31 Ocak 2011
SENİNKİ kaç santim? Türkiye için gelmiş geçmiş en başarılı ve yerinde sorulmuş sorulardan biri.
Siteye girdiğinizde sizinkinin 0.5 santim olduğu acı gerçeğiyle karşılaşsanız da olayı hırs yaparsanız 45 santime kadar büyütebiliyorsunuz
“Ne işime yarar” demeyin, bunun için sanal ortamda ne kadar tanıdığınız varsa onlara davetiye gönderip yardim istiyorsunuz ve sizinki taaaaam 45 santime ulaşıyor
45 santimlik bir kalkanin üstüne bir de tişört armağan ediliyor size
Santimetrenin her zaman belden aşağısını ölçmeyeceği gerçeğini kabul etmemiz biraz zor olsa da Türkiye’nin dikkatini boylesine bir sloganla ceken Greenpeace ve ekibini tebrik ediyorum.
Çünkü çevre kelimesini bir gezegen adı sanan memleketimizde çevrecilerin Böyle devam ederse dünyadaki balık stokları 2050’de tükenecek. Büyük balıkların yüzde 90’ı çoktan yakalandı. Toplam balık stoklarının yüzde 60’ı çoktan bitti. Balıkların bittiği gün deniz yaşamı da bitecek. Oysa hâlâ zaman var. Büyük balıkların yüzde 10’u hâlâ hayatta, balıkların yüzde 40’ı hâlâ denizlerdeki ekosistemi beslemeye devam ediyor. Bugün yavru balık avını durdurabilirsek, yarın her şeyi düzeltebiliriz.” çığlığına kaç kişi kulak verir ya da aktif olarak görev alırdı sizce şu sloganla çekilen desteğin yüzde biri bile değil inanın acı ama gerçek, hiçbir çevreci hareket, sosyal sorumluluk projesi cinsellik kadar ilgi çekmiyor.
Bu da ayrı bir memleket sorunsalı ama biz konumuza devam edelim.
Tarım Bakanlığı’ndan yavru balık satışını engellemesini ve yasal balık boylarını düzenlemesini istemek artık bir zorunluluk.
Şu rakamlardan daha düşük boyuttaki balıkları yemeyi ya da satın almayı kabul ettiğiniz takdirde bu çevre kıyımına ortak oluyorsunuz.
Yasal balık boyları ise şöyle;
Hamsi 9 cm. Tekir 11 cm. İstavrit 13 cm. Barbunya 13 cm. Mezgit 14.5 cm. Lüfer 25 cm. Levrek 30 cm. Palamut 38 cm. Kalkan 45 cm.
Avlanma boylarının balıkların en az bir kez üremesine izin verecek bilimsel üreme boylarına uygun olarak yeniden belirlenmesi için eyleme katılmak isteyenler www.kacsantim.org adresine biran önce tıklasınlar, üye olsunlar.
Bu arada üye olunca karşınıza şöyle bir yazı çıkıyor;
Benimki kaç santim öğrendim, seninki kaç santim?
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2011
Bağırıp çağırana kadar kim olduğunu bilmiyordum. Umurumda da değildi.
Sadece suşi yerken, yan masadaki Fehmi Bey’in dil- damak -boğaz üçlüsüyle bu kadar gürültü çıkarabilmesine hayret edip bir yandan da kendimize kızıyorduk. “Bula bula bu masanın dibindeki masayı mı bulduk oturacak?”...
Kalksak, başka masaya geçsek alınacak, üzülecek diye düşünüp masa değiştirmemekte inat ediyorum. Kırılır korkusu...
Birine tokat atmaya karar versem “Aman incitmeyeyim” diye okşayanlardanım. Haliyle Fehmi Bey’i uyarmam imkansız, yanındaki kadına mahcup olmasın diye...
“Lütfen daha sessiz yer misiniz” desem olmaz.
Karşısındaki kadına gelince, durumun vahametinden habersiz saf rolü yapmıyorsa, 5 duyu organı çoktan terk etmiş bedenini haberi yok.
Belki birazdan kalkarlar umuduyla tabaklarına bakıyorum. Yok, tabaktakilerle en az bir ordu daha doyar.
Restoranın öğle saatlerinde belirli bir zaman diliminde belli bir ücret karşılığı uygulaması olan sınırsız suşi seçeneğini istemiş Fehmi Bey. Yanına da bir şişe de şarap, afiyet olsun.
Ama tabii, suistimal edilmesini önlemek, “Getirin menüde ne varsa” diyen görgüsüzler için bir önlem almış restoran. Tabakta kalan parçalardan ücret alınıyor, gayet doğal.
Neyse Fehimi beyimiz doyup, hesabı istiyor. Ama tabağı ağzına kadar dolu, yemediklerini bırakmış. Garson gayet kibar hatırlatıyor uygulamayı. Ki sipariş verirken de uygulamanın böyle bir detayı olduğuna dair her müşteriyi olduğu gibi onu da bilgilendirmiş.
Fehmi Bey hatırlatmayı yapan garsona önce “Paket yapın” diyor “Arabada yiyeceğim”.
Bunun uygulama dışı olduğunu öğrenince bağırıp çağırmaya başlıyor. Bu kadar parayı verdiyse adam kural mural tanımazmış.
Zaten garson da çok çirkinmiş ?ne alaka Fehmi Bey- ki eli yüzü gayet düzgün genç pırıl pırıl bir delikanlı.
Bu kadar görgüsüz bir adama görgüsüzlük yapmanın görgüsüzce bir şey olmadığına karar verip gözünün içine baka baka yan masaya geçiyoruz.
Ve bomba; “Parasıyla değil mi?” deyip ücreti ödemeyi kabul ediyor ama kalan suşileri yanındaki kadınla herkesin gözü ününde ezmeye başlıyorlar, peçeteleri yırtıp atıyorlar tabağa, ne varsa masada tabağın içine boşaltıyorlar.
Manzara tek kelimeyle iğrenç. Utanmasalar masaya çıkıp yuvarlanacaklar tabağın içinde.
Garsonun ve işletmecinin sabrına hayran kalıyorum...
Kendi haline bırakılması gererken bir ruh hastasını izler gibi izliyorlar sadece.
Misal, ben olsaydım tabağı kafasından aşağı boşaltırdım bir an tereddüt etmeden... İşimi kaybetme pahasına evet...
Çünkü insan onuru parayla ölçülemeyen bir değer.
Parayla herkesi, her yeri satın alabileceğini, herkese hakaret etme hakkı olduğunu sanan zavallı bir adam ve onu sakinleştireceğine “Kim tutar seni” tavırlarıyla daha da geren bir kadın.
“Durun daha bitmedi, göreceksiniz” diye sinirle kalkıp adamı izlerken, gidenin arkasından peygamber sabrıyla susmuş bakan garsona soruyorum “Kimmiş?”
Cevap vermiyor. Üzgün, durgun...
Arkasından koşturan kadın sorumun cevabını veriyor “Ay Fehmi, boşver görgüsüzleri”
“Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” imalarıyla kalkan adama daha dikkatle bakıyorum, “Kim” diye, çıkaramıyorum.
Sahi siz tanıyor musunuz Fehmi diye önemli birini?
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2011
Kira için çalışmaktan yorulan bir vatandaş olarak kendi evime taşınmaya karar verdim. Ama, vurdu mu öldüren biri olarak birkaç tane almanın daha iyi olduğunu düşündüm.
Birinde oturacağım, diğerlerinden de kira geliri.
Nasıl fikir?
İyi değil mi?
Para mı?
Sorun değil, elbette. Bu iş için paraya gerek yok.
30 yıl kesintisiz çalışan bir öğretmen, insan gibi yaşayacağı bir evin bir odasını alabilmiş midir ülkemizde ?
Ya da vergilerini düzenli olarak ödeyen bir vatandaşın bir arsa ya da evle ödüllendirildiğine tanık oldunuz mu?
Haklısınız akıl dışı.
E parası olmayan biri olarak ev sahibi olmam mümkün mü?
Dünyanın, ah affedersiniz Türkiye’nin en acaip gerçeklerinden biri, hukuksuzluğun; yapana yol, su, elektrik ve ev olarak dönmesi.
Yeter ki içime sindirebileyim yaptığım şeyi.
Zor olan şey nerede oturacağım.
Ankara’nın içinde olmalı bir kere ya da tüm şehre hakim bir tepe.
Elbette yeşillikler içinde.
En kısa zamanda ‘rezidans’ yapmaya uygun.
Yoksulların yaşadığı bir bölge olacak söylememe gerek mi var?
Tam da seçimler yaklaşırken daha iyi bir yatırım düşünemiyorum kendi adıma.
Ama akıllılık edip apartman dikerek başlamayayım dikkat çekebilir, devamında temel atmakla başlayıp çitle çevireyim etrafını.
Yıkıcaz diyen olursa “Yıkma polis, yıkma gecekondumu, nerde uyur çocuklarım gece oldu mu?”
Bu konuda ısrarımsı bir ifade fark edersem “Çıkarım çatıya keserim çocuğumu” diyeceğim
Çocuğum mu?
Çaktırmayın, yok...
Ama bu tehditle inanın ev sahibi olamasa da bir arsa, o da olmasa koç sahibi olacağını düşünenler var haklı olarak.
Evet şimdi gidip bir yere konuyorum
5 sene sonra trilyoner oluyorum
Biri omuz verir elbet, “Yürü arkandayız” der.
Demez mi, hadi canım iddiaya bile girerim.
Yoksa bu gidişle tüm dürüst vatandaşlar gibi cezalandırılmaya devam edeceğim ya da enayi yerine konulmaya...
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2011
Türk Telekom arena açılışındayız... Stadyum tek kelimeyle mükemmel...
Maç öncesinde, ses ve efekt gösterileri, 560 kişinin çalışarak hazırladığı Galatasaray’ın sembolü olan “Aslan” konsepti görülmeye değer.
Türk Telekom Arena üzerine kurulan hegzagon ekranla, gösterilerin tamamı hem yeşil çim üzerine yapılan ekrana yansıtılıp, hem de bu ekranda gösteriliyor.
Davullar yaklaşık 2 metre çapında.
Şovun önemli bir parçası olarak saha ortasında multimedya efektlerin desteğiyle kullanılıyor.
Açılışın ilk bölümü, stat dışında yapılan havai fişek gösterileriyle sona eriyor.
İkinci bölüm, yok...
Tamamen farklı boyuta dönüşmüş bir kısım var artık...
Başbakan’ın stadyuma gelişi anons ediliyor ve bir kesim sevmedikleri başbakanı yuhalamaya başlıyor.
Başbakan taraftarın ıslıklı tepkisi nedeniyle stattan ayrılıyor, ardından bakanlar, federasyon yöneticileri, bazı kulüp başkanları ve maçın ikinci yarısı başlamadan Galatasaray Kulübü Başkanı Adnan Polat da stadı terk ediyor.
O cıvıl cıvıl muhteşem açılış bu şekilde sonuçlanıyor...
Sonrasında öğreniyoruz ki Galatasaray Başkanı Adnan Polat, açılışta yaşananlarla ilgili olarak, Galatasaray camiası adına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan özür diliyor.
Galatasaray’ın ruhu ve geleneklerinde misafir olarak sahasına gelen herkese ne kadar centilmen ve misafirperver davrandığı bilinir.
Peki bu görüntü bu spor kulübüne yakıştı mı?
Hayır.
Herkes birilerini protesto etme hakkına sahiptir.
Ama bunun doğru zamanı ve yeri yok mudur acaba?
Defalarca inşaatı durmuş, pek çok sıkıntılı süreçten geçmiş bu stadyumda başbakan hiç mi lokomotif güç olmadı?
Eline mala alıp sıva yapmasına gerek yok, “emek verdi “ demek için.
Nerede kaldı dürüstlüğümüz?
Hadi beğenmediniz diyelim, inşaata başlamadan önce neden yapılmadı bu protestolar ?
Bitmesini beklemeye gerek yoktu yani öyle değil mi?
“Biz Ali Sami Yen’de oynarız o stadı istemiyoruz” demek pek zor olmasa gerek.
Ama hem stadı alalım hem yuhalayalım mantığında samimiyet göremiyorum ben...
Olmadı diyorum, Galatasaray ruhuna ve dürüstlüğüne yakışmadı.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2011
KANUNİ’nin bir cinsel hayatı varmış gibi gösterilen diziyi izlediniz mi? Ben izlemedim ama ayıpladım elbette.
Bir de kadehte içtiği gül suyu şerbetinin içki gibi gösterilmesi hele çok talihsiz bir sahneydi.
Mahidevran’la “güya” birlikte olduktan sonra gusül almadan oturmaya devam etmesine ne diyeceksiniz peki?
İzleyenler anlattı, o da ayrı bir rezalet.
Bakalım gelecek bölümde Mahidevran mı girecek Aleksandra mı adamın odasına, yani padişahımızın tabii.
Bakın bu diziler ahlakı bozuyor, üstelik inanmayacaksınız ama bu ülkede cinsellikten hoşlanan insanlar varken böyle imalarda bulunmak genel aile yapımıza ve ahlak anlayışımıza uygun mu sizce?
Mesela padişahımız kadınları aazından öpüyor gibi geldi ki inşallah ben yanlış görmüşümdür.
Şikayet etmeye karar vermiştim ama Allah’tan izlemeyen yüzbin kişi şikayet etmiş de diziyi uyarmış RTÜK.
Gerçi diyeceksiniz ki beğenmeyen izlemez, yok efendim ben izlemiyorsam kimse izlemesin.
“Bu ülkede demokrasi var” diyeceksiniz biliyorum
Demokrasi var elbette, çok şükür -padişahımız çok yaşa- ama bir kontrol gerekmiyor mu sizce de?
Herkes benim, sizin gibi bilinçli değil ki olayları sağlıklı algılasın.
Misal bu ülkede bunca sorun varken sen tut iki hafta bu dizideki yanlışları konuşmak zorunda bırak bizi.
Akşam gelen benzin zammını, okulda çocukların 45 santimden fazla yaklaşmama yasağını, ucube heykelleri, trafik kazalarını, düşen uçakları konuşuruz tabii ama sorarım size bundan daha önemli bir mesele var mı bu memlekette yüzbinlerce kişinin aynı anda kafaya taktığı?
Bunu konuşalım biz de o halde, dünya da bunu konuşuyordur yatıp kalkıp, gülüyorlardır bu rezalete.
Hürrem hapse atıldığında taşa oturdu. Düşünün mesela o soğuk taşa oturan kadın üşütmez mi, çocuğu olmaz ki mantık hataları var işte.
Viyana kuşatmasını da Allah bilir başarısız olmuş gibi gösterirler.
Osmanlı’nın duraklama dönemine gireceğini ima ediyorlar gibi geldi ama du bakali n’olcek?
Yapmayın, yoksa Osmanlı yıkıldı mı diyeceksiniz siz de?
İşte görüyorsunuz demiştim bu diziler adamı zehirliyor, cehalet artık yüzülen bir deniz oldu, dalga dalga kapılarımızı aşındırıyor...
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2011
Öğrenci ne ister ? Eşit eğitim,
Ücretsiz eğitim,
Bilimsel eğitim,
Demokratik eğitim.
Öğrencilerin takip edecekleri ihaleleri,
Borsada hisse senetleri yoktur.
Onlar otomobil kredileriyle ilgilenmezler,
Kulis yapıp iyi bir koltuk kapmaya çalışmazlar.
Siz öğrencilerden korkarken, onlar makarnaya talim ederler.
Siz onlardan tiksinirken, onlar harç için inşaatta çalışıp, inşaat harcı kararken aşağı düşüp ölürler.
Çok şanslı olanlar kaba saba değildir. Böyle jaguarla giderler dertlerini anlatmaya, yumurtayı elden verirler, içi beni dışı eli yakar hesabı hem, hiç düşünmediniz mi acaba tüplü müdür garibanın aracı?
Ama o tabii “şüphesiz ki onlardan değildir”
Ve siz öğrencilerden nefret ederken, onlar dondurucu Ankara soğuğunda tazyikli suyla adam edilmeye çalışılırlar.
Siz öğrencileri düşman görürken, onlar risk alırlar gelecekleri pahasına ve aslında bir gelecek adına...
Adam olmazlar “Sopayı yerler boşu boşuna”
Bu yüzden de “adam” olmazlar
Onlar bu ülkenin çocuklarıdır...
