Ferai Tınç

On yıl sonra Bodrum

4 Kasım 2007
<b>BİTEZ </b><br>CONDOLEEZZA Rice’ın adını müzik tutkunu babası koymuş. Con dolcezza. Tatlılıkla anlamına geliyor. Dört ay önce Dünya Kadın Liderler Zirvesi’nde kendisini dinlerken öyle bir barış tarifi yapmıştı ki ne adına, ne de bir kadına uyuyordu.

"Çocuklarımızın barış içinde yaşayabilmesi için, barışı öldürmeye yeltenenlere karşı bizim de savaşmamız gerekiyor" demişti.

Dişe diş, göze göz, şiddete karşı şiddet.

Iraklı çocuklara barışı garanti etmekmiş meğer bunca felaketin nedeni.

Çocukları için güvenli bir dam arayan Iraklı kadınların ve erkeklerin acılarını, çaresizliklerini Şam’da gördüm. Iraklıların yaşadıkları insanlık dışı haller.

Condoleezza Hanım’ı İstanbul’da bırakıp hafta sonu Bodrum’a geldim. Çünkü onun önereceği herhangi bir şeyin durumu değiştireceğine inanmıyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse herhangi bir şey önereceğini de beklemiyorum.

* * *

EGE
’de bir savaşın eşiğinde döndükten sonra, sorunlar şiddete başvurmadan da çözülür diyen Türk ve Yunan kadınlarının barış girişimi WINPEACE, onuncu yıl dönümü için iki yakada, aynı on yıl önceki gibi Bodrum’da ve Kos’ta toplandı.

Ben Kos’a yetişemedim ama anlatılanları dinledim.

Kasım ayında bir Ege adasından umulmayacak kalabalığın katıldığı toplantı salonundaki havanın on yıl öncekine göre çok farklı olduğunu öğrendim.

Toplantının sonunda söz alan bir Yunanlı, Türkiye aleyhinde konuşmaya başlayınca Belediye Başkanı başta olmak üzere dinleyicilerin sessiz fakat kararlı bir biçimde salonu terk ederek onu nasıl protesto ettiklerini dinledim.

Son seçimlerde parlamentoya giren aşırı milliyetçi Laos Partisi’nin üyesi olan o adalının provokasyonuna kimse pabuç bırakmamış.

Ama bu bana bütün kazanımlar gibi barışın da garantisi olmadığını bir kez daha anımsattı.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin ekonomik işbirliği ile güçlenmesine giden yolun ilk taşlarını İsmail Cem ile Yorgo Papandreu’nun ısrarlı çabaları sağlamıştı. Bu parlak başlangıç orada kaldı. Gelişen ekonomik işbirliğinin, milyon dolarlara ulaşan ticaretin rahatlığına kapılındı. Yunanistan’da bu yıl aşırı sağın etkisi ile tarih kitaplarına Türk düşmanlığını körükleyen yorumların yeniden girmesi bile kimseyi uyandırmadı.

Taş taş üstüne koymak emek işi. Emek vermeyi bıraktığınız anda o taşlar birer ikişer düşüp tuzla buz olabiliyor. Türk-Yunan ilişkileri de öyle. Gündeme gelebilmesi ve yükselen tehditlere karşı dostluğun derinleştirilmesi için krizleri beklememek gerekiyor.

* * *

BULUŞMANIN
ikinci ayağı yine on yıl önce olduğu gibi Bodrum Bitez’de, Ambrosio Otel’in rahatlatıcı, ilham verici atmosferinde yapıldı. İki ülkenin yanı sıra Rum ve Türk Kıbrıslı gençlerin de katıldığı kamplar, Boğaziçi Üniversitesi’ne götürülen ve destek kazanıp hayata geçirilen Barış Eğitimi Merkezi, eğitmenlerin eğitimi için hazırlanan ve her iki ülkede pilot okullarda denenen barış eğitimi programı, Midilli ve İzmir Karaburun’un üç köyündeki kadınların bir araya gelerek, bu dağ köylerini agro turizme açmaları, kitap çevirileri, çatışma çözüm seminerleri, ne kadar iyi şeyler sığabilirmiş on yıla. Kardak krizinden sonra Margarita Papandreu ve Zeynep Oral’ın başlattığı bu süreç, bu iğne ile kuyu kazma, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği’nde örnek olarak gösterilmekle kalmadı, başka ülkelerin kadınlarının da ilgisini çekti ve onlara kapısını açtı.

