Ferai Tınç

Anayasa tartışması

10 Aralık 2007
BİRBİRİ ile ilgili iki gelişmeden söz edeceğim. Anayasa hazırlıkları ve Malatya davası.

Önce Malatya davasından başlayayım. Dava dosyalarının yeniden incelenmesi için Hükümet müfettiş görevlendirdi, Malatya Cumhuriyet Başsavcılığı dosyaları geri istedi.

İncelemeler kapanmışken, dava dosyası mahkemeye intikal etmişken ne oldu da "Biz bu olaya yeniden bir bakalım" dendi?

Şu oldu, konularında uzman muhabir arkadaşların gayretleri sonucu yeni bilgiler basına yansıdı.

Sonra ne oldu? Bir yandan bu bilgiler ışığında görüldü ki soruşturmada eksikler var ve incelemenin derinleştirilmesi lazım.

Ama öte yandan bu bilgileri veren gazeteciler hakkında soruştuma başlatıldı. Çünkü onlar, Malatya katliamı zanlılarından birinin mesajlaştığı telefon hattının bir savcının üzerine kayıtlı olduğunu ortaya çıkarttılar. Arkadaşlar haberi yapmadan önce kendisiyle de konuşmuşlar o da bu hattı bir yakınının kullandığını söylemiş. Haberde bu unsur da yer alıyordu.

Bu, Malatya katliamı gibi karmaşık, kritik, şeffaf olmayan olayların aydınlanması için gerekli olan iyi bir gazetecilik örneği. Ama gelin görün ki böyle bir habercilik yapabilmenin önünde ciddi engeller, hatta hapis tehditleri var. Üstelik bu engeller yeni ceza yasası ile kaldırılacağına daha da ağırlaştırılmış durumda.

Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğünün önündeki tek engel 301 değil. Yeni anayasa, ifade ve basın özgürlüğünün önündeki tüm engellere karşı anayasal güvencenin sağlanması için çok iyi bir fırsat olabilir.

Ama ne yazık ki dün araştırdım, TOBB’un düzenlediği anayasa tartışma platformuna Gazeteciler Cemiyeti de, Basın Konseyi de davetli değildi. Daha doğrusu basın meslek kuruluşu olarak onlar bile davet edilmediler demek daha doğru olur.

* * *

TOBB
’un girişimi demokratik ve önemli bir adım. Ama arama toplantılarına bir kaç kez katıldığım için katılımın nasıl düzenlendiği ve çıkacak sonucun nasıl açıklanacağı önemli. Sivil toplumun görüşü şudur mu denecek?

O zaman sivil toplum kuruluşlarının temsili çok önemli. Gördüğüm kadarıyla bu olmadı.

İkinci nokta ise davetiye bazı sivil toplum örgütlerine kurumsal olarak yapılırken, bazı davetiyeler isme gitti. Ve çalışma yöntemi olarak, herkesten kendi "şahsi" görüşlerini belirtmesi istendi.

Bu yöntemle ancak bir kuruluşun görüşü belirlenebilir. Buna "sivil toplum" uzlaşması denebilir mi?

TOBB’un sonuç metni anayasanın hazırlanmasında esas alınır ve bu yeterli görülürse bir uzlaşma anayasası hazırlandığı mı söylenecek?

* * *

TOBB
önemli bir sivil toplum temsilcisi ama bu çalışma her şeyin sonu olamaz. Çeşitli sivil toplum örgütlerinin anayasa ile ilgili çalışmaları devam edecek. Her görüş, yeni bir tartışma ile derinleşecek.

200’den fazla kadın örgütünün oluşturduğu Anayasal Kadın Platformu itiraz ve önerilerini açıkça dile getirdi.

Benim bildiğim bir başka "uzlaşma" çalışması daha hızla ilerliyor. İstanbul’da Marmara Vakfı, Arı Grubu ve çeşitli meslek örgüteri gibi farklı görüşteki 50’ye yakın sivil toplum örgütü Anayasal Uzlaşma Platformu çatısı altında bir araya geldiler ve önerilerini hazırlıyorlar. Platform’un sözcüsü Müjgan Suver, geniş katılımlı bir uzlaşma sağlamak için farklı görüşteki sivil toplum örgütlerine açık olan platformun çalışmalarının sürdüğünü söylüyor.

Evet TOBB çok önemli bir çalışma yaptı. Anayasa tartışmasına büyük katkı sağladı. Ama bu sivil toplumun işinin burada bittiği, tartışmaların noktalanması gerektiği demek değildir.

Yeni anayasamız gerçek bir toplumsal uzlaşma metni olacaksa tabii.
Yazının Devamını Oku

Şiddet olmasa satmaz mı?