Tepki verirler, eleştirirler, talep ederler, önerirler, sorgularlar, düşünürler...
Onlar başka bir ülkenin değil...
Bu ülkenin çocuklarıdır...
Beyin ölümleri gerçekleşmemiştir daha...
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2011
YENİ yılın ilk haftasında yeni yıl mesajları veren, biten yılı değerlendiren köşe yazıları klasiğinden uzak durmaya çalışsam da pek çok değerli okuyucu gönderdiği maillerde ısrarla yeni yıla dair beklentilerimi sormuş ilginç bir tesadüfle. Hemen yanıtlayayım; Yeni yılda hepinize önce ruh ve sonra beden sağlığı diliyorum. Neden mi?
Elimizdeki kaybetmeden değerini bilmeyiz ya, işte size insan bedeninin ekonomik değeri.
Bir insan vücudunun kullanabilir parçaları satıldığı zaman değeri toplam 42,5 trilyon lira ediyor. En pahalı parçamız ise kemik iliği.
Her hücrede bulunan DNA’ların gramı 1,3 milyon dolardan (1 milyon 95 bin lira) işlem görüyor. Ancak DNA’ların vücuttan çıkarılması mümkün değil.
Vücuttan alınabildiği takdirde antikorlar 7,3 milyon dolar (10 milyon 95 lira) ediyor.
Vücudun kullanılabilen en pahalı kısmı kemik iliği. Kemik iliğinin gramı 23 bin dolar (34 bin 590 bin lira). Kilosu ise 23 milyon dolar (34 milyon 590 bin lira).
Bir akciğerin fiyatı 116 bin 400 dolar (174 bin 600 lira).
Tek böbreğin fiyatı 91 bin 400 dolar. (136 bin 500 lira).
Kalp 57 bin dolara (85 bin 500 lira).
Kadınların yumurtalık hücresinin tanesini 7 bin dolar (10 milyon 500 bin lira) erkeklerin sperm hücresinin fiyatı ise 77 dolar(115 bin 50 lira)... (Erkekler üzgünüm sürümden kazanıyorsunuz.)
Ne olursa olsun insan denen varlığın bu kadar pahalı olabileceği aklınıza gelmiş miydi? Sanmıyorum.
Ve beyin...
Tüm bu değerli organlara komut veren beynin fiyatı belirtilmemiş ama en değerli organ olabilir mi ne dersiniz?
Tabii bu fiyatlar coğrafyaya göre farklılıklar gösterebilir.
Kimi yerde karaborsaya düşer, pahalıdır, kimi yerde çok ucuz.
Ülkemizde ise bedavadır mesela beyin.
Ya ruh?
Beyinin bedava olduğu yerde ruhunu satmayı tercih edenler çoğalır.
Peki onun değeri nedir?
Paha biçilmez bence ama yine de çok ucuza kapatılabilir.
Herkeste var olan ama sizi başkalarından ayıran en önemli iki şey...
Birine “Beş para etmez” dediğiniz zaman aslında kastettiğiniz şey ruh ve beyinden ibaret.
Satabileceği en önemli şeyi, ruhunu satmış, satabilen insanları düşündükçe ve gördükçe siz de dehşete düşüyor musunuz?
Ya da yaşadığı sefalete rağmen insanlığını kaybetmemiş, satılık olmayan ruhlar, güzel beyinlere hayran kalmıyor musunuz?
Her iki tür de kendini belli ediyor üstelik, siz bunu anlarsınız kolayca, taze ve kokmuş meyveler gibi.
Sağlıklı bir beden, düşünen beyinler ve satın alınamayacak ruhlar üzerine inşa edilmiş bir toplum diliyorum yeni yılda özetle.
Gerisi...
Kendiliğinden gelir.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2011
SİNAN’a dedim ki “2010’un en önemli olayı neydi sence?“ Sinan, yaslandığı kayada postallarına hijyenik pedi yerleştirirken durdu birden, düşündü
“Basketbolda Amerika’dan sonra ikinci olduk ya oğlum, ölsem gözüm arkada kalmaz”
Devam etti Sinan pedi yerleştirmeye, “Ha bir de Kenan Sofuoğlu birinci oldu”
Sinan’ın postallara baktım... “Ben bir faydasını göremedim, yine çok terliyor ayağım uğraşma” dedim.
“Olsun oğlum, hiç olmazsa daha çok yol yürüyorsun”
Diğer pedi aldı eline “Sence ne” dedi “2010’da en önemli şey?“
“Beni boşver de, anama göre Aşk-ı Memnu’nun bitmesi herhalde, bir de Esma’nın mezun olması“
Güldü Sinan, “Haklı kadın, bir an önce işe girmesi lazım kızın... Ama bak İsrail yardım gemilerine saldırdı ya oğlum, neredeyse savaş çıkıyordu, bizi de gönderirlerdi o zaman kesin”
Gece 3- 5 nöbetini tutacak bu Sinan.
Yaktım kola kutusunda bir sigara... Karanlıkta parlayan yıldızlara baktım, bu mevsimde 2-3 ay kapanan tepelere karşıya...
Ya Çerçele ya Leylek Dağı’ndan ya da her ikisinden birden gelirler... - Bu gece gelmesinler, bu gece yeni yıl-
Sinan kendi kendine devam etti konuşmaya..
“Fener tarihe geçti, bak unuttum onu. Şampiyonluk kutladılar iki dakikalığına, timsah yürüyüşü falan... Bu 2010’u da aşar, referandum var sonra... Dün gibi kardeşim beee. Zaman su gibi geçiyor...
Ama şu Julian var ya, helal olsun diyorum milleti birbirine kattı. Wikileaks diye bir şey çıkardı, sonra buhar oldu ortadan sanki...”
Hangi delikten ne çıkacağı belli olmaz tepelere baktım. “Belki burada saklanıyordur” dedim
Gülüştük... Nefesimiz havayı ısıttı sanki...
“O değil de bu gece burayı basarlarsa 2011’in ilk konuşulanı biz oluruz herhalde”
“Basılmazsa “
“Basılmazsa kimsenin aklına gelmeyiz merak etme”
Palaskamı kavradım... M2 Browningimi kontrol ettim değişim öncesinde... Kalktım yürümeye başladım, uyuşmuş bacaklarım hareketsiz durmaktan...
Sinan kalkmamışım gibi kendi kendine 2010’un olaylarını anlatmaya devam ediyor...
Uzaktan geçen kurt sürüsünü fark ediyorum, ışıl ışıl parlıyor gözleri geçerken...
Burada öğrendiğim bir şey varsa o da sürekli tetikte olmak... Sürekli... Gözlerim ağırlaşıyor, kapanıyor.
Pim- çek- bomba-at diyorum kendi kendime... pim-çek- bomba-at
Pim-çek-bom-ba-at
Uykum kaçıyor, yürüyorum... Ne kadar zaman geçiyor bilmiyorum...
Kurt sürüsü çok daha yakınımdan geçiyor şimdi... Görüyorum.
Sinan’ın nöbetinde yaklaşırlar mı yoksa, yanından geçerler mi ?
Yanına yürüyorum hızlıca...
Gece 3-5 nöbetini tutacak bu Sinan.
2010 çoktan bitti
Nöbet değişim saati yaklaşıyor...
Yolumu şaşırıyorum karanlıkta...
Fenerle arıyorum Sinan’ı, diğer uyuyanlara bakıyorum...
Bulamıyorum...
Sinan’ın postalları orada öylece duruyor... Kayalıkta O’nu bıraktığım yerde...
Boğazım düğümleniyor...
Uyuyanların yüzüne tutuyorum feneri...
Sinan yok..
“Kusura bakma” diyorum.. “Sinan sandım...”
Tek tek geziyorum uyuyanların içinde...
Kenarda yatan askere tutuyorum bu kez...
Küfrediyor “Senin” diyor... “Gözümün içine soktun ışığı..”
Sinan’dan küfür duyduğuma çok memnun oluyorum, çok... ”Sinan be” diyorum..
“Sinan benim için 2011’ in en önemli olayı ne biliyor musun ?”
Ters ters bakıyor
“Ne ulan?”
“Postallarından sonra seni görmüş olmam...”
Yazının Devamını Oku