Bu on yıl içinde ben neyi öğrendim diye düşündüğümde, aklıma Dido Sotiriu geliyor. Aydınlı Dido Sotiriu, evinden çıkamadığı son günlerinde kendisini Atina’da ziyaret ettiğimizde bize çok değerli bir sır vermişti. "Sözlerinize dikkat edin" demişti "Çünkü sözler önce kalbe gider."

Benim için on yılın en değerli öğretisi buydu galiba.
Yazının Devamını Oku

Madalya verip unuttuklarımız

2 Kasım 2007
İKİ genç adam. Lafı biri bırakıyor diğeri alıyor. Onları dinledikçe hayalkırıklıklarının ne kadar derin olduğunu fark ediyorum.

Terörle mücadelede şehit olan çocuklar için göz yaşı dökmekle olmuyor bu işler. Bedel ödemeye hazırsak, gazi payesi verdiğimiz çocuklarımıza, erkeklerimize hayatı bıraktıkları yerden devam ettirecek olanakları da hazırda tutmamız gerekiyor.

Cumhuriyet Bayramı’nda, ben Boğaz’daki o muhteşem havai fişek gösterisini lebi derya bir balkondan izlerken, aşağıda Dolmabahçe Sarayı’nda, bir gazinin kendisini deneyişinden habersizdim. Ya siz?

"O akşam, madalyamı taktım ve davetsiz misafir olarak Dolmabahçe Sarayı’na gittim. Herkes kendi havasındaydı. Acaba beni fark ediyorlar mıydı? Fark etsinler diye bekledim. Büyük bürokratların, eski- yeni valilerin, tanınmış politikacıların hepsinin karşısına dikildim, önlerinde durdum. Gözlerinin içine baktım. Denedim. Kimse beni fark etmedi."

Sonra Saray’ın loş bahçesinden süzülüp dışarı çıktığını, terörü lanetlemek için yürüyüş yapan bir gruba rastlayana kadarki burukluğunu, onların arasına karışınca kendisini yeniden önemli hissettiğini anlattı.

Daha başka şeyler de anlattı. Halk otobüslerinde gazi kartını gösterdiğinde onlara "beleşçi" dendiğini, "rencide olmamak" için eşiyle birlikte otobüse bindiğinde para verip bilet aldığını da dinledim ondan.

Dinlediklerim bildiklerimi anımsatıyor.

Türkiye, Vietnam sendromunu büyütüyor.

* * *

DİĞERİNİN
adını veriyorum. Sakıncası yok diyor. Mustafa Sancaktutan. Büyükşehir Belediyesi’nde işe girdikten sonra, "Sizin oraya servis yok. Ama sana, diğer engellilere yaptığımız gibi akbil de vermeyeceğiz, çünkü sen gazisin, senin ücretsiz seyahat kartın zaten var" denince bunu büyük bir onur mücadelesi haline getiriyor. Sonunda birkaç sürgün yiyor, ardından da işten atılıyor.

O ise, hayata gazi olarak ikinci bir başlangıç yaparken, kendisine sahip çıkılacağını sanıyor.

Büyükşehir Belediyesi’nin toplu iş sözleşmesi gazi ve diğer engellileri aynı kapsamda değerlendiriyor ama Sancaktutan, bazı engellilere, ücretsiz kart sahibi olmalarına rağmen bilet ücreti ödendiğini öğreniyor. (belgeliyor)

"Gaziyim deyince beni eziyorlar. Benle oynamaları zoruma gitti. İşten çıkartılmam zoruma gitti" diyor. Üzülüyor.

Hani gazilik bir paye idi? Nerede o pohpohlayanlar?

"Kamuda çalışan gazilere her türlü kolaylığı sağlayın" diyen başbakanlık genelgesini kim dinliyor?

Özel okullar, öğrencilerinin yüzde biri oranında gazi çocuğunu sınavsız alınır diyen yönetmelikleri kim takıyor?

Tam tersi oluyor.

Gazilere eskiden her yıl protez verilirken yeni bir kararla bu süre üç yıla çıkartılıyor. Eskiden ortopedik sakatlığı olan gazi, ötv’si düşük otomobil alabilirdi artık alamıyor. 300 lirayı bulmayan gazi maaşlarına 8 lira zam geliyor , yeni sosyal sigortalar yasası memur olarak çalışan gazinin aylığını kesmeyi tasarlıyor.

* * *

TERÖRE
karşı savaşta bedenleri ve ruhları yaralanan gençler, askerlerin sorumluluğuna terk edilmiş durumda. Onlar da tedavileri ve belli bir süre rehabilitasyonları ile ilgileniyorlar. Bayram ve önemli günlerde evleri ziyaret ediyorlar. Ama ne siyasi partiler-savaş nutukları atanlar, hamaset fışkırtanlar da dahil- dönüp yüzlerine bakıyorlar ne de kimse onlara saygın bir yaşam sağlayacak politikalar üzerinde kafa yoruyor.
Yazının Devamını Oku

Eşitlik anayasaya dönüyor

29 Ekim 2007
AKP’nin anayasa taslağından çıkartılan kadın-erkek eşitliği yeniden taslağa giriyor. TESEV’in düzenlediği bir toplantıda anayasa taslağı ile ilgili soruları yanıtlayan Prof. Ergun Özbudun, gelen tepkiler üzerine AKP’nin, Anayasa’nın 10’uncu maddesindeki "Kadın ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yasama geçmesiyle yükümlüdür" ifadesinin korunmasına karar verdiğini açıkladı.

"Zaten taslakta kadın erkek eşitliği var. Ayrıca pozifit ayrımcılığın temelini inşa ettik ama duygusal tepkilerle karşılaştık" diyen Prof. Özbudun, "kadınların 9. maddeden ayrıldığını" söyledi.

Taslakta 9. maddede kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve engelliler ile birlikte toplumun özel surette korunmaya muhtaç kesimi olarak niteleniyor ve onlar için devletin sağlayacağı ek önlemlerin eşitlik ilkesini bozmayacağı değerlendirmesi yapılıyordu.

Anayasayı hazırlayan ekip, bu şekilde kadın hareketinin pozitif ayrımcılık talebine de kapının aralandığını iddia ediyordu.

Ama 10. maddenin olduğu gibi korunması, kadın hareketinin önerilerinin ciddiye alındığı anlamını taşımıyor.

Bu, "İşte size dokunmuyoruz. 10. maddede kalın ama diğerlerine dolaylı biçimde tanınan pozitif ayrımcılıktan da vazgeçin" anlamına gelmiyor mu?

Kadın hareketi, taslağa karşı çıkarken 10 madde olduğu gibi kalsın hiçbir değişiklik yapılmasın demedi, aksine kendi önerisini de ortaya koydu.

Anayasa Kadın Platformu, kadın erkek eşitliği toplumda fiilen sağlanana kadar devletin kota dahil hukuksal ve kurumsal geçici ve özel önlemler almasını öngören bir düzenlemenin yapılmasını istiyor.

* * *

IRAK
ve terör gündemde çok önemli bir yer tuttuğu için referandum sonrası ortaya çıkan durum üzerinde fazla durulmadı. Daha önce başlayan tartışmaları derinleştirecek zaman olmadı.

Soru şu. Anayasa taslağı, Türkiye’ye yetkileri kısıtlı bir cumhurbaşkanı ve güçlü bir parlamenter sistem öngörüyor. Referandum sonucuna göre ise bundan sonra cumhurbaşkanını halk seçecek. Yetkisiz bir cumhurbaşkanı neden halk tarafından seçiliyor? Madem yapacakları son derece kısıtlı neye göre seçiliyor?

Prof. Özbudun bu soruyu yanıtlarken, Türkiye’nin başkanlık ya da yarı başkanlık rejimine kaymasının "tıkanmalara neden olacağı"na inanıyor. Yeni anayasanın 21 Ekim’de ortaya çıkan yeni durumun parametrelerinden sapamayacağını düşünüyor Prof. Özbudun, ama her şeye rağmen Cumhurbaşkanı yetkilerinin çok sembolik düzeye indirilmesi ile bu çelişkinin aşılacağı inancında. Finlandiya ve İzlanda gibi bazı örnekleri var. Halk cumhurbaşkanını vaatlerine göre değil, kişiliğine, birikimine, halkta uyandırdığı güven duygusuna göre seçiyor.

* * *

YA
türban?

Prof. Özbudun’a göre "türban yasağı orada oldukça üniversitede normalleşme mümkün değil". Türban yasağının kalkması ile üniversitelere sarık ve cüppeyle girilebileceği eleştirilerini de yersiz bulan Prof Özbudun, "Bu eleştiriler doğru değil. Üniversitelere sarık ve cüppeyle girilemez. Bu İnkılap kanunlarına göre yasaktır" yanıtını veriyor.

* * *

CUMHURİYET’
in 84’üncü yıldönümünde Türkiye dönüştürücü bir değişim sürecinden geçiyor. Küçük bir grubun değil, geniş bir halk kitlesinin farklı çıkarlarının sert pazarlıkları ile çalkalanan bu günlerden çok daha iyi bir Türkiye’ye çıkacağımıza inanmak aşırı iyimserlik mi? Hiç de değil.
Yazının Devamını Oku

Sessiz telefonlar

28 Ekim 2007
SADECE tek bir ilan yetiyor.Aile İçi Şiddet Yardım Hattı’nı on gün içinde 150 kişi arıyor. Hürriyet’in, Çağdaş Eğitim Vakfı ve İstanbul Valiliği ile birlikte kurdukları "Acil Yardım Hattı" tam olarak açıklanmamışken sadece küçük bir ilan bile yetti.

Bu hattı, henüz açıklanmadan arayanların sayısı aslında 150 kişi ile sınırlı değil.

Yüzlerce sessiz telefon gelmiş "0212 656 96 96" numaralı hata.

Onlar henüz konuşma cesaretini bulamayanlar.

"Ben de aile içi şiddet mağduruyum. Bu şiddete karşı nasıl mücadele edebilirim" diye sorma gücünü kendilerinde bulamayanlar.

Cuma günü, acil yardım hattının açılışı ile ilgili toplantıda, Hürriyet İcra Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı, "Bazen aile içi şiddeti insan yakınlarına bile anlatamıyor. Ama bunları hasır altı yaparak yaşayamayız. Bu kolay çözümlenecek bir konu değil. Bunu biliyoruz ama gayretimiz sürecek" dedi.

Aile içi şiddete karşı mücadele, bana göre bugün dünyanın en önemli sorunlarından biri.

Kadın haklarında en ileri adımların atıldığı iddiasındaki ülkelerde bile aile içi şiddet oranı hiç de düşük değil.

Ne gelişmişlik, ne zenginlik ne de eğitim şiddetle sorun çözme dürtüsünü yok edemiyor.

* * *

AİLE
içi şiddeti, kendi dışında görmek küçümsemek, birkaç kadının yediği dayak, birkaç çocuğun uğradığı kötü muamele diye geçiştirmek eğilimi çok güçlü.

Gerçek ise bambaşka.

Irak’ta savaşan Amerikalı askerler ülkelerine döndükten sonra, sınırlı bir dönem psikolojik destek alıyorlar. Ama bu yetersiz kalıyor.

Şimdi şöyle çağrılar yapılıyor: "Eğer uyku bozukluğu çekiyorsanız, trafikte hırçınlaşıyorsanız, aile içi şiddet uygulamaya başladığınızı fark ediyorsanız savaş travmasının sürdüğünü bilmelisiniz ve derhal yardım almalısınız."

Yirmi yıldan beri ister düşük yoğunluk densin ister yüksek, ne derse densin bir savaş yaşıyoruz. Bunun psikolojik sonuçlarının değil ciddiye, dikkate bile alındığını sanmıyorum.

Bu yüzden de şiddete, hele de onu "kalıtımsallaştıran" aile içi şiddete karşı dikkat çeken, kurtulmanın yollarını düşünen, bir şeyler yapanların çabalarını önemsiyorum.

Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı sadece tek bir hat. Özel sektörün bu konularda daha fazla kafa yorması projeler üretmesi ya da katkıda bulunması ne kadar önemliyse, siyasetin de bu meseleyi dert etmesi, ciddiye alarak çözüm araması öncelikli bir konu olmalı.

YEŞİL IŞIK YAKAN YAKANA

SAVAŞ kaçınılmaz değil, sonuçları kaçınılmaz.

Ama savaşın gerçekleştiği andan sonra caydırıcılığını yitirmesi ile yaşanacaklar kaçınılmaz. ABD’nin Irak macerası bunu gösterdi. ABD, Saddam, Irak halkı, bölge insanları, bizler hepimiz bu savaşın kaçınılmaz sonuçlarının bedelini ödüyoruz.

Türkiye’nin sınır ötesi operasyonu ihtimalinin ortadan kalkması PKK’ya kalmış görünüyor. Arap, Kürt ve Amerikalılardan oluşan Irak İşgal Yönetimi’nin tavrı, Washington’dan gelen mesajlar da bu yönde.

Avrupa Birliği de, "Türkiye, askerlerini kurtarma hakkına sahiptir" dedi.

O çocuklar evlerine dönene kadar bize rahat yok. Biliyorlar.
Yazının Devamını Oku

Aklımı kurcalayan soru

26 Ekim 2007
YİNE saymaya başladık. Bir benden, iki senden. Üç benden otuz senden. Ölüm rol çaldı, intikam sahnede.

En gür, en erkek, en milliyetçi, en asker, en savaşçı, en öldürücü sesinizi yükseltin.

Korksun herkes sizden. Ne kadar kızdığınızı anlasın.

Çünkü siz kendinizi başka türlü ciddiye aldıramıyorsunuz.

Neden?

Maksadım vicdan bekçiliği değil.

Böyle zamanlarda soru soranlardan hiç hoşlanılmaz ama merak bu.

Mesela dün, bir de baktım ki, yirmi yıldır en az yirmi defa aynı şeyi yazmak için oturmuşum bu masaya. Neden?

Neden yirmi yıldan beri bir arpa boyu yol alınamadı da ondan mı?

Neden yine yirmi yıl önceki gibi, on yıl önceki gibi ceset sayıyor insanlar?

Neden Türklerin şiddetle yola getirileceğini düşünebiliyorlar, neden Kürtlerin fikirlerini şiddet uygulayarak değiştireceklerine inanıyorlar?

Gerçek ortada değil mi?

Neden, AKP hükümeti terörle ilk kez karşılaşıyormuş gibi yapıyor?

Türkiye’nin değişik durumlarda devreye sokacağı değişik siyasetler neden oluşturulmadı?

Terörle mücadele askerin sorumluluğuna, ABD’nin inayetine, Barzani’nin çaresizliğine terk edildi, neden?

Neden?

* * *

ÇARESİZ
dediğimde abartmıyorum. Talabani ya da Barzani, ikisi de kendilerini düşünmekten başka bir şeyi düşünecek halleri yok.

Irak’ın en istikrarlı bölgesi kuzeyi derken inanmayın. Her şey güllük gülistanlık değil. Barzani ve Talabani’ye karşı muhalefet artıyor.

Küçücük bölgelerinde bir kentten diğerine cep telefonlarıyla konuşturamıyorlar insanlarını. Çünkü iki ayrı telefon şirketi var. Biri Barzani’ye ait; Erbil ve çevresinde hizmet veriyor. Diğeri Talabani’nin. Ve müşterilerini kendilerine mecbur etmek için iki şirket aralarında uyum anlaşması yapmıyor bir türlü. Süleymaniye’deki annesi, Erbil’de okula giden oğlunu cebinden arayamıyor mesela.

Kerkük meselesi de Talabani ve Barzani’nin halka vaat ettikleri gibi gitmiyor.

* * *

TALABANİ, Eşşark El Esvat Gazetesi ile önceki gün yaptığı röportajda, "Kerkük referandumu ne zaman yapılacak?" sorusunu "Onu bu yıl yapamayacağız çünkü sayım hálá gerçekleşmedi ve normalleşme olmadı" diye yanıtlıyor.

Başka bir zaman olsaydı her tarafta ama en çok Kuzey Irak’ta büyük gürültü kopartacak bir açıklama.

Acaba Türkiye tehdidi olmasaydı, bu itirafı kolay kolay yapabilir miydi Talabani?

Daha sorulacak çok soru, sorgulanacak çok olay var. Ama şiddet ortamında ne ne soran kalır ne de sorgulayan.

DOĞRU BİLGİLENDİRME HATA YAPTIRMAZ

DEVLETİN zirvelerinden yapılan açıklamalarda, terörizme karşı gösterilerde, taşkınlık yapılmaması konusunda uyarılar var. Haklı bir endişe. Günlerdir provokasyona açık bir ortam var. Düşmanı komşularımızda, mahallemizde arama felaketinin Türkiye’ye vereceği zarar, terörizmin verdiğinden az olmayacaktır. Ama haber alma özgürlüğünü kısıtlayarak toplumda itidal sağlanamaz. Acı ve tepkisini ifade etmek isteyen insanları kışkırtan haberler değil, her haberden rant çıkartmaya çalışanların kullandıkları şiddet dilidir çünkü.
Yazının Devamını Oku

Türkiye yolunu kendi çizmeli

22 Ekim 2007
ONLARA, gencecik yaşlarında kör şiddete kurban giden gençlere ağlarken, görüşümüz buğulanmasın. Türkiye’yi, başkalarının iradesine tábi kılarak bir savaşın içine sürüklemeye kalkıştıklarını apaçık görelim.

DTP’nin Meclis’e girdiği ve kendi seçmeninin taleplerini dile getirdiği, yepyeni bir tartışma ortamının başladığı bir sırada terör neden tırmanışa geçti acaba?

PKK tabelası altında, hayatın hiçbir zorluğuna katlanmadan yaşayan terör ağalarının, her türlü karanlık güç ile işbirliği sayesinde sahip oldukları payelere dayanarak sürdürdükleri savaşı kaybetme korkusu bu.

Ya Türkiye’de Türkler ve Kürtler tüm sorunlarını kardeşçe çözdüklerini görüp beraberliklerini pekiştirirlerse?

Ya Güneydoğu’da PKK artık hiçbir şekilde dikiş tutturamayacak hale gelirse?

Ya Türkiye demokratik bir hukuk devleti olarak uluslararası platformlarda etkisini arttırırsa?

Ya Avrupa’da zaten kaybetmeye başladıkları tribün desteğinden tamamen mahrum olurlarsa?

Ya Amerika, daha önce de olduğu gibi yine yarı yolda bırakırsa? Kullan at hesabı.

PKK’nın sonu sayılacak bu noktaya yaklaşırken, Türkiye’yi Kuzey Irak’a çekmek, Irak’ın iç dengelerinin pazarlıklarında kullanılacak kozlardan biri haline getirmek en iyi çözüm.

Bu aşağılık hesaba bırakacak pabucumuz yok bizim.

Olmamalı.

* * *

BU
ülkede savaşa karşı barışı savunanların sesini daha çok çıkartmaları gereken gün bugün.

Sorumluluğun büyüğü etnik siyaset yapan Kürt milletvekillerine düşüyor. Terör ile aralarına net ayrım koymaları gerekiyor.

Bu ülkede vicdanların rahatlaması için şiddeti birlikte lanetlemeliyiz.

Başbakan Erdoğan’ın, "Meclis çatısı altında siyaset" çağrısını yabana atmayın.

Bu çok ama çok önemli bir açıklamadır.

Ben AKP’yi, Avrupa reformlarını unuttuğu, 9. uyum paketi ile uğraşacağına, reformlara öncelik tanıyacağına, cumhurbaşkanı dayatması, türban ısrarı, anayasa tepeden inmeciliği ve referandum saçmalığıyla uğraştığı için eleştiriyorum.

Ama Başbakanın son açıklaması önemlidir. Bu kapıların aralanmasını isteyenler, Meclis’te siyasete soyunanlar, kapıları mayınlayanlara karşı dimdik durabilmeli.

* * *

ÖNÜMÜZDE
çok kritik günler var.

Türkiye’yi Irak’a çekmek uzun vadede, Türkiye’yi pazarlık masasına çekmenin yolunu açmak demektir.

Bu bizim çıkarımıza değil, bölgede at koşturmaya gelenin işine yarar. ABD’deki bazı güçler Türkiye’yi, "uysallaştırmanın" yollarından birinin de askeri gücünün caydırıcılığını zayıflatmaktan geçtiği hesaplarını hep yaptılar.

Terörle mücadelede provokasyona gelmemek, şiddet dinamiklerine kapılmamak için en etkili silah diplomasi ve siyasettir.

Türkiye terörle mücadele yolunu, terörün çağrısına göre değil, kendi çıkarlarına göre çizmeli.

Bu acılar son olsun demekten başka bir şey gelseydi elimden, şiddetin hangi amaçla olursa olsun, hiçbir zaman seçenek olmadığını haykırırdım bugün.
Yazının Devamını Oku

Kaz Dağı’nı kazdırmayacağız

21 Ekim 2007
KAZ DAĞI’ndaki çevre katliamını önce Çanakkale Olay Gazetesi’nin haberlerinden öğrendim. Yaz aylarında Kaz Dağı’ndaki çevre örgütleri toplantılar düzenlemeye başlamışlardı bile, "Kaz Dağı’nı kazdırmayacağız kararlıyız" diyorlardı. Bölge halkı, sivil toplum örgütleri ve yerel medya ile yönetimler birleşerek bugün Kaz Dağı’nın sorumsuzca talan edilmesine karşı ulusal medyayı da harekete geçirdiler ve güçlü bir kampanya başlattılar.

Bana öyle geliyor ki sonunda dediklerini yapacaklar ve Kaz Dağları’nı kazdırmayacaklar.

CHP Adana milletvekili Gaye Erbatur’un, eylül ayında Çanakkale kadın örgütlerinden gelen uyarı ile hemen hazırlayıp hükümete verdiği soru önergesini, diğer bazı milletvekillerinin önergeleri de izledi. Bildiğim kadar henüz yanıt alamadılar.

Konu Meclis gündemine giremedi ama "sokak" harekete geçti.

27 Ekim’de Çanakkale Ticaret ve Sanayi Odası’nın düzenleyeceği "Kaz Dağı’nda Madencilik, Turizm ve Çevre" konulu toplantıya katılmak üzere gideceği Çanakkale’de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler’i sivil toplum kuruluşları da mitinglerle karşılayacak.

* * *

TEPKİLERE
karşı çıkanlar, "altın aranmalı" diyenler yani, iki gerekçe ileri sürüyorlar.

Birincisi arama faaliyetlerinde siyanür kullanılmaması. Evet biliyoruz, siyanür işletme sırasında devreye giriyor. Zaten şu aşamada mesele bu değil. Arama faaliyetleri sırasında ağaçlar kesiliyor. Dünyada göknarı ile meşhur olan Kaz Dağı, kendisine has 43 endemik bitki türüne sahip. Bu bitki örtüsü mahvediliyor. Enerji Bakanı Hilmi Güler, "Ağaçlar için hektar başına 5 bin ytl veriyorlar. O altın çıkacak, kararlıyız" diyor. Şirketlerin yasalara göre kestikleri ağaç kadar ağacı dikme sorumluluğu var gerçi, ama hiçbir şey orada bozulan bitki örtüsünü geri getirmiyor. Kaldı ki, yeni ağaç dikilip dikilmediğini kontrol eden de yok.

İkinci karşı çıkış gerekçesi ise ÇED raporu konusunda. "Henüz altın çıkartma faaliyeti yok. ÇED raporu o yüzden firmalardan istenmedi" deniyor.

İşte yeni maden yasasının en kötü taraflarından biri de bu. Yasaya göre istediğiniz her yerde (arkeolojik alan bile olabilir bu) arama yapma izni alabilir ve altın çıkartabilirsiniz. Hem de ÇED raporu gerekmeden, yani bu faaliyetin bölgeye etkisi olumlu mu olumsuz mu araştırılmaya gerek duyulmadan rezervinizin yüzde 10’una kadarını işletme hakkına da sahipsiniz.

Bütün sorun da burada. Şu anda arama ruhsatı olan 11 şirket, Kaz Dağı’nda kendi bölgesindeki rezervin yüzde 10’unu işletme hakkına da sahip. Hem de ÇED raporsuz. Siyanürlü ayrıştırma işlemi de bu aşamada devreye giriyor. Kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın.

* * *

ÇANAKKALE
Valiliği ve Belediyesi, Kaz Dağları’nın tümünün Milli Park ilan edilmesi için Çevre ve Orman Bakanlığı’na baş vurdu. Ama bu da yetmiyor. Kaz Dağları’nın Balıkesir’in güney kısmı yani yüzde 30’u Milli Park, fakat bir şirket bu bölgede de sondaja devam ediyor.

Bölgenin kurtuluşu, tamamının "özel koruma alanı" ilan edilmesine bağlı.

Bu da yeterli değil, maden yasası da mutlaka değiştirilmeli.

Her şeyi para ile pul ile değerlendiren AKP hükümetine bir sorum var. Para pul iyi de, nefes alabilmenin, tarih mirasının, doğanın, çevrenin bunları korumanın kıymeti hiç mi yok sizin defterde? Korumak, kıymet bilmekle başlar da.

Bir soru da ortaya, üstüne alana. Kaz Dağları’ndaki, Çanakkale’deki, Küçükkuyu’daki, Altıonuluk’daki zeytinliklerini, tarım arazilerini müteahhitlere satıp oralarda çirkin binaların yükselmesinden rahatsız olmayanlara, bahçesine-bağına sahip çıkmayan dağının sahibi olabilir mi?
Yazının Devamını Oku

Tezkere ve DTP

19 Ekim 2007
TÜRKİYE’ye bir savaş kapısı aralayan tezkere kararıyla koltuklarım kabarmadı. Savaş hayata inen en büyük darbe, savaş her taraf için çöküş. Irak savaşının ürettiği şiddet bizi de içine çekiyor.

Türkiye öyle bir noktaya sürüklendi ki, tezkerenin çıkmaması çıkmasından daha kötü olacaktı. Ve ben, savaş karşıtı biri olarak geldiğim bu noktada hiç de rahat değilim.

Buraya gelmeyebilirdik, eğer durumu değiştirme gücü elinde bulunan iki siyasi parti, zamanında fırsatları iyi değerlendirebilseydi.

Hangileri diye soracaksınız.

Saklı gündemlerine öncelik verip Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde gerekli çabayı sarf etmemiş olan AKP ve DTP.

Avrupa Birliği sürecinde AKP’nin reformlara gereken hızı verememiş olması bunun bir nedeni ise, DTP’nin de Kürt halkının şikayetlerine çare bulmaktaki isteksizliği, PKK’nın mümesilliği bugün içine düştüğümüz şiddet sarmalının en önemli ikinci nedeni.

AKP, tek başına iktidarda olduğu beş yıl içinde attığı sınırlı adımlarla bile güneydoğuda DTP’yi yenilgiye uğrattı. PKK’nın kitle temelini sarstı.

Sadece insanların avuçlarına bırakılan yardımlarla kalınmasa ve AKP bölgenin kalkınması için etkili projeleri hayata geçirebilseydi, bölgedeki yerel yönetimlere karşı kucaklayıcı bir politika geliştirebilseydi, günübirlik çıkışlar yerine Kürt meselesiyle ilgili köklü bir vizyon ortaya koyabilseydi bugün durum farklı olurdu.

* * *

ŞİDDET
yerine, Türkiye’nin barışçı çözüm yollarını geliştirmesinin önündeki bir başka engel de DTP.

Kürt kökenli halkın temsilcisi olduğu iddiasıyla siyaset yapan DTP’nin Meclis konuşmalarını dikkatle izliyorum.

DTP Grup Başkan Vekili Selahattin Demirtaş, önceki gün Meclis’te yaptığı konuşmada, "Birbirimize güvenmeye ihtiyacımız var. Çekilen acılar ortak acılardır. Dökülen her damla kanın bizi biraz daha acılı topluma dönüştürdüğünü herkes görüyor. Demokratik tartışmayı gündemimize almak zorundayız" diyor.

Kanlar niye dökülüyor? Bugün Türkiye’de demokratik tartışma mümkün değil mi? Bu tartışmadan kim kaçınıyor?

DTP, bugüne kadar demokratik kazanımları genişletmek için ne yaptı?

Kürtçe kursları, iflas ederken belediyeler bunların devamı için kıllarını bile kıpırdatmadılar. PKK’ya genel af için kampanya ile meşguldüler.

DTP’nin Meclis’teki grubu, Türkiye’de Kürt meselesinin şiddet parantezinde kurtarılmasında önemli rol oynayabilir. Gerçekten demokratik tartışmaya katkıda bulunabilir eğer takıyyeyi bir kenara bırakabilirse tabii.

* * *

TEZKERE
kararı hükümetin elinde. Bu kararı, Türkiye’yi sonu belirsiz bir savaşa sürükleyen bir karar olmaktan, siyasi pazarlık gücünü artıracak bir araç haline dönüştürmek hükümete bağlı.

Bu süreçte, AKP hükümetinin siyasi yeteneği kadar, DTP’nin teröre karşı göstereceği tavır da önemlidir.

DTP, savaşa karşıysa şiddete karşı olduğunu da net ve inandırıcı biçimde ortaya koymalıdır.
Yazının Devamını Oku