Ferai Tınç

Medeniyetin neresinde buluşuyoruz?

18 Ocak 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan Madrid’de Medeniyetler İttifakı Dostları Grubu’nun 1. Forumu’nda konuşurken, Uluslararası Basın Örgütü IPI Viyana’da açık bir mektup yayınladı. Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na hitaben yazılan mektupta, 301’inci maddenin değiştirilmesi için çağrıda bulunuldu.

Yarın Hrant Dink’in öldürülüşünün yıldönümü. Her eleştiriyi ya da düşünceyi, "Türklüğe hakaret" kapsamında yorumlatabilen bu madde, tabii ki yeni ceza yasasında basın ve ifade özgürlüğü önünde engel teşkil eden tek madde değil. Basın meslek örgütleri hem yeni yasa tartışılırken bu maddelere dikkat çektiler, hem de yasalaştıktan sonra değiştirilmesi için çalıştılar.

IPI yönetim Kurulu İstanbul’daki bir toplantıları sırasında, Başbakan Erdoğan’a bu maddeyi yasalaşmadan düzeltmesi için talepte bulundu.

AKP Hükümeti bu eleştirilere kulaklarını kapattı. Yasa olduğu gibi geçti. Arkadaşımız ve meslektaşımız Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra, hükümet maddeyi değiştireceğini açıkladı. Vaatlerde bulundu.

Cumhurbaşkanı Gül, değişim zamanının geldiğini söyledi.

Ha bugün, ha yarın derken 301 yine rafta, değişiklik de lafta kaldı.

Başbakan, türbanı MHP ile çözme mesajını verir vermez, MHP’nin az konuşan genel başkanı devreye girdi.

Şimdi yeni bir dönem başlıyor. "Türbanı al, 301’i ver" pazarlığına kapı aralanıyor.

AKP yönetimi sorunları bu noktaya taşıdı. Bundan sonra istese de iki konu arasındaki bağı koparması zor.

Böyle bir iklimde ise, ne düşünce özgürlüğünü şiddetle tehdit eden anlayıştan kurtulmak ne de bir yıldan beri gerçek failleri bir türlü yargı önüne çıkartılmayan Hrant Dink davasının aydınlığa kavuşmasını beklemek mümkün.

ULUSAL PROGRAM NEREDE?

"MEDENİYETLERARASI İttifak projesi, kendi dinlerinin herkesin sayması gereken tek din olduğuna, kendi kültürlerinin siyasi etkinlik kazanması gereken tek kültür olduğuna inanların ekstremist ve toleranssız üsluplarını yumuşatmayı amaçlayan bir proje"
diye yazıyor İspanyol La Razon Gazetesi. "Ama" diye ekledikten sonra Başbakan Erdoğan’ın "Avrupa’ya ihtarda bulunduğunu" söylüyor. Ve "Eğer bizi Avrupa’ya almazsanız dünya barışı ve istikrara tehlikeye girer" dediğini yazıyor.

Türkiye ile ilgili İspanyol basınında yayınlanan haberler, ilk gün Başbakan özel kaleminin İspanyol korumalarla yumruk yumruğa gelmelerini gösteren karelerle verildi. "Yumruklu başlangıç" diye. Toplantıya 60 ülke katılıyor ve bu sadece bizim başımıza geliyordu. Neden?

Önceden protokol çalışması yapılmadı mı? Kimin nereden gireceği, nereye gideceği saptanmadı mı? Bu devletin bakanların yiyeceği yemeğe kadar bu işlere dikkat eