14 Mart 2011
DÜN ilk defa çok kalabalık bir grup, hapisteki bütün gazeteciler için yürüdü. Bu ülkenin gazetecileri çok eski zamanlardan beri cezaevlerini bilirler. Tutuklamalar yeni bir şey değil. Kimi, “Kürt” sorunuyla ilgili yayın yapan gazetelerde çalışan meslektaşlarımızdı, kimi de “merkez” in sağ ya da solunda olanlar.
Gazeteleri toplanır, haklarında onlarca yıla varan cezalar kesilirdi ama kimsenin kılı kıpırdamazdı.
Yaftalar yapıştırılır ve gazeteciler kendi kaderlerine terk edilirlerdi. Terör örgütü dediğiniz zaman akan sular dururdu. Türklük, kutsal değerler gibi tabulaştırılmış gerekçelerle gazeteciler kolayca susturulurdu.
Bugün de farklı değil.
Son örnek Ertuğrul Mavioğlu’nun Kandil röportajı. Radikal Gazetesi’nde yayınlanan ve başarılı bir gazetecilik örnegi olan haberleri nedeniyle Mavioğlu hakkında terörle mücadele maddelerinden dava açıldı.
Ama artık durum farklı. Basın ve ifade özgürlüğüne yönelik baskılar, gazetecileri birbirlerini daha iyi anlayıp desteklemeye yöneltti.
Herkes, hangi görüşten olursa olsun basın özgürlüğünü ihlal eden zihniyet ve yasaların hedefi olabileceğini de fark etti.
Dün bu yüzden İstanbul’da basın özürlüğü için büyük bir kalabalık bir araya geldi.
SADECE gazeteciler değil, düşünce, ifade, basın ve araştırma özgürlüğü için üniversitelerden de sesler yükseliyor. Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Kadrosu adına 174 imzalı bir açıklama yayınlandı Perşembe günü.
“Düşünme, araştırma, fikir üretme ve fikirleri sözlü, yazılı ifade etme insan haklarının temellerindendir” denen açıklama şöyle devam ediyor: “Bu temel hakları kullanmanın cesaret gerektirdiğine ve hukukun bu hakları korumadığına dair son zamanlarda giderek artan kaygıları paylaştığımızı kamuoyunun bilgisine sunarız.”
ODTÜ Senatosu da, “Özgür basının ve özerk üniversitenin olmadığı, hukuk sisteminin çağdaş evrensel normlara uygun çalışmadığı bir düzenin demokrasi olmaktan çıkacağı endişesini kamuoyuyla paylaşırız” diyen bir açıklama yaptı.
Benzer bir açıklama da Avrupa’da politika yapan Türkiye kökenli siyasetçilerden geldi. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yerel ya da ulusal meclislerde görev yapan siyasetçiler, Türkiye’de basın özgürlüğünün ciddi tehlike altında olduğunu söyleyerek Avrupa parlamentolarını, insan hakları kuruluşlarını ve tüm basın örgütlerini dayanışmaya çağırıyoruz” dediler.
Bu çağrıları hafife almak da var ciddi biçimde değerlendirip demokratik tepki vermek de. İzleyeceğiz.
BU yürüyüşte dikkatimi başka bir şey daha çekti. Çevremizde polis yoktu. En azından gazeteciler yürüyüşlerini bitirinceye kadar kimse müdahale etmedi, özgürce isteklerimizi dile getirebildik.
Şimdi sıra bu sesin, hükümet tarafından ciddiye alınarak basın özgürlüğünü engelleyen bütün maddelerin yasalardan ayıklanmasına geldi.
Sıra hapisteki bütün gazetecilerin serbest bırakılmalarına geldi.
Sıra, ifade ve basın özgürlüğüne siyasi desteğin güçlü bir biçimde açıklanmasına geldi
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2011
BASIN Özgürlüğü, AKP Hükümeti’nin yumuşak karnı haline geldi. Bu konuda ağzını açan en sert biçimde susturuluyor. Son hedef Avrupa Parlamentosu oldu.
Bu rapor AKP Hükümeti’ni neden bu kadar kızdırdı anlamıyorum.
