Paramparça

“MERHABA ben Türkan” deyip elimdeki şarap kadehini kendisine uzattım.

“Sizinle dans etmek istiyorum.”
Boş bir ifadeyle yüzüme baktı
Anlamamıştı, muhtemelen yabancıydı.
“Hay Allah” dedim “Türk değil galiba.”
Bembeyaz teni, sert duruşuyla Çerkezleri andırıyordu. Çerkezce tekrarladım.
Uzattığım bardağı kavradı sıkıca, parmaklarımı da tutarak...
Yüzüme bakmaya devam etti. Koyu yeşil gözleri vardı “Yoksa Kürt mü?” dedim. Kürtçe tekrarladım.
Parmaklarımı tutması beni heyecanlandırdı. Bakmaya devam etti.
Gürcüce, Abhazca, Lazca tekrar ettikçe yüzündeki sertlik kaybolmaya ve gülümsemeye başladı.
Şaraptan bir yudum aldı, iştahla gezindi gözleri üstümde. Tam adım atacaktı ki bir an durdu, üstümdeki kırmızı şalı işaret etti gözleriyle. Üstünde beyaz şekiller olan bir şal... Nereden baksanız 80 yıldan fazla, aile büyüklerinden, sarmaya kıyamadığım, en nadide parçam neredeyse.
Çıkar anlamında bir bakış. Evet evet ben bunu anladım. Çıkarırsam dans edecek benimle.
Altı üstü kırmızı bir şal. Yoksa biraz demode mi acaba?
Çıkardım?
Bir an beni kollarımdan çekip oradan hiç bilmediğim bir yere götürmesini istedim.
Ama götürmedi. Şalın boş bıraktığı omuzlarıma dokundu o parmaklarla.
Elbisemi işaret etti?
Yalnızca bir dans için fazla bir istek değil miydi?
“Olsun, değer” dedim, soyundum.
Elbisem, takılarım, ayakkabılarım ve hatta çamaşırlarım.
Az önce tempo tutanların çığlık atan sırtlanlar gibi üstümden çıkardıklarımı kapıştığını gördüm. Paylaşılan topraklar gibi.
Dudaklarını büktü tenime bakıp, ellerimi tuttu. Yüzünü buruşturdu, bıraktı ellerimi.
Ahhh evet, benim omuzlarım esmerdir, ama sırtıma indikçe rengi açılır beyaza yakın kollarım buğday rengidir. Ellerim, parmaklarım hep farklı farklı.
Memleket gibi...
Onu rahatsız etti belki bu farklılıklarım. “Ama ben buyum” dedim. Anlamadı. Yüzünü buruşturdu tekrar ve parmaklarını çekti üzerimden.
Öfkelendim.
Sadece dans etmek istedim.
Parmaklarım biçimsizdi belki ama benimdi ve parmaklarımdı.
Ama bir dans için değerdi belki.
Masanın üzerinde peynir tabağının üstünde duran bıçağı bir hamlede kapıp parmaklarıma indirdim düşünmeden.
Gülümsedi.
Gülümsedim.
Parmaksız ellerimi uzattım ona.
Akan kandan mı, parmaksız ellerimin yeni görünüşünden mi bilmem, tiksinerek baktı bana.
Beğenmemişti.
Bıçağı yeniden kapıp fazlalıkmış gibi baktığı sağ elimin üzerine indiriverdim bir hamlede.
Ne garip canım hiç yanmıyordu.
Bu kadar mı kör olmuştu gözlerim?
Gülümsedi yeniden, gözlerimin içine baktı. Bbiri mavi diğeri laciverte çalan gözlerime baktı derin derin. Tek elimi uzattım ona. Üzgün, başını salladı.
Sağlam elim sinirleriyle, damarlarla eline gelen gözü tutmakta zorluk çekti, kayıverdi o yumuşak şey avuçlarımdan. Beni izleyenler tempo tutuyordu bağırarak.
“Yapabilirsin, yapabilirsin, yap, daha fazlasını ver, daha fazlasını vermelisin, istiyorsan bedelini ödemelisin.”
Sadece bir dans için bu bedele gerek yoktu belki ama bu cesaretim beni bile heyecanlandırmıştı.
Bizi izleyenler, sanki başka ülkelerden başka başka onlarca insan. Hepsinin gözu bizim üzerimizdeydi o an. Sanki benim ne kadar ileri gideceğimi görmek isterler gibi, sanki benim vazgeçtiklerim onların olacakmış gibi... Daha ne kadar parçaya bölüneceğimi, bu parçalardan kendilerine düşecek olanları hayal ediyor, ettikçe çıldırıyorlardı.
Neleri feda ettiğime ben bile inanamıyordum.
Masada keyifle daha ne kadar bölüneceğimi hayretle ve memnuniyetle izleyen adama doğru eğildim.
Uzatacak bir parçam kalmamıştı gövdem dışında.
Her şey paramparça o masanın üzerinde duruyordu.
Acıyarak baktı.
Yalnızca bir gövdeyle dans edilemezdi. Haklıydı.
Sadece bir dans içindi her şey.
Masada bıraktığım kollarıma, bacaklarıma, etrafa saçılmış parmaklarıma baktım... Kırmızı şala...
Paramparça edilmiş bir ülke gibi.
Bir ülkeyi vatan yapan ne varsa, önemsiz bir detay gibi önümde duran her uzvum.
Sadece bir dans için feda ettiklerim. Uyandım.
Yazarın Tüm Yazıları