Uyanmamla yatağın ucunda durmuş, beni seyreden şapkalı adamı fark etmem bir oldu. Kalp atışlarım hızlandı, kesik kesik soluk almaya başladım. Alıp vermeye demiyorum çünkü aldığım nefesi veremiyordum sanırım. Ne kadar zamandır orada öylece durup beni izlediğini düşündüm korkuyla. Balkon kapısını açık unutmuştum muhtemelen. Ya da uzun zamandır tamir ettirmeye üşendiğim kapı kolunu zorlanmadan açıvermişti işte. Kendime kızacak zamanım yoktu. Kıpırdamamaya çalıştım, uyandığımı fark etmemeliydi. Yeniden kapattım gözlerimi sıkıca. “Allahım” dedim, “Allahım lütfen bir an önce çekip gitsin, alacağını alsın ve çekip gitsin.” Hiçbirşeyim olmadığını fark ettim maddi değeri olan. YA ALIRSA... Çantam salondaydı. Cüzdanımda belki beş on milyon para – bu bile çıkmayabilirdi- ve bir kredi kartı vardı. İşine yaramazdı onlar da. Başka? Cüzdanımın iç gözünde bir zamanlar çok sevdiğim ve artık görmediğim bir adamın ipek küçücük bir keseye sarılmış bir tutam saçı ‘alır mı’ dedim içim sızlayarak. “Alsa ne işine yarar, akıl hastası değil ya cüzdanımdaki bir tutam saçı alsın… Ya alırsa? Ya alırsa neyim kalır benim?” Başucumdaki sehpanın üzerinde, kapağında, “2.Dünya Savaşı sırasında bir anne kızın yanyana çektirdiği siyah-beyaz küçük bir fotoğraf olan kutu geldi aklıma... İçinde o çok sevdiğim adamın bir yaz öğleden sonrasında yediği kirazların çekirdeği duruyordu sakladığım. Huysuz bir oğlan çocuğuna yedirir gibi zorla yedirmeye çalıştığım kirazlar. Kuşkusuz o süslü, yaldızlı siyah beyaz kutudan çıkan kiraz çekirdekleri de ilgisini çekmeyecekti ve aslında benim sadece kiraz çekirdeklerini başucundaki kutuya atan bir pasaklı olduğumu düşünecekti. “Pasaklı biri olduğumu düşünecek” diye rahatladım. En azından kiraz çekirdeklerime dokunmayacaktı. NEDEN KURUSIKI Hafifçe araladım gözlerimi, aynı yerde duruyordu, gözlerini dikmiş, en ufak bir hareketimde saldırmayı bekliyordu. Yatak odasından çıktığı anda, elimin uzanabileceği mesafedeki kurusıkı tabancaya uzanmam 10-15 saniyemi alacaktı sadece. Neden kurusıkı demeyin, korkutayım derken bir insanın canını almanın azabıyla ömür boyu yaşamamak için ne yapabilirdim? Ama hayır, kıpırdamıyordu. Belki de evin her yerini gezmiş ve bir şey bulamayıp son durağı olan yatak odasına geçmişti. Bu durumda başucumda usanmadan durup öylece bakıyorsa, niyeti pek hayırlı değildi. Yeniden sıklaştı soluk alışverişlerim. Titrediğimi fark etmemesi mümkün değildi bir adım daha yaklaşsa. Ya tecavüz edecekti ya kim bilir bedenime kaç kez saplayacağı bir bıçakla sadece öldürmüş olmak için öldürecekti beni ya da aklıma gelmeyen bir tür işkenceyle eziyet edecekti Ne yapacağını düşünmek bile istemiyordum artık. Yabancı bir adamın karşısında bu kadar savunmasız ve çaresiz kalmak tüm sinirlerimi altüst etmişti 2-3 dakika içersinde... “Ne olacaksa olsun, ama olsun, bu bekleyiş daha ızdırap verici kendimden beklemediğim bir çeviklikle fırladım yataktan çektiğim eziyete son vermek için. İçimden cesaretimi takdir ettim, Bağırdım - Gel, gelsene, ne yapabilirsin ki bana en fazla !!! Yataktan fırlarken, başucumdaki kitabı adama doğru fırlattım. Bir yandan duvardaki lambaya uzandı elim. Ölmeden önce müstakbel katilimi görmeliydim. Sarı keskin ışık odayı aydınlattığında fırlattığım kitabın adamın şapkasını uçurduğunu gördüm. BEYNİ YANILTAN ORGAN Giysilerimi astığım askılıktan önce şapka düşmüştü, sonra bozulan dengeyle tüm giysilerim... Adam devrildi yere metal kollarıyla birlikte... Beyin, ne mükemmel bir mekanizma değil mi? Tek bir emriyle tüm vücut müthiş bir değişim geçiriyor. Sizi yaşayacağınız olaya hazırlıyor. Beyni yanıltan tek bir organ var ama kalbiniz... Yeter ki kalbiniz yanılmasın. Tehlikeyi, korkuyu, mutsuzluğu, acıyı, cesareti hatta aşkı bile var sanabilirsiniz. Bir başkası için tamamen önemsiz bir an olarak hatırlanan bir öğleden sonrasını, siz bir kutuda aşkla kiraz çekirdekleri şeklinde saklayabilirsiniz. Sanabilirsiniz. Dikkat edin kalbinize. Var sanabilirsiniz.