Çünkü son iki seneden beri böyle bir raporun geleceği belliydi, üstelik durumda olumluya giden hiçbir değişiklik de olmadı.
Kendisi Baş Müzakerecilik görevine geldikten sonra İlerleme Raporları’nın hepsine genelde olumlu yaklaşan Egemen Bağış bile bu kez raporu beğenmedi.
Avrupa Parlamentosu ile Komisyon’un hazırladığı raporların karıştırıldığını, AP raporunun değeri olmadığını söyledi.
“Her zaman dengesiz raporlar yayınladılar. Gerçekleri ihtiva
etmek için hazırlanan bir rapor değildir...” dedi.
* * *
MADEM öyle, Komisyon’un hazırladığı 2010 AB İlerleme Raporu’nun basın özgürlüğü ile ilgili söylediklerine bakalım.
- ”Türkiye’de hâlâ çok yüksek sayıda basın özgürlüğü ihlalleriyle ilgili dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne gitmektedir.”
- “Hakaret hâlâ ceza suçudur. TCK 125 madde bu suç için hapis ya da yüksek para cezası öngörmektedir.”
- “TCK, Basın Yasası ve Terörle Mücadele Yasası’nın bazı maddeleri basın özgürlüğünü kısıtlıyor.”
- “Ergenekon ile ilgili haber yapan gazetecilere açılan davaların sayısı endişe vericidir”. “Kürt meselesiyle ilgili yazı yazan ya da Kürtçe yayın yapan gazetelere baskı arttı”. “Basına yönelik siyasi baskılar nedeniyle basın özgürlüğü konusunda kaygılıyız.”
- İnternet yasakları endişe uyandırıyor.”
- ”Gazetecilere açılan çok sayıda dava basın özgürlüğünü tehdit ediyor.”; “Türkiye’de yasalar basın özgürlüğünü teminat altına almıyor.”
Pekiyi Bağış, geçen yılkı Komisyon raporunu nasıl değerlendirmiş?
“Bu zamana kadar yayınlanan 13 rapor arasında en olumlu ve teşvik edici olanı.” “Geçen yıl da 2009 AB İlerleme raporu en olumlu rapordur dedim. 2010 raporuyla da aynı şeyleri söylemekten mutluluk duyuyorum.” “Artık burnumuza AB üyeliği kokuları gelmeye başlamıştır.”
* * *
BAĞIŞ’ın, “Üyelik kokusu” aldığı raporda basın özgürlüğüne ilişkin söylenenler ile, “dengesiz” diye nitelediği raporda basın özgürlüğüne ilişkin saptamalar arasında ne fark var?
Ben söyleyeyim, geçen yıl hazırlanan Komisyon Raporu’nda Nedim Şener ve Ahmet Şık yoktu.
Böyle giderse bu yıl Komisyon raporunda onlar da olur.
Bu basın özürlüğüne ilişkin maddeler. Bağış’ın beğendiği geçen yılki raporda Ergenekon davasıyla ve tutukluluk sürelerinin uzamasıyla ilgili de sert eleştiriler vardı.
Parlamento raporunda yine var.
Baş Müzakerecilik, Avrupa kulislerinde ve Türkiye kamuoyunda hükümet propagandası yapmak değildir. Avrupa’ya uyum süreciyle ilgili içerde karşılaşılan sorunları yansıtmak, Türkiye’de de bu konuda adım atılmasını sağlamaktır.
Ayrıca bir şey daha merak ediyorum, bu raporda gerçeklerle örtüşmeyen bir tek şey vardı. O da Kıbrıs. Üstelik raporun en sert kısmı. Hem askerleri çekin diyorlar, hem de ilk kez Maraş’ın geri verilmesi AB raporuna dahil ediliyordu. Neden buna kimse kızmadı? Eleştirmedi? Tartışmadı?
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2011
ÇARŞAMBA günü Beşiktaş Adliyesi’nde bir haber yargılandı. Sanık sandalyesinde oturan iki yazıişleri müdürünün şahsında, hakim karşısındaydı haber.
Duruşmayı ben de izledim.
Haber, Ergenekon iddianamesinin hazırlanmasından sonra, ama dava başlamadan hemen önce çekilen bir resimle ilgiliydi.
Yayınlandığı tarihten bir yıl önce, Eylül 2008 yılında çekilen resim, İstanbul İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından verilen ve Ergenekon davasıyla ilgili soruşturmayı yürüten istihbaratçı polisler ile davanın savcı ve hakimlerini bir araya getiren bir iftar yemeği ile ilgiliydi.
Duruşmalar başlamadan hemen önce düzenlendiği anlaşılan bu yemekle ilgili haberlerde, soruşturmayı yürütenlerle, iddia makamı ve kararı verecek olanları bir araya getiren yemeğin, davanın tarafsızlığına gölge düşürüp düşürmeyeceği sorgulanıyordu.
İşte bu haber yüzünden iki sorumlu yazıişleri müdürü yargılanıyorlar. Biri haber ve resmin yayınlandığı OdaTV Yazıişleri Müdürü Barış Terkoğlu -ki şu anda Ergenekon davası ile ilişkili olarak tutuklu- diğeri de Cumhuriyet Gazetesi Sorumlu Yazıişleri Müdürü Güray Tekinöz.
İddianamede, konunun haber değeri taşıdığı kabul edilse de “kamuoyunda sıklıkla gündeme gelen ve farklı toplum kesimlerince değişik şekillerde algılanan soruşturma sürecine gölge düşürmeye, bu şekilde kamuoyunun oldukça hassas olduğu soruşturmaya karşı ajite edilmeye çalışıldığı” ileri sürülüyor.
Bu kararda internet sitesinde yer alan okuyucu yorumlarının da etkili olduğu anlaşılıyor.
BASIN özgürlüğü konusundaki ısrarımız işte bu yüzden. Türkiye’de, hangi niyetle olursa olsun, gazetecilerin hiçbir endişe taşımadan mesleklerini yapabildikleri basın özgürlüğü ortamı talebimiz, bu davada gizli.
Geldiğimiz duruma bakın.
Eğer bu haberler zamanında dava konusu edilmeyip, ciddi biçimde değerlendirilseydi, eleştiriler mimlenmeyip dikkate alınsaydı, bugün belki de darbe ve komploların iç yüzünü konuşmaya başlamış olacaktık. “Türkiye ilk kez bu tip bir dava ile karşı karşıya, hatalar yapılabilir, kurunun yanında yaş da yanabilir” yaklaşımı yerine, kamu vicdanını rahatsız eden ters görüntülere meydan vermeyen bir titizlik baştan beri esas alınabilseydi, üç yıl içinde daha sağlıklı bir noktaya ulaşabilirdik.
Siyasi bir dava sürecinde soruşturma, iddia ve karar mercilerinin verecekleri resimlere dikkat etmek zorunda olduklarını hatırlatmak neden “yasak” olsun?
Kaldı ki, biz Susurluk dönemlerinde de bazı resimli haberler yapmadık mı?
Kötü mü oldu?
Haberlerin, yazıların kelepçelenmesi, gazetecilerin susturulmasından en çok yine toplum zarar görür.
Habere haber ile yanıt vermek varken, haberleri ve onları yayınlayanları kelepçelemek niye?
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2011
DOĞU Bloku dağılırken, milyonlarca Sosyalist ülke halkını harekete geçiren en somut olay Berlin Duvarı’nın yıkılmasıydı. Aynı sokakta bir kaldırımdan diğerine geçmek uğruna ölümü göze almak zorunda olan insanlar bir gece, aniden ölüme meydan okuma kararı aldılar.
Korku eşiğini atladılar. Hiçbir örgüt böyle bir dalgayı yükseltemezdi.
ARAP halkları, 20’inci yüzyılın en gaddar, en hava geçirmez, en yasakçı diktatörlerine baş kaldırarak meydanlara indiler. Oysa, o tek adamların saraylarının önünden geçerken başlarını kaldırıp pencerelerine bile bakmak belalıydı çoğu ülkede. Sorgusuz sualsiz hapislere atılırlar, hayatları karartılırdı. Ama bir gün, Tunus’ta işportacılık bile yapmasına izin verilmeyen üniversiteli bir genç kendisini yaktı. O kıvılcım bir ateş topu gibi yayıldı Ortadoğu halkları bir gecede meydana okuma kararı aldılar korku eşiğini atladılar.
NEDİM Şener ve Ahmet Şık dün sabaha kadar süren sorgulamalarından sonra tutuklandılar. Bu kadarı fazla. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahi, gelişmeler karşısında rahatsızlığını dile getiriyor. Türkiye’de ilk kez, basın özgürlüğünün, halkın haber alma hakkı, gerçeği öğrenme hakkı olduğunu fark ediyor kamuoyu. Gelinen nokta, muhalif seslere karşı olma noktasını da aştı. Halkın gerçeği öğrenme hakkı tehdit altında. Adalet steril bir şey olamaz. Halkın vicdanı rahat değilse, hak da yerini bulmaz.
Her konuşanı susturulduğu bir ülkede haktan, hukuktan, adaletten söz etmek mümkün mü? İsmail Beşikçi önceki gün, bir hukuk dergisine yazdığı makale yüzünden 15 ay hapis cezasına çarptırıldı. 72 yaşında bir aydın, Kandil’i Q harfi ile yazdığı için; terörist değil de PKK militanlarına “gerilla” dediği için bu cezaya laik görüldü. Beşikçi’nin bir duruşmasını izlemiştim, suçu yazdığı makalede, “Dünyanın hemen tüm halkları BM’de temsil edilirken neden Kürtler temsil edilmiyor?” sorusuna yanıt aramaktı.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2011
AKILLAR karıştı.
Ergenekon süreci ile Türkiye’de derin devletin, faili meçhullerin, kendilerini yasalardan da, halktan da üstün gören karanlık çetelerin ortaya çıkacağı konusundaki inanç gittikçe zayıflıyor.
Davayı, önceden tasarlanmış bir plana göre, yok asker, yok sivil, yok medya ayağı gibi çeşitli ayaklara ayıran bir şablon yapıldı. Sonra da o şablona uygun bir teşkilatlanma arayışı peşine düşüldüğü için akıllar karışıyor.
Üzerine gidilip sonuçlandırılacak somut olay mı yoktu?
Tam 29 yıl önce eski Başbakan Ecevit, kontrgerilladan söz etmemiş miydi?
Susurluk ve Güneydoğu’daki faili meçhullerle bağlantılı ipuçları ortada değil mi?
28 Şubat? Darbe planları?
Hrant Dink cinayeti? Santoro?
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2011
DÜN sabah Türkiye yine gazetecilere yönelik bir tutuklama dalgasıyla uyandı. Artık tutuklamalar şaşırtmıyor. Çünkü isimler önceden belli oluyor. Hatta dün sabah STV’de genç muhabir arkadaş evleri aranan gazetecileri sayarken, listede olmayan bir meslektaşımızın adını da defalarca tekrarladı. Belli ki beklenti listeleri raflarda hazır bekliyor. Hatta yerel medyanın kulağına fısıldananların olduğunu da duyuyoruz. “Aman dikkat et” nasihatleriyle başlıyor süreç.
Ve bu beklentiler birinde olmazsa, diğer gazetecileri tutuklama dalgasında mutlaka gerçekleşiyor. Nedim Şener, “sırada” olduğu mesajlarını önceden almıştı. Bunlara yazılarında açıkça yer verdi. Yargıya bu durumu duyurdu. İşte bu nedenle, “sürmekte olan bir dava sürecinin sonuçlarını bekleyelim” açıklamaları artık değer taşımıyor. Kaldı ki, dünyanın her yerinde muhalif basını susturmanın gerekçeleri çok farklı değil. Ya rejimi yıkmak ya da hükümeti devirmek.
Dünkü operasyonda, son yirmi yılda derin devlet örgütlenmesiyle ilgili çok ciddi gazetecilik kitapları yayınlayan araştırmacı gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık da bulunuyor. Onların, derin devlete karşı olduğu iddia edilen Ergenekon davasından gözaltına alınmalarını açıklayacak hiçbir makul gerekçe olamaz. Nedim Şener, Hrant Dink Cinayeti’nin devletin bilgisi dahilinde gerçekleşmiş olduğunu, ihmal zincirinin aktörlerini ortaya çıkartan çalışmalar yaptı. Önce inkar edilen bu iddialar sonra teker teker ispatlandı. Ahmet Şık ise derin devlet konusunda çok ciddi çalışmalar yaptı, karanlık ilişkilere ışık tuttu.
60 KAHRAMAN
Uluslararası Basın Enstitüsü, kuruluşunun 60. yıl dönümü nedeniyle, bugüne kadar seçtiği 50 basın kahramanına geçen yıl, 10 gazeteciyi daha ekledi. Uluslararası bir jüri tarafından seçilen on üye arasında Nedim Şener de, daha önceki yılarda listeye giren iki Türk gazeteci arasında yerini aldı. Abdi İpekçi ve Hrant Dink. IPI uluslararası jüri başkanı Güney Afrika Report Gazetesi’nin editörü Raymond Louw, altmış basın kahramanının yer aldığı kitabın önsözünde basın kahramanı kriterlerini şöyle sıralıyor.
-Zor koşullar altında bağımsız haber, düşünce ve görüşlerini açıklayarak basın özgürlüğüne katkıda bulunanlar; basın özgürlüğü uğruna gözaltı ve hapis cezaları riskini kabul edenler, kendilerine ve ailelerine yönelik tehditlere hedef olanlar.
-Haberleri ya da düşüncelerini açıkladıkları için öldürülen gazeteciler.
-Kendi ülkelerinde basın özgürlüğünü savunmak uğruna işlerini ya da şöhretlerini tehlikeye atan basın özgürlüğü savunucuları.
İşte Nedim Şener, tehdit ve yıldırmalara rağmen Hrant Dink cinayetindeki gerçekleri ortaya çıkartmak için, tehditlere rağmen yaptığı araştırmacı gazetecilik nedeniyle basın kahramanları listesine girdi. Bu listedeki isimlerin bir kısmı ülkelerindeki baskıcı rejimlere karşı çıktıkları için canlarından olan gazeteciler. Zaten bu yüzden listeye uluslar arası basın çevrelerinde “Gazeteciler Panteonu” deniyor.
Bu Panteon’da dolaşınca dünyanın her yerinde gazetecilerin susturulma yöntemlerinin birbirine benzediğini görüyorsunuz. Beş kıtadan altmış gazetecinin birçoğu devlet ya da mafya tarafından öldürülerek susturulmuş, diğerlerinin sesi de cezaevi duvarlarının arkasında boğulmak istenmiş. İster askeri rejimler, ister komünist ya da tek adam yönetimleri olsun onların da susturulma gerekçeleri birbirine benziyor: “Hükümeti devirmek için kurulan gizli örgüt üyeliği”.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2011
ABD Başkanı Obama, “Kaddafi gitmelidir” dedi. Almanya’nın Başbakanı Merkel de aynı şeyi söyledi. Fransa Devlet Başkanı Sarkozy de.
Yakın dostlarından olan İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi de “Kaddafi meşruiyetini kaybetmiştir” dedi.
Mısır’da Hüsnü Mübarek’i koltuğunu terk etmeye çağıran ilk ses Türkiye’dendi.
Mübarek’e “cesaretli bir adım at” önerisin yapan Başbakan Erdoğan Libya’da, “Modern dünyayı insanlık şıkkını işaretlemeye çağırıyorum” sözleriyle Kaddafi’ye yaptırımlara karşı çıktı.
LİBYA’daki ölü sayısı bilinmiyor.
Kimine göre iki bin, kimine göre on bin. Sayıların önemi yok, tek kişi bile hak arama mücadelesinde öldürülmüş olsa, o yönetimin üzerine gölge düşer.
Kaddafi’nin tartışılacak bir yanı zaten yok. Kendisini her şeye kadir, halkı ise bir hiç olarak gören yirminci yüzyıl diktatörü o.
Başbakan Tayyip Edoğan, cumartesi günü İstanbul Boğazı Karayolu tüp geçiş projesinin temel atma töreninde yaptığı konuşmada hiç beklemediğim bir çıkış yaptı. Yaptırımlara sert bir üslupla karşı çıktı.
“Biz birileri gibi Libya’ya baktığında petrol rezervleri görenlerden olmadık” dedi? “Her olayda yaptırıma gidelim dediğiniz zaman dünya barışını sağlayamazsınız” yorumun getirdi?
Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin oy birliği ile Kaddafi’ye karşı aldığı yaptırım kararlarını dünya barışına zararlı mı buluyor?
Ama yaptırım kararını isteyenlerin başında Libya’nın BM’deki temsilciliği geliyordu. “Lütfen yardım edin diyen yalvarışlarını dünya izledi.
Bu talepte, ya da Kaddafi’nin Batı’daki ülke dışındaki varlıklarının dondurulmasında, o ve çevresindekilerin ülkeden kaçmalarının engellenmesinde, işledikleri suçların hesabını vermek üzere uluslararası Ceza Mahkemesi’ne çıkartılmalarında nasıl bir “petrol hesabı” olabilir?
TÜRKİYE binlerce vatandaşını Libya’dan sağ salim çıkartmak için büyük ve başarılı bir tahliye operasyonu gerçekleştiriyor.
Bu durumun ne kadar kritik olduğu ortada. Türkiye Hükümeti’nin de bu gerçeği dikkate alarak davranmasında anlaşılmayacak bir şey yok.
Başbakan, “Libya’da kuru kabadayılığın anlamı yok” derken herhalde bunu kast ediyor.
Ama bir şeyin yanında görünmemek mutlaka ona karşı olmayı gerektirir mi?
En yakınındaki önemli isimlerin bile onu terk ettiği bir noktada, Kaddafi’yi yaptırımlardan koruma gayreti neden?
Libya halkının esas meselesi bugün “yaptırımlar” değil. Aksine Kaddafi Yönetimi’nden kurtulmak için uluslararası toplumun daha etkili desteğini bekliyor Libyalı.
Muhalefet, yaptırımları yeterli bulmadığını açıkladı, “Trablus’a destek verebilmemiz için Libya üzerinde Kaddafi’ye uçuş yasağı da bekliyorduk” diye açıkça dile getirdiler.
Yoksa onlar da sadece petrol hesabı peşindeler mi? Öyle olsa bile bu onların en tabii hakkı değil mi? 40 yıldan beri ülkesini şahsi malı gibi idare eden, ülke zenginliklerini daha fazla komisyon verene peşkeş çeken, rüşvet alan ve rüşvet dağıtan bir yönetime karşı, halkın ülke kaynaklarına el koyma talebi meşru değil mi?
Mısır’da, Mübarek’e git diyen ilk kişi olan Başbakan Erdoğan’ın Libya’ya yaptırımlar tartışıldığında, Kaddafi’yi durdurmak isteyenleri “çifte standartla” suçlamasını anlamak mümkün değil.
Eğer bu şahsi bir tutum ise kimseyi ilgilendirmez ama eğer bu, Türkiye’nin Kaddafi ile ilgili pozisyonu ise o zaman durum farklı.
Kuru kabadaylığa yer yok ama halkını öldürtmek için Afrika’dan adam kiralayan ve hiçbir meşruiyeti kalmamış olan bir diktatöre karşı Türkiye’nin bu kadar nazik davranması şart mı?
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2011
BİR yandan “en az üç çocuk” diyeceksiniz, öte yandan o çocukların elmalarını, tüysüz şeftalilerini, zeytinlerini, havalarını ve sularını, bir avuç altın uğruna ellerinden alacaksınız. Bu ne yaman çelişkidir, ne yaman düşüncesizlik!
Kazdağları’nda 34 altın arama ve çıkartma izni verildi. Hem de Homeros’un binlerce yıl öncesinden, “sıcak ve soğuk iki kaynak yan yana topağın yüzüne çıkar” tarifine tıpa tıp uyduğuna yıllar önce tanıklık ettiğim Ayazma yakınlarına bile.
Bilinçsiz bir dinamitleme sonucu sıcak su kaynağını kesilmişti ama alabalıklar hep oradaydı. Tarihin ilk güzellik yarışmasının yapıldığı yer Ayazma’nın soğuk sularında
Truva Kralı’nın oğlu Paris’in elindeki elmayı, üç tanrı arasından aşk tanrısı Afrodit’e vermesiyle başlar “Batı”nın “Doğu” ile savaşı mitolojide.
İşte o bölge ve Paris’in elindeki o elma tehdit altında.
“Bayramiç yılda 120-150 bin ton elma üretiyor. Türkiye üretiminin yüzde 5’i bizden gidiyor” diyor Bayramiç Ziraat Odası Başkanı İsmail Pehlivan.
O kadar değil. Dünyada sadece Bayramiç’te yetişen tüysüz beyaz şeftali de tehdit altında.
Kiraz da. Bayramiç kirazı Avrupa pazarında, elması İran’da makbul.
Sadece elma, kiraz şeftali mi? Ya zeytinler? Dünyanın en kaliteli zeytinini yetiştiren Kuzey Ege toprakları zehirlenirse, iddialı biçimde dünya pazarlarını zorlayan bir sektör de darbe yiyecek.
* * *
ŞİMDİ ne olacak?
“Bu izinlerin çıkması bile bizim markamıza gölge düşürüyor” İsmail Pehlivan soruyor, “Siz siyanürle altın çıkartılacağını duyduğunuz toprakların ne kadar uzağında olursa olsun o bölgenin ürününe itibar eder misiniz” diyor.
Sadece Bayramiç yakınlarında altı şantiye işe başlamış bile.
Çanakkale’de ziraat odaları gibi çevre örgütleri de bu izinlere karşı çıkıyorlar.
Ne yazık ki, geçen yıllarda bazıları bu konuyu siyasi amaçlarına alet etmeye kalkıştılar. Hükümete karşı içi boş muhalefet için kullandılar. Halkın sağlığıyla, çevrenin geleceğiyle ilgili hassas konuların siyasete alet edilmesi, şirketlerin eline fırsat verdi. Siyasetle karışan kafalar daha rahat karıştırılabildi.
Her türlü siyasi kimliği bir kenara bırakarak Kazdağları’na sahip çıkılmalı. Bunu ben söylemiyorum, bölge insanları söylüyor.
* * *
BU konuda daha önce de yazdım ve okuyucularımdan çok mesaj aldım. Büyük bir duyarlıkla karşılaştım. 77 yaşında olduğunu söyleyen bir tıp doktoru okuyucum, Balıkesir Balya Karaydın Madenleri’nin hikayesini anlatmış. Cenevizlilerin ardından Fransızların 1940’a kadar işlettiği maden şimdi terk edilmiş vaziyette. “Ben o yörenin şanssız çocuğuyum” diyen okuyucum, altmış yıl önceden kalan maden atıklarının hâlâ derelere ulaştığını, yağmurlardan sonra balık tutmanın yasaklandığını anlatıyor ve “Küçücük bir ilçede, neden kullanılıp kapatılmış beş adet mezarlık olduğunu doktor olduktan sonra anlayabildim” diyor.
Bugünlerde bazı yetkililerin Çanakkale’ye giderek halka, “altın arıtmada kullanılacak siyanür o kadar az ki, zararı bir sigara kadar” dediklerini duyuyorum.
Sıradan bir kaynağa, Wikipedia’ya baktım, “Altın arıtmada kullanılan en küçük miktardaki siyanür bile, insan ve çevre sağlığı için çok zararlıdır” diyor.
Bu arada, bazı okuyucularım, hem altına karşı yazdığımı hem de altın kolyeli resmimi sayfaya koyduğumu söyleyerek eleştirdiler. Katılıyorum insan düşündüğü gibi yaşamalı! Tutarlılık ısrarınızı saygı ve sevinçle karşılıyorum sevgili okuyucularım. İçiniz rahat etsin o kolye altın değil.
Haklısınız, doğduğumuz toprakların bize sunduğu mücevherler, bir elma, bir şeftali, temiz bir bardak su bizim en değerli hazinelerimiz. O yüzden ben de Kazdağları’nın altınını değil elmasını paha biçilmez buluyorum.
Yazının Devamını Oku