarladım.
Uzattığım bardağı kavradı sıkıca, parmaklarımı da tutarak...
Yüzüme bakmaya devam etti. Koyu yeşil gözleri vardı “Yoksa Kürt mü?” dedim. Kürtçe tekrarladım.
Parmaklarımı tutması beni heyecanlandırdı. Bakmaya devam etti.
Gürcüce, Abhazca, Lazca tekrar ettikçe yüzündeki sertlik kaybolmaya ve gülümsemeye başladı.
Şaraptan bir yudum aldı, iştahla gezindi gözleri üstümde. Tam adım atacaktı ki bir an durdu, üstümdeki kırmızı şalı işaret etti gözleriyle. Üstünde beyaz şekiller olan bir şal... Nereden baksanız 80 yıldan fazla, aile büyüklerinden, sarmaya kıyamadığım, en nadide parçam neredeyse.
Çıkar anlamında bir bakış. Evet evet ben bunu anladım. Çıkarırsam dans edecek benimle.
Altı üstü kırmızı bir şal. Yoksa biraz demode mi acaba?
Çıkardım?
Bir an beni kollarımdan çekip oradan hiç bilmediğim bir yere götürmesini istedim.
Ama götürmedi. Şalın boş bıraktığı omuzlarıma dokundu o parmaklarla.
Elbisemi işaret etti?
Yalnızca bir dans için fazla bir istek değil miydi?
“Olsun, değer” dedim, soyundum.
Elbisem, takılarım, ayakkabılarım ve hatta çamaşırlarım.
Az önce tempo tutanların çığlık atan sırtlanlar gibi üstümden çıkardıklarımı kapıştığını gördüm. Paylaşılan topraklar gibi.
Dudaklarını büktü tenime bakıp, ellerimi tuttu. Yüzünü buruşturdu, bıraktı ellerimi.
Ahhh evet, benim omuzlarım esmerdir, ama sırtıma indikçe rengi açılır beyaza yakın kollarım buğday rengidir. Ellerim, parmaklarım hep farklı farklı.
Memleket gibi...
Onu rahatsız etti belki bu farklılıklarım. “Ama ben buyum” dedim. Anlamadı. Yüzünü buruşturdu tekrar ve parmaklarını çekti üzerimden.
Öfkelendim.
Sadece dans etmek istedim.
Parmaklarım biçimsizdi belki ama benimdi ve parmaklarımdı.
Ama bir dans için değerdi belki.
Masanın üzerinde peynir tabağının üstünde duran bıçağı bir hamlede kapıp parmaklarıma indirdim düşünmeden.
Gülümsedi.
Gülümsedim.
Parmaksız ellerimi uzattım ona.
Akan kandan mı, parmaksız ellerimin yeni görünüşünden mi bilmem, tiksinerek baktı bana.
Beğenmemişti.
Bıçağı yeniden kapıp fazlalıkmış gibi baktığı sağ elimin üzerine indiriverdim bir hamlede.
Ne garip canım hiç yanmıyordu.
Bu kadar mı kör olmuştu gözlerim?
Gülümsedi yeniden, gözlerimin içine baktı. Bbiri mavi diğeri laciverte çalan gözlerime baktı derin derin. Tek elimi uzattım ona. Üzgün, başını salladı.
Sağlam elim sinirleriyle, damarlarla eline gelen gözü tutmakta zorluk çekti, kayıverdi o yumuşak şey avuçlarımdan. Beni izleyenler tempo tutuyordu bağırarak.
“Yapabilirsin, yapabilirsin, yap, daha fazlasını ver, daha fazlasını vermelisin, istiyorsan bedelini ödemelisin.”
Sadece bir dans için bu bedele gerek yoktu belki ama bu cesaretim beni bile heyecanlandırmıştı.
Bizi izleyenler, sanki başka ülkelerden başka başka onlarca insan. Hepsinin gözu bizim üzerimizdeydi o an. Sanki benim ne kadar ileri gideceğimi görmek isterler gibi, sanki benim vazgeçtiklerim onların olacakmış gibi... Daha ne kadar parçaya bölüneceğimi, bu parçalardan kendilerine düşecek olanları hayal ediyor, ettikçe çıldırıyorlardı.
Neleri feda ettiğime ben bile inanamıyordum.
Masada keyifle daha ne kadar bölüneceğimi hayretle ve memnuniyetle izleyen adama doğru eğildim.
Uzatacak bir parçam kalmamıştı gövdem dışında.
Her şey paramparça o masanın üzerinde duruyordu.
Acıyarak baktı.
Yalnızca bir gövdeyle dans edilemezdi. Haklıydı.
Sadece bir dans içindi her şey.
Masada bıraktığım kollarıma, bacaklarıma, etrafa saçılmış parmaklarıma baktım... Kırmızı şala...
Paramparça edilmiş bir ülke gibi.
Bir ülkeyi vatan yapan ne varsa, önemsiz bir detay gibi önümde duran her uzvum.
Sadece bir dans için feda ettiklerim. Uyandım.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2010
Sahne çok net olmasa da hala gözümün önündedir. Ferhan Şensoy’un Orta Oyuncuları İstiklal Caddesi’ne çıkmış ve önlerine geleni durdurup kimlik sormuştu.
Nasıl mı ?
Nazi SS kıyafetlerini giyerek.
Korkarak ve çoğunun titreyerek kimliğini gösterdiği kişilerden hiçbirisi cesaret edip “siz kimsiniz “ dememişti.
Ellerinin duvara dayatılıp aranmasına izin verenler, üniformanın SS üniforması olduğunu bile fark etmiyor ve sapsarı bir suratla başlarını dayadıkları avuçlarını eski pozisyonuna getirmek için onay bekliyor, üniformaya sorgusuz sualsiz boyun eğiyorlardı.
Televizyondan izleyenler için pek eğlenceli görünse de olayı bizzat yaşayanlarla sonradan yapılan röportajda içinde bulundukları acz halinden nasıl utanç duydukları belliydi?
Otorite ya da üniformanın gözü nasıl kör ettiği, beyni uyuşturup neredeyse aptallaştırdığını izlemiştik?
Değişen çok şey olmadı?.
Belki orta oyuncuları ‘kimse yemez artık ‘ diye kimlik sormuyor olabilirler ? ki yanılıyorlar- ama kanun uygulayıcılarının uygun gördüğü her türlü davranış ya da muameleyi sorgusuz sualsiz ve haklarımızı bilmeden kabul etmeye hazırız?
Misal;
İnsanlar oturmuşlar sohbet ediyorlar? Ellerinde de poşetlerde gizli gizli içtikleri birşeyler var. Muhtemelen bira ya da şarap ? gizli içtiklerine göre çay olmadığı muhakkak -
Yanlarına yaklaşılır kimlik kontrolü yapılır ve ardından genellikle ceza kesilir?
Neye göre ?
Kabahatler Kanunu’na göre ?
Suç “Açık alanda içki içmek“
Oysa bakın kanuna;
madde 35: Sarhoş olarak başkalarının huzur ve sükununu bozacak şekilde davranışlarda bulunan kişiye, kolluk görevlileri tarafından elli türk lirası idari para cezası verilir. Kişi, ayrıca sarhoşluğun etkisi geçinceye kadar kontrol altında tutulur.
Açık alanda içki içmek değil, sarhoş olup ona buna rahatsızlık vermektir suç olan.
Bunun için açık alanda içme şartı aranmaz ayrıca. Yani kanun hükmünün açık alanda içki içmekle hiçbir ilgisi yoktur. Yani böyle bir suç yoktur dolayısıyla.
Geçen haftalarda yaşanan bir başka örnek;
Bir öğrenci ÖSYM’nin sınavlarında türban yasağının kaldırılması sonrası YÖK Başkanı Özcan’ın yaptığı, “Güvence veriyorum, nasıl başörtülü öğrencilerimizin girmesini sağlıyorsak, başörtüsüz öğrenciler de baskı görmeyecek. Onlar bizim güvencemiz altındadır” sözlerini samimi bulmadığından, bireysel bir protesto yöntemiyle tişörtünü giymeden sınava girmek istedi. Sınav çıkışında polis tarafından kendisine kabahatler kanunun 36. Maddesine göre ceza kesildi. Yani; madde 36: Başkalarının huzur ve sükununu bozacak şekilde gürültüye neden olan kişiye, elli türk lirası idari para cezası verilir.
Açık olarak gürültü yapmaktan bahsediliyor. Sırf bu bireysel protestoya kızıp yazmış olmak için yazılan cezaya, kimseden ses çıkmadı.
Sarılarak sohbet eden insanlarla ilgili kanunu zaten hepimiz biliyoruz artık. Yasalaştı neredeyse gayriresmi olarak. Polis görmek, çiftlerin birbirlerinin ellerini bırakması için yeterli ? ki ileri gidip sarılmışlarsa kesin eve gidip sevişiyordur bir de bu ahlaksızlar- ama ceza almasalar da uygunsuz oturmaktan dolayı kulakları kesinlikle çekiliyor, mutlaka bu tacizden paylarını alıyorlar.
Gönül isterdi ki tüm sorunların çözüldüğü ve artık sıranın tek tek lokantaları gezip ailesiyle alkol de tüketilebilen restoranlara giden çocukları yine imzayla yanındaki sandalyede oturan aileye teslim etmesine geldiği boyut bizi rahatsız etmesin...
Ancak unutmamak gerekiyor ki kanun uygulayıcının iyi niyeti sorgulanıyorsa yanlış bir şeyler vardır?
Ya güvensizlik ya bilgisizlik ya da her ikisi birden?
Hangi kanun sorusunu henüz sormamışsanız daha başındasınız;
Ya koşulsuz güvenin, itaat edin ya öğrenin.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2010
İNSANIN ağzında silah varken konuşması zordur... Bunu yaşamamışsanız da az çok tahmin edebilirsiniz.
Şimdi ben de bu halde konuşamıyorum ama düşünüyorum, zorlanıyorum ama beni az çok anlayabilirsiniz, nasıl bu noktaya geldiğimi.
Anlayabilirsiniz.
Her şey insan için değil mi ne de olsa?
Sıkıntılar, üzüntüler, hayal kırıklıkları...
Ama şerefsizim bir cinnet her şeyi halleder.
Bakın bunu ben demiyorum çünkü cinnet geçiren insan sağlıklı insan değildir öyle değil mi?
Oysa ben çok sağlıklıyım.
Nereden mi biliyorum, çünkü “silah kullananlar bu ülkedeki en zeki, en kendini bilen insanlardır, çünkü ruhsat almadan önce kontrolden geçiyorlar.” (*)
Kendi halimde araba kullanıyordum 10 dakika önce. Sonra o adam bana çarptı arkadan. Arkadan çarpan suçludur değil mi?
Özür dilemesi gerekir değil mi?
Ama ne yaptı? “İn ulan arabadan” dedi. “İn, nerden aldın ehliyetini sen, nerden?”
Elini beline götürdü.
Benim iki silahım vardır, evet evet tam iki. Hazırlıklıyım tabii.
İkisine birden davrandım.
Ve şerefsizim bir cinnet her şeyi halleder aslında ama sadece korkutmak istedim onu.
Eksik olan tek şey, kemerim, çizmem, şapkam ve atım.
Ama geç davrandım.
Bunun eğitimini verselerdi mesela ilkokulda alnından vurmaz mıydım?
Vururdum.
Tek mermi sektirmeden.
Ama bakın ben kendimi korumak için aldım bunu sadece... İlk başta fanteziydi belki.
Elimde bir uzi, yanımda üç seksi kadın... Nasıl bir karizma tahmin edersiniz, masum bir fantezi.
Kabul, balistiğe ilgim vardır itiraf edeyim. Ufacık mermi çekirdeğinin ulaştığı hız, ürettiği güç bu karmaşık yapı beni heyecanlandırıyor.
Hem bu ülkede kimse güvende değildir.
Kimse emniyette değildir.
Polis beni koruyamıyorsa ben korunmalıyım değil mi?
Yoksa böyle bir izin çıkar mıydı?
Ya alırım, ya almadığım silahlarla öldürülürüm değil mi?
Hem şerefsizim bir cinnet her şeyi halleder.
Fakat kilitlendim, kıpırdamıyorum.
Karanlıkta gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi sıkıştırıldım şimdi.
Hem her an bir iç savaş çıkamaz mı sizce de? Çıkar değil mi hiç belli olmaz. Önce birbirine düşürülür sonra eline silah verilir.
Komplo teorilerine düşkünümdür ben. Olmaz olmaz demeyin.
Bunu ben demiyorum.
“İç savaş çıkarsa silah gerekir, Boşnaklar silahlanmış olsaydı Sırplar bu kadar kolay katliam yapabilir miydi?”(*)
Ben hiç olmazsa ruhsatlı silahımla vurmuş olurum komşularımı her şey yasal değil mi?
Hem el bombası limiti kaldırılsa belki bu durumda olmayacaktım şu anda. Çek pimi fırlat, oldu bitti.
Yanlış anlamayın terorist de değilim...
Yumurta ya da kartopu mu attım da terorist denilsin bana?
18’imde silah aldım sadece.
Hem benden bir sniper (tetikçi) çıkmaz mı dersiniz?
Evet belki acemiydim ilk sabıkamda, sadece yaraladım ama şimdi alnının tam ortasından vurabilirdim, ama bu kez hazırlıksız yakalandım ben.
Benden önce dayadı silahı ağzıma, dizlerimin üzerinde çömelmiş düşünüyorum.
Yanımda üç seksi kız elimde uzi.
Yine de...
Şerefsizim bir cinnet her şeyi çözer!
Saygı duyuyorum abi!
Özür dilerim abi!
Ne desen haklısın abi!
Arkadan çarptın ama suç bendeydi abi.
Bir nişanlım var yakında evleneceğim bari ona acı abi...
(*) Silah Üreticileri Satıcıları ve Sevenleri Derneği (SÜSASD) Başkanı Cuma İçten
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2010
HADİ siz de itiraf edin lütfen, yabancı diliniz iyi olmasa da bu cümleyi en az bir kez, biri ya da birilerine kurdunuz değil mi? “Konuşamıyorum ama anlıyorum.”
Kurmadınız mı?
Mesela bir sınavda mahcup şekilde öğretmeninize de mi kurmadınız bu cümleyi?
Ne hoş, şanslısınız o zaman anladığınız ve konuştuğunuz için.
Ben hep kurdum bu cümleyi yabancı dili olmayan biri olarak ve kendimi ifade edemediğim zamanlarda.
Siz mesela şöyle bir cümleyi anlıyor musunuz ?
“Küçükçekmece’de 8 Kasım 2009’da altı kişinin İETT otobüsüne attığı molotofkokteylleri nedeniyle ağır yaralanan ve 29 gün sonra hastanede hayatını kaybeden Serap Eser’in ölümünün üzerinden bir yıl geçti.”
Haklısınız gayet anlaşılır bir cümle ve gerek dilbilgisi gerek gramer açısından son derece düzgün.
Devam edelim:
“Serap’ın ağabeyleri Ümit ve Selçuk Eser, dün kardeşlerinin mezarı başına gelip, çiçekler bırakıp dua etti. Ağabey Ümit Eser, ölüm yıldönümüne denk gelen günde kardeşiyle ilgili davanın ikinci duruşmasının yapıldığını hatırlattı.”
Bu cümleyi anladınız mı peki?
Evet mi?
Ne şanslısınız o halde konuşabiliyorsunuz.
Hayır mı?
Anladığınızı konuşmanız gerekir belki aslında, aksi takdirde küçük bir kandırmacadan bahsedebiliriz değil mi?
Devam edelim:
“Davaya ailece katılmadık, çünkü çıkacak kararın canımızı yakacağını biliyoruz. Yargılanan altı kişiden dördü 18 yaşından küçük. Taş atan çocuklar için çıkartılan yasa nedeniyle bu dört kişi çocuk mahkemesine gönderilecek. Alacakları cezalar düşecek. Geceleri uyuyamıyoruz halen. Molotof nasıl taş oldu, ben yetkililerden bunu sormak istiyorum. Taş atan çocuklar yasası çıkartılmadan önce sivil toplum kuruluşları, sanatçılar açıklamalar yaptılar. Yasayı desteklediler. O çocuklar mağdur ve masum gösterildi. O çocuklar masumsa Serap’ın suçu neydi? Serap mı suçluydu yakıldığı zaman?”
Anlamak çözmeye yetmez bazen...
“Kardeşinin yoğun bakıma kaldırılırken kendisine, ‘Ağabey ne olur yardım et’ dediğini anlatan ağabey Selçuk Eser de şöyle dedi: ‘Masumiyet ve adalet kavramı 2010’da anlam mı değiştirdi? Kardeşimi diri diri yakanlar nasıl böyle bir muameleye tutuluyor? Kanun yapıcılar kendi çocuklarını kaybetse böyle yapar mı? Taş atan çocuklar yasasından saldırganları faydalandıran yetkililer benim kardeşimi bana geri verebilirler mi? Ben hiçbirini affetmiyorum. Muhatap alınacak bizleriz ancak yasa çıkarken bize sormadılar. Neden olan hep masumlara oluyor?”
Ve anlamanın çözmeye yetmeyeceği zamanlarda öğretmeninizin ve tüm sınıfın karşısındaki sınavdan daha büyüğünü insanlık karşısında verirsiniz aslında...
İlla konuşmak zorundasınızdır yani...
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2010
İNTİHAR süsü verilen cinayetler, rüşvetler, peşkeş çekilerek yapılan özelleştirmeler, silah kaçakçılığı, akrabacılık, politikacıların yalanlarla halkı uyutup, attıkları büyük kazıklar... Doğal kaynaklarının özelleştirilmesinin, başarısız yatırımların ve yoz siyasetçilerin bir ülke ekonomisini nasıl çökerttiğini gösteren işsizlik ve açlık içinde cebelleşen insanlar.
Fernando Solanas imzalı “Yağma Anıları” Arjantin’in sistematik olarak yağmalanmasını gözler önüne seriyor. (bir diktatör veya askeri cunta tarafından değil, demokratik yollarla seçilenler tarafından)
Özellikle açlıktan ölme durumuna gelmiş çocukları tedavi eden iki doktorun ‘yetersiz beslenme bir sosyo-ekonomik ve kültürel hastalıktır ve herkese bir iş vererek tedavi edilebilir, herkese yiyecek vererek değil’ cümleleri önemli.
İzlemeyenlere tavsiye ederim.
Durup dururken gelmedi aklıma elbette bu belgeseli tavsiye etmek.
Geçen hafta Wikileaks’in Türkiye depremi konuşulurken gözden kaçan ve geçiştirilen küçük bir yağma haberi “ilgisiz” olsa da çağrışım yaptı.
Kırklareli’nde geçen hafta yağışlardan dolayı ön duvarı yıkılan 130 yıllık tarihi binanın malzemeleri vatandaşlar tarafından çalındı... Yan tarafta başka bir vatandaşa ait tarihi binanın da yan duvarları yıkıldı. Yan duvarı yıkılan binanın içerisine giren bazı kişiler evin avizelerini söktü.
Asıl depremin, içimizde yaşandığını hissettim bu haberde. Wikileaks‘de değil.
Deprem değil hatta yanma.
Yanıyoruz farkında mısınız ?
Cayır cayır yanıyoruz...
Geçen yıllarda Güney Amerika’daki yağmalama olaylarını izlerken “bizde olmaz öyle şey, kültürümüzde yok” diyenler...
Bizdeki yağma olayından sonra yapılan resmi açıklamada deniliyordu ki “ihtiyaç sahibi bazı vatandaşlar tarafından tahtalar sökülerek, yapı çökmüş durumda”
“İhtiyaç sahibi” bakın...
Mazur görme... Hak verme...
Açlıktan desem, anlamaya çalışsam. (ki biz çalmaktansa açlıktan ölmeyi tercih eden bir millettik)
Değil...
Orada gördüğüm yağmalanan tarihi bir binanın tahtaları değil...
Ruhları çoktan yağmalanmış insanlar...
Son kullanma tarihi geçmiş ilaç gibi kendine yararı olmayan başkasına zarar veren insanlar.
Ülkemizde tabaklar, televizyonlar, avizeler yağmalanırken, şenlik havasında geçen bu insan eylemi belleğimden silinmeyecek...
Namusu bacak arasında, utanmayı çıplaklığında sanan bir toplumda siz dayanabilecek misiniz daha fazla yağmalanmaya?
Her şeyimizle yağmalanırken, biz yanarken...
Cayır cayır ...
“Her şey payına düşeni alır bu yağmada;
Rüzgar sesimizi,
Güneş gölgemizi
Ve akıl gerili kalır yıldızların ağında..”*
Hepimizin bir yağma anısı olacak bir gün belki de...
Ve umarım sadece anı olacak....
* Ahmet Hamdi Tanpınar
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2010
ÜRETİM hatam mı var? Defolu muyum yoksa?
Yanlış dikiş?
Renk atması?
Kaçmış bir ip parçası mı var sizce omuriliğimden?
Ya da gözümün mavisini kirleten nerden karıştığı belirsiz kırmızı bir vişne lekesi ya da pus?
Kumaşın üstündeki leke gibi?
İşlediğim kabahat nedir “özürlü” denilmek için?
“Engelli” mi demeliydim yoksa kibarca?
Yine de “özür” dilerim.
Belki beynime ve kalbime dar gelir bedenim, burada bir üretim hatası olabilir kabul.
Ama ben yine de sizden “özür” dilerim?
Beni görmek bile yeterince kötüdür, moral bozucu? Affedin, ne de olsa herkes sağlıklı iyi güzel olmalı değil mi?
Bu halde bulaşıcı mikrop taşıyan biri ya da kafesteki hayvan gibi evime kapanmalıyım belki.
Bir özürlünün hak ettiği gibi...
Ama siz bırakın “engelli mi, özürlü mü, sakat mı, defolu mu, topal mı, kör mü, sağır mı diyelim” diye tartışmayı?
Nasıl insan gibi yaşarım bunu tartışın.
Kaldırımlarda neden rampa olmadığını...
Tekerlekli sandalyemle neden sokaklarda gezemediğimi...
Neden sizler gibi kolaylıkla otobüse binemediğimi tartışın...
Trafik ışıklarında neden ses sistemi olmadığını...
Yasal bir zorunluluk yoksa neden işe bile alınmadığımı tartışın.
Mesela seçimlerde yalan da olsa vaatlerde bulunun bana, varmış gibi hissedeyim kendimi.
Ama ben gerçekten özür dilerim!
Amcaoğluyla kaçmak, teyze kızıyla evlenmekten ibaret sanıyorsanız bu durumu...
Değil.
Engelli değilim ben hapiste prangalanmış bir mahkum...
Ben...
Doğacak kızınızım belki, okuldan dönerken karşıdan karşıya geçemeyecek oğlunuz...
O kazadan sağ kurtulmuş ve artık bu haldeki erkek kardeşiniz.
Bir sabah neden olduğunu bilmeden, görmeyerek uyanan sevdiğiniz.
Ya da yarın yüzünüzü yıkarken dehşetle suyun sesini duymadığını fark edecek olan siz.
Yeterince yorgunum ben, kendime içinizde yer aramaktan.
Ama iktidarsızlık bir engelse benim yerime park edebilirsiniz elbette, buyurun.
Yine de gerçekten özür dilerim yürekten.
Ben insan gibi yaşamadığım müddetçe, siz de insan diyemeyeceğiniz için kendinize.
Çok
“Özür”
Dilerim
...
Yazının Devamını Oku