9 Aralık 2007
KAMPANYALAR çözüm mü demek? Yani, aile içi şiddet kampanyası başlayalı üç yıl olduysa neden kadınlar hálá şiddet görüyor? Neden çocuklar dayak yiyor? Neden kavgalar, bağrışmalar, hakaretler sürüyor?

Yoksa kampanya mampanya bunlar fasa fiso işler mi?

Sonuç yoksa, elle tutamıyor, gözle göremiyorsam sonuçları, kampanyalar bir işe yaramıyor mu?

Hayır. Kampanyalar çok işe yarıyor. Hürriyet’in aile içi şiddete son kampanyası çerçevesinde bu haftasonu düzenlenen panelleri izledikçe bu konudaki görüşüm daha da güçlendi.

Şiddetin nedenlerini tartışırken, bu yılın konusu olan medya ve şiddeti ele alırken, düne kadar tabu olan birçok konu da gündeme gelmeye başladı.

İki güçlü kadının, bu kampanyaya başlarken hissettikleri endişeyi dile getirmeleri, aile içinde kadına ve çocuğa yönelik şiddetin ne kadar dikenli bi konu olduğunu ortaya koydu.

Bu kadınlardan ilki, kadın ve aileden sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu idi.

Aile içi şiddetin bir hükümet politikası haline dönüştürülmesi için verdiği mücadelenin hiç de kolay olmadığını söylerken "başta endişeliydim" dedi.

Bu kampanyayı Hürriyet gibi büyük bir aile gazetesinin desteklemesi, öncülük etmesi ve yaygınlaştırması kararının alındığı toplantıdan sonra Hürriyet Gazetesi İcra Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı da aynı endişeyi duymuştu.

Ama şimdi her ikisi de, bu kampanyanın bir ucundan tutmuş olmanın ne kadar iyi bir karar olduğunu açıkça dile getiriyorlar.

Çünkü bu kampanyalar sayesinde, hepimizi ürküten şiddet kültürüne karşı toplumsal uyanışın adımı atılıyor.

***

BU
yıl iğneyi biraz da kendimize batırdık. Medyayı, şiddeti yayılmasında ya da engellenmesindeki rolünü etkisini, kadınların medyadaki yerini, fark yaratıp yaratmadıklarını tartıştık.

Aslında erkek meslektaşlar daha fazla sayıda katılsaydı daha iyi olacaktı ama Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun dediği gibi "onların her zaman daha önemli işleri var"dı.

Aslında katılanlar çok yararlı açılımlar getirdiler.

Konuşmacılar arasında sadece Türkiye’den değil Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan kadın gazeteciler de vardı.

Küreselleşmiş dönemde (küreselleşme demiyorum çünkü birçok alanda çoktan o süreç aşıldı) medya da küreselleşirken kurallarının, değerlerinin bundan etkilenmemesi mümkün değil.

En demokratik ülkelerden gelen gazetecilerin anlattıklarıyla gelişmekte olan ülkelerin gazetecilerinin anlattıkları birebir örtüşüyor. Abartmıyorum.

Almanya, İtalya ve İspanya’dan gelen meslektaşlar, şiddetin medyada fena halde sıradanlaştırıldığını, değil kampanya yapmak, şiddetin konu bile edilmediğini anlatıyorlar.

***

REYTİNG
artık bir dünya imparatoru. Adrenalin arttıran her yol mübah. Artık küresel medyada şiddet başrolde. İtalya bugünlerde Perugia’da arkadaşları tarafından sırf değişiklik olsun diye öldürülen genç kızı konuşuyor. Il Foglio Gazetesi dışında medya bu haberi her ayrıntısıyla ballandıra ballandıra her gün sayfalarına taşıyor, oradaki sapıklığı paylaşıyor, yaygınlaştırıyor.

Ortadoğu’da uydu kanal sayısı 300’e ulaşmış durumda sadece bir tanesinde kadın haklarıyla ilgili programlar yer alıyor. Diğerleri, güzel görünümlü, örtünmeyen genç tv yüzleri yaratmakla meşgul. Reyting patlaması yaratan dizi ise "karını nasıl aldatırsın" konusu etrafında dönen bir hikaye.

Hikaye aynı hikaye, şiddet aynı şiddet. Bir denesek diyorum, şiddete karşı çıkmayı, kadın bakış açısını daha fazla gündeme taşımayı, cinselliği sömürmekten vazgeçmeyi bir denesek o zaman daha az mı satacağız? Size soruyorum reyting velinimetleri, şiddetsiz bir medya ilginizi hiç mi çekmeyecek?
Yazının Devamını Oku

İnsani gelişmemişlik

7 Aralık 2007
BİRLEŞMİŞ Milletler’in bu yıl hazırladığı İnsani Kalkınma Raporu’nda Türkiye orta kalkınmış ülkeler arasında. 84’üncü sırada. Ermenistan, Surinam, Lübnan ayarında. Ama kişi başı gayri safi milli hasıla açısından bakıldığında dünya sıralamasında 17’nci. Pekiyi nereden çıkıyor bu 84’üncülük? Bu düşüşün sırrı ne? Çünkü bu rapora göre Türkiye, toplumsal cinsiyet eşitliğini gösteren endekste 111’ci sırada. İnsani gelişmişlik seviyemizi düşüren sır işte bu. Kadın erkek eşitliğini, ekonomik kalkınma hızımıza yakışan biçimde sağlayamıyoruz, muhafazakarlık vitesi hızımızı kesiyor.

* * *

200
’den fazla kadın örgütü, yeni anayasada kadın erkek eşitliğinin garanti edilmesi için, Anayasa Kadın Platformu şemsiyesi atında çalışıyorlar. Hafta başında kamuoyuna görüşlerini açıkladılar. Biliyorsunuz hükümetin hazırlattığı anayasa tasarısında, kadın erkek eşitliğinden değişik bir formülasyon uğruna vazgeçilmişti. Bu formül kadının aile çerçevesi içinde devlet tarafından korunması yaklaşımı ile geliştirilmişti.

Kadın hareketinin bu girişime tepkisi büyük oldu. Anayasa Kadın Platformu, pazartesi gunu düzenlediği basın toplantısında, anayasanın toplumsal uzlaşma belgesi olması gerektiğini vurguladı ve önerilerini açıkladı. En önemli nokta, kadın erkek eşitliğinin fiili olarak sağlanması için devletin özel önlemler almakla yükümlü olduğunun anayasada açıkça belirtilmesi idi.

Toplumdaki zihniyet barikatlarının aşılması için yasal önlemler aslında bir ilk adım. Siyasette ve iş dünyasında eşitliği sağlamaya yönelik yasal düzenlemeler ise bu mücadeleyi kolaşlaştıracak araçlar. O açıdan, bu araçların zihniyet değişimi sağlayacak etkinlikte olması şart. Mutfak terimleriyle izah edecek olursak, sade suya tirit formüller gün kurtarmaya yetmiyor artık. Gelişmişlik endeksleri gerçeği ortaya çıkartıveriyor.

* * *

GELİŞMİŞLİK
çıtasını bir türlü göğüsleyemiyoruz ama bir yandan da en gelişmişlere bile parmak ısırtacak işler yapılıyor bu ülkede. Bu da gerçeğimizin bir başka yüzü.

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Kadın Erkek Eşitliği Komisyonu, dün İstanbul’da toplandı. Avrupa Konseyi, kadına yönelik şiddet konusunda bir yıldan beri bütün üye ülkelerde kampanya yürütüyor. Parlamentoların bu konuda farkındalığını artırmayı amaçlıyor kampanya.

Dünkü toplantıda Türkiye’de yapılanlar tartışıldı. Komisyon Başkanı eski CHP milletvekili Gülsün Bilgehan’ı da uğurladılar bu toplantıyla. Bilgehan’ın, Komisyonun sadece başkanı değil en başarılı üyesi olarak kabul edildiğini de dünkü toplantıda bir daha gördüm. Aile içi şiddete karşı kampanyayı etkili önlemler alarak en iyi biçimde hayata geçiren ülkelerden biri de Türkiye. Yapılacak çok şey var ama Bakan Çubukçu’nun anlattıklarından etkilendiklerini Komisyonun üyelerinden duydum. Ama en büyük ilgiyi, Hürriyet gibi büyük bir gazetenin aile içi şiddet kampanyası başlatması çekti.

Lüksemburg Sosyalist milletvekili ve komisyonun eski üyesi Lydie Err, "Bu işin peşini asla bırakmayacağız" diyen Hürriyet İcra Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı’yı dinledikten sonra, "Yasal adımlarınız etkileyici idi ama beni en çok etkileyen, büyük bir gazetenin böyle bir işe girişmesi oldu. Bu, bizim medyamızın da örnek alması gereken bir olay. Sadece Türkiye’de kalmamalı" dedi.

Bugün, Bahçeşehir Üiversitesi’nde, Hürriyet’in Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ile birlikte düzenlediği Aile içi Şiddete Son Konferansı başlıyor. Avrupa’dan Ortadoğu’dan kadın gazeteci meslektaşlarımızla birlikte medyayı, kendimizi masaya yatıracağız, aile içi şiddeti önlemede medyanın rolünü tartışacağız. Dünya insani gelişmişlik sıralamasındaki o yere biz razı değiliz.
Yazının Devamını Oku

Bağımsız Kosova’nın riskleri

3 Aralık 2007
SIRBİSTAN Cumhurbaşkanı Boris Tadiç, "Bağımsız Kosova kaos yaratır" diyor. Hürriyet Dış Haberler’den Emre Kızılkaya ile yaptığı söyleşide Tadiç, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan ile görüşmelerinde endişelerini dile getirdiğini söylüyor.

Bir hafta sonra, 10 Aralık’ta Kosova raporu yayınlanıyor. Sırbistan ile Kosova arasındaki görüşmelerin sonuçları açıklanacak. Anlaşmanın sağlanamadığı artık bu bir sır değil.

Kosova Başkanı Fatmir Sejdiu, önceki gün Makedonya’yı ziyaretinde de yineledi:

"Çok yakında Kosova bağımsızlığını ilan edecek."

Kosova’dan bugün pek söz edilmiyor ama, Sırbistan Cumhurbaşkanı’nın da anımsattığı gibi kriz kapıda.

Çünkü Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılması ne Slovenya’nın ne de Hırvatistan’ın Yugoslavya’dan ayrılmasına benziyor. Kosova’nın bağımsızlığının riski yüksek.

Üstelik bu risk sadece Sırbistan ve Kosova ile sınırlı da değil.

* * *

BALKANLAR
’dan denkleri ve acılı anıları ile Anadolu’ya gelen Müslüman Osmanlıları ayıran sadece coğrafi kökenleriydi. Priştinalılar, Prizrenliler, Sancaklılar...

Şimdi öyle mi? Artık ulusal aidiyetler öne geçti. Yugoslavya’nın parçalanma süreciyle birlikte Prizrenli Türk, Priştineli Arnavut tanımlamaları ile tanıştık.

Türkiye’de çok sayıda Kosovalı vatandaşımız yaşıyor. Bunların bir kısmı Türk bir kısmı Arnavut.

Kosovalı Türkler önceleri karşıydılar ama zaman içinde onlar da bağımsızlığı desteklemeye başladılar. Ancak "bağımsızlık" ısrarının arkasındaki "büyük Arnavutluk" hayalleri ile beslenen aşırı milliyetçi kanadın etkisini artırma olasılığı Türkleri de endişelendiriyor.

Kosova gibi hassas bir coğrafyada şu sıralarda en istenmeyecek şey, Türkler ile Arnavutlar arasında aşırı milliyetçi inatlaşma olacaktır.

Bunun yansımalarının buralara ulaşmayacağı düşünülebilir mi?

Gelişmeleri Türkiye açısından değerlendirdiğimizde bu ilk akla gelen risk.

Ama daha geniş çerçeveden bakıldığında bölgeyi tehdit eden başka ciddi riskler de mevcut.

* * *

ESKİ
Yugoslavya’da barış, ABD ve Rusya’nın işbirliği ile sağlandı.

Ama şimdi böyle bir işbirliği ortamı görünmüyor.

Kosova, bugün ABD ile Rusya’nın en açık ve net biçimde karşı karşıya geldiği coğrafya.

Bush Yönetimi bağımsızlığı destekliyor. Avrupa Birliği’nin Fransa, Almanya’nın da aralarında bulunduğu bazı ülkeleri bağımsız Kosova’yı tanıyacaklarını açıkladılar. Balkanlarda Slav halkını hamisi rolünü üstlenen Rus lideri Putin ise Kosova’nın bağımsızlığına karşı. Kosova’nın bağımsızlığının tanınması durumunda Rusya’nın bu meseleyi Gürcistan, Abhazya ve Güney Osetya ile ilişkilendireceği sır değil. Bunu önceden açıkladılar.

Bir başka risk ise Bosna.

Kosova, Bosna’nın Sırp bölgesinde de sıkıntı yaratıyor.

Sırp bölgesi politikacıları, Kosova’nın bağımsızlığının tanınması durumunda kendilerine de Bosna Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkının doğacağını açıkladılar.

Gelişmelerin, Dayton Anlaşması’ndan sonra köylerine dönen 150 bin Müslüman tarafından endişeyle izlendiğini söylemeye gerek var mı?

* * *

TÜRKİYE
’nin Kosova konusundaki tavrı biraz muğlak. Uluslararası toplumla birlikte hareket ediyor olmak, istenen kadarını vermek ve Ahtisaari’nin önerilerini desteklemek. Aslında Türkiye bağımsızlığı destekliyor, yani karşı çıkmıyor.

Kosova, geçmişte olduğu gibi gelecekte de, her zaman Türkiye’yi ilgilendiriyor.

Son yıllardaki ihmalin hamlığını üzerinde atıp daha aktif biçimde ilgilenebilirse tabii.
Yazının Devamını Oku

Klişeleri kıran kazanıyor

2 Aralık 2007
TÜSİAD’ın düzenlediği toplantıda iş dünyasının siyasetin önüne geçtiğini bir kez daha gördüm. Siyasette kadın kotası olsun mu olmasın diye tartışılırken, küresel şirketler kadın çalışan sayısını artırmak, üst yönetimlerde kadınların eşit biçimde temsil edilmelerini sağlamak için kurumsal önlemlerini almaya başlamışlar bile.

PricewaterhouseCoopers Türkiye Başkanı olan Cansen Başaran Symes aynı zamanda kurumunun kadın girişiminin Türkiye başkanı, bu gelişmenin nedenini açıklarken, "Rekabet ortamında kalıcı olabilmek için 21’inci yüzyılda şirketler yetenekli eleman arayışına girmek zorunda" diyor. "Hiç birisi diğerinden üstün ya da aşağı değildir, ama erkekler adım adım düşünmeye endekslidir. Kadınlar düz çizgide düşünmek yerine etkenler ağını göz önünde bulundurarak düşünürler. İşte bu farklılık şirketler için büyük bir insan kaynağı oluşturuyor."

PepsiCo International Güney Asya, Ortadoğu ve Afrika bölesi Başkanı Saad Abdul-Latif de, kendilerine daha fazla sayıda kadını istihdam etme hedefini koyduktan sonra şirketin daha da güçlendiğini anlatırken, "Ortadoğu ülkelerinde kadınları iş hayatına katmak çok zor. Ama biz istihdam politikalarımızda kadınların sayısını artırmaya karar verdikten sonra çok başarılı sonuçlar aldık. Son iki yılda kadın çalışan oranı üç misli arttı. Bununla beraber bizim memnuniyetimiz de arttı" diyor.

***

İŞ
dünyasında kadın: Klişeleri bir kenara bırakalım. TÜSİAD’ın toplantı için seçtiği başlık, eşitlik konusuna zihinsel dönüşümü zorlayan bir açıdan yaklaşıyor.

Kadınların toplumsal yaşama katılmalarını kabul ettiğini söylemek, eşitlikten söz edip bu konuda parmağını kıpırdatmamak artık kimsenin "marka"sını, "imajını" kurtarmıyor. Yeni tüketim trendlerini yakalamayı hedefleyen şirketler işe klişeleri parçalayarak başlıyorlar, kurumsal adımlar atıyorlar.

HP’nin Türkiye Genel Müdürü Şahin Tulga’nın, sorumluluklarından biri de "çeşitlilik üreticiliği". Çalışmalar başladıktan sonra bugün şirketin kadrosunun yüzde 42’si kadın. "Kadınlar daha pozitif, daha olumlu, daha sadık, iletişim kabiliyeti ve sosyal sorumluluk bilinci daha yüksek" diyor. Erkeklerin ise üç boyutlu görsel zekaları daha gelişkin dolayısıyla görselleştirme yetenekleri daha yüksekmiş. Çeşitliliğin hayata geçmesi, bir şirketin kendisini yenileme yeteneğini (inovasyon) artırıyor.

General Electric ise küresel bir kadın network’ü oluşturmuş. İnternete girin göreceksiniz. Şirketin kadın çalışanları arasında iletişimi sağlıyor. Şirketin dünyanın değişik yerlerinde görevli kadın çalışanları kurum içindeki iş olanaklarını, kendini geliştirme fırsatı veren projeleri birbirlerine haber veriyor ve birlikte proje üretebiliyorlar. Bu iletişim ağı, genç çalışanlara şirkette başarılı olan kadınları tanıma ve onların deneyimlerinden dersler çıkartma fırsatını da sağlıyor.

GE Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü Kürşat Özkan, bu iletişim ağının nasıl kurumsallaştığını anlatırken, "Amacımız katılımcı ve yaratıcı kültür oluşturmak" diyor. GE’nin uçak tasarım ve geliştirme bölümünün Gebze’ye getirilmesindeki nedenini ise şöyle açıklıyor: "Bu işi, kadınların F-16 pilotu olduğu bir ülkede yapma vizyonu."

***

TÜRKİYE
’de iş hayatına kadın erkek eşitliği kavramını sokan öncü kadınlardan biri de Ümit Boyner’dir. Kadın istihdam ve girişimciliği konusunda ne kadar geride kaldığımızın altını çizdiği konuşmasında, yeni bir gelişmeye dikkat çekiyor. Şirketlerdeki kadın erkek çalışan eşitliği, dünyada yatırımcılar tarafından da artık dikkat edilir bir unsur haline geldiğini ondan öğreniyorum.

İş dünyası klişeleri parçalıyor.

Darısı, siyasette kadın kotasına karşı kullanılan klişelerin başına.
Yazının Devamını Oku

Annapolis ne vaad ediyor?

30 Kasım 2007
TOPLANTI bitti. Dün katılımcılar ülkelerine döndü. ABD Başkanı Bush’un Annapolis’ten ilk ayrılan lider olduğu haberleri geldi. Bu kadar büyük gürültü kopartılan toplantı bir işe yaradı mı?

Ortadoğu’da barış yolu açılıyor mu?

Aslında karamsarlık için neden çok.

Barışın baş aktörleri, İsrail Başbakanı Olmert de Filistin Devlet Başkanı Abbas kadar güçsüz.

Her iki toplumda da barışa inananlar, inanmayanlardan çok daha az.

Hamas, en başından kendi dışında atılacak her adımı sabote edeceğini açıkça ilan etti.

Başkan Bush’un, bana ihtiyaç olursa devreye girerim dediği ileri sürülse de Washington, hakemlik yapmaya niyetli olmadığı izlenimi verdi.

Üstelik, Türkiye’nin de desteklediği ve Filistin yönetiminin istediği bir şey vardı o da olmadı. Çünkü barış sürecinin tıkanması durumunda devreye girecek olan hakemlik mekanizması oluşturulmadı. Böylece Bush, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler, Rusya ve ABD’nin oluşturduğu dörtlü girişim olan "Kuartet"i de devreden çıkarttı.

Hiç mi bir şey olmadı?

* * *

HAYIR, bunca olumsuz faktöre rağmen, umutlu olmak için nedenler var.

Her şeyden önce Bush Yönetimi’nin işbaşına gelmesiyle birlikte geri plana itilen Ortadoğu sorunu yeniden gündeme geldi.

Irak savaşına hazırlanırken, Washington İsrail-Filistin meselesini bir kenara itmiş, barış için önceliğin Irak’ta olduğunu savunmuştu.

İlk hedef, bölgede İsrail için en ciddi tehdit olarak görülen Irak ordusunun dağıtılmasıydı.

Artık sıra Filistin-İsrail sorununa geldi. Yedi yıla yazık oldu. Ama Ortadoğu sorununun Washington’un gündemine gelmesi ve tarafların birbirleriye konuşmaya başlamaları önemli.

Şiddete teslim olmaktansa, barış için konuşmaya başlamak, çözüm aramak bana göre çok önemli bir adım ve iyimserlik için bir neden.

Evet, Abbas da muhatabı Olmert gibi çok zayıf.

Ama olumlu bir şey var, o da her ikisinin de on yıl önce tabu olan şeyleri halklarına bugün artık daha rahatlıkla anlatabilecek olmaları. Örneğin, süreçte temel alınacak olan "Yol Haritası"na göre Filistin Yönetimi kendi topraklarında terörün belini kırmakla yükümlü. Bugün Abbas, Batı Şeria’da güvenliği İsrail ile ortaklaşa koruyor. Artık kimse Gazze’nin silahsızlandırılmasını Abbas’tan beklemiyor.

Olmert, işgal altındaki toprakların iadesi konusunu kamuoyuna benimsetmek zorunda olan önceki İsrailli liderlerden nispeten daha şanslı. Halkına bunları ilk anlatacak kişi olmayacak.

Bu iki zayıf liderin, zor, karmaşık, barış ve çok itina isteyen bu süreci devam ettirebilmeleri için yardımcı aktörlere büyük iş düşüyor.

Onların da sahnedeki yerlerini almaya başladıklarını görüyorum.

* * *

ŞİMDİ kötümserler, "ne yaptılar ki?" diyecekler. Evet, Annapolis’e davetli olan kırk küsur ülkenin programda aktif bir rolleri yoktu.

Ama, oradaydılar.

İki devleti Ortadoğu çözüm sürecine destek verdiler. İran’ın Şii aksı hayallerine karşı pozisyon almak için gitmiş olsalar da Suriye ve Suudi Arabistan dahil hepsi oradaydı.

ABD Başkanı Bush konuşmasında, İsrail işgali altındaki toprakların iadesinden söz ederken, Suriye Yönetimi’ne "eğer Hamas ve Hizbullah’ı desteklemekten vazgeçersen Golan’ı alırsın, muhatabımız olursun" mesajını hiç mi vermedi?

Önümüzdeki dönemde, Arap ülkeleri kadar Türkiye’den de bu sürece destek istenecek.

Şiddete son vermek için uzlaşma arayışına açılan her kapı iyimserlik için bir nedendir.
Yazının Devamını Oku

Annapolis ve dışarıda bıraktıkları

26 Kasım 2007
ANNAPOLİS başarılı olacak mı? <br><br>Yarın ABD’de yapılacak olan Barış Konferansı Ortadoğu için yeni bir fırsat yaratacak mı? Toplantıdan beklenen sonuç, barış sürecini yeniden başlatma kararının alınması gibi çok mütevazı bir adım.

Ama o bile soru işareti.

İsrail ile Filistin, ortak bir sonuç deklarasyonu hazırlamakta zorlandılar. 2 devletli çözüm esası üzerine oturan bu yeni sürecin nasıl denetleneceği noktasında bile görüş ayrılığı çıktı.

İsrail ABD’nin süpervizörlüğünü yeterli bulurken, Filistinliler Rusya, ABD, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’in yer aldığı "Dörtlü" formülünde ısrar etti.

Bu sadece bir ayrıntı. İsrail devletinin, "Yahudi" özelliğinin tanınması için bastırması da tartışma yarattı.

* * *

TOPLANTI
ile ilgili olumlu unsurlar hiç mi yok. Var.

Suudi Arabistan dahil Arap ülkelerinin toplantıya katılmaları önemli.

İsrail ile aynı ortamda buluşmaları, masada Ortadoğu’nun geleceğini konuşmaları, "İsrail’in Ortadoğu haritasından silineceğini" söyleyen, bu çerçevede politika üreten radikal güçlere yanıt niteliğinde olacağı için önemli.

Ama, Ortadoğu’da radikal güçlere karşı böyle bir "taraf" oluşturmanın bedeli çok da pahalı olabilir.

Konferansa katılan birçok Arap ülkesinin yönetimi bunun bilincinde. Bu nedenle Arap Birliği, kendi barış planı temelinde toplantıya katıldığının altını çiziyor.

Golan dahil işgal altında tuttuğu topraklardan geri çekilmesi karşılığında İsrail’in tanınması bu planın temelini oluşturuyor.

Annapolis’ten böyle bir açılımı beklemek bugünkü koşullarda aşırı iyimserlik.

Ama bu toplantının bir konuda sonuca ulaştığını şimdiden söylemek mümkün.

ABD, İran’ın Ortadoğu’da yalnızlaşmakta olduğunu, Annapolis sayesinde gösterme fırsatını elde etti.

Ama İran’ın nükleer güç olma çalışmaları olmasaydı, eğer Irak’ı bölerek bölge yönetimlerini tehdit edecek bir Şii aksı oluşturma hevesi ortaya çıkmasaydı, Washington Arap ülkelerini Annapolis’e katılmaları için ikna edebilir miydi orası şüpheli.

* * *

AMERİKA’daki toplantının somut bir sonu sağlamaması durumunda olacaları görmek için "öteki cephe"ye göz atmakta yarar var. Cumartesi günü, Filistinli Hamas ile Lübnanlı Hizbullah Örgütü’nün üst düzey temsilcileri Tahran’da, Annapolis’e karşı düzenlenen toplantıda ilginç açıklamalar yaptılar.

Arap yayın organlarında da yer alan bu toplantıda, Hamas’ın Suriye’de yaşayan siyasi lideri Halid Meşal’in yardımcısı Musa Abu Marzuk, "Bu konferans Filistin meselesini ortadan kaldırmak için düzenleniyor. Başarıya ulaşamayacaktır. Tamamen bir hayaldir. Esas amacı, sözde ılımlı Arap ülkelerini kendi taraflarına çekmek ve onları Filistin meselesinden uzaklaştırmaktır" diyordu.

Hizbullah Dışilişkiler Sorumlusu Şeyh Ali Dagmuş’un söyledikleri de dikkat çekici: "Bu toplantı ile İsrail, Arap ülkeleri ile ilişkilerini normalleştirmek istiyor. O nedenle bu Siyonist planın önlenmesi gerekir."

Bu planın nasıl önleneceğinin ipuçları ise Hamas’ın bugün Gazze’de düzenleyeceği alternatif toplantıda ortaya çıkacak. Ama belki onu bile beklemeye gerek kalmayacak.

Hamas’ın web sitesinde ipuçları açıkça görülüyor. "Annapolis Konferansı’ndan sonraki süreçte Batı Şeria ve Gazze’de Siyonist işgale karşı direnişin arttığına tanık olunacak."

Filistin devletinin kuruluşu ve Kudüs sorununun adaletli çözümü için inandırıcı bir başlangıç yapılamazsa, dışarıda bırakılanların işine yarayacak Annapolis.
Yazının Devamını Oku

İkinci Şam vakasına geri sayım

25 Kasım 2007
"LİDERLERİN iadesi için işbirliği mesajları veriyorlar".<br><br>Bir yetkilinin PKK’nın kuzey Irak’taki varlığına son verilmesi çalışmalarıyla ilgili soruya verdiği yanıttı bu. Bir haftadan beri ortalıkta dolaşan söylentilerin dedikodu olmadığı anlaşılıyor.

Terörizme karşı mücadelenin diplomatik kanallarından gelen işaretlere de bakarsak, yakında somut adımlara tanık olacağız. PKK’nın kuzey Irak’taki liderliğinden bazı isimlerin Türkiye’ye iadesi için düğmeye basıldığı kesin.

Kesin olan bir şeye daha var.

Türkiye’nin kuzey Irak’a yönelik operasyonunun hedefi de artık belli.

Uluslararası toplumdan gelen mesajlardan da anlaşıldığı gibi, Kuzey Irak’ı istikrarsızlaştırmayacak bir operasyona yeşil ışık yakıldı.

Hedefi PKK ile sınırlı bir operasyon için Türkiye’nin eli serbest.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyareti sırasındaki pazarlıklarda, PKK liderlerine karşı "Barzani’nin tanınacağı" sözü verildiği iddialarının aslı bu.

Kuzey Irak’ı karıştıracak, zaten kırılgan olan istikrarı bozacak bir kara harekatı şu an Türkiye’nin gündeminde yok.

Ayrıca, "Barzani’yi tanımak"tan söz edenlerin neyi kastettiklerini anlamıyorum. Barzani, Irak Anayasası’na göre sınırları belirlenen özerk bir bölgenin yöneticisi. Irak içinde bir devletin başkanı değil ki, tanınma tanınmama söz konusu olsun. Bir devletin bir başka ülkenin herhangi bir valisini tanıma ya da tanımama diye bir sorunu olamaz. Bu, onun bulunduğu ülkenin iç işidir. Barzani’yi bölgesinin halkı seçtikten, Irak anayasası buna izin verdikten sonra hiçbir yabancı ülkenin bu durumu değiştirme şansı yok.

Yanlış olan, Türkiye ile Irak ilişkilerini sadece Kürtlere odaklamak, PKK’nın ipoteğine bırakmaktır.

Ama son zamanlardaki yoğun diplomatik girişimlerin sonucu önümüzdeki dönemde, Türkiye-Irak ilişkileri üzerindeki PKK ipoteğinin kalkacağı da anlaşılıyor.

***

PKK
, Türkiye’deki seçimlerden sonra oynamaya kalkıştığı büyük kumarda kaybediyor.

Aynı şekilde, bir yıl önce Kerkük’ü Irak Kürdistan’ı coğrafyasına katıp, bağımsız devlet ilan etme hayalleri kuran Iraklı Kürtler de bunun kolay olmadığını görmeye başladılar. Yerel yöneticiler, kuzeye yönelik açıklamalarında referandumun bir buçuk ay içinde yapılacağını söylüyorlar ama Irak Devlet Başkanı Talabani, bir süre önce Fransız Liberation Gazetesi’ne yaptığı açıklamada, Anayasa’nın 140’ıncı maddesinin referandum için öngördüğü koşulların sağlanamadığını, bunun da erteleme anlamına geldiğini söyledi.

Türkiye’nin Kerkük konusunda engel çıkartmasını önlemek için PKK’nın kullanılması politikasının bu aşamada başlarına daha büyük sorunlar açacağını da fark etmiş görünüyor Iraklı Kürt yöneticiler.

Tabii, Irak’ın bölünmesi konusundaki Şii-Kürt ittifakında çatlaklar meydana gelmeye başladığını da göz önüne almak gerek.

Barzani Yönetimi’nin PKK’nın lojistik desteğinin kesilmesi yönünde somut adımlar atmaya başlaması, Irak Başbakanlık ofisi ile Türkiye arasındaki istişare mekanizmasının neredeyse günlük hale gelmesi, PKK’nın uluslararası desteğinin gerilemesi, diplomatik çabaların başarısını ortaya koyuyor.

***

TÜRKİYE
Irak’ın bütünlüğünü istiyor, bunun için çalışıyor, ama bugüne kadar böyle bir vizyon ile yaklaşamıyordu. Yeni bir adım atılıyor. Türkiye, Basra’da konsolosluk açmaya hazırlanıyor.

Sadece temsilcilikle sınırlı değil bu adım. Türkiye Şiileri kucaklayacak yeni bir plan hazırlıyor.

Bana göre sıra Erbil’e geliyor.

PKK kartını terk ettikten sonra Suriye ile ilişkiler komşuların kardeşliği seviyesine kısa zamanda nasıl çıktıysa, Irak’ın her tarafı ile de aynı şey neden olmasın?
Yazının Devamını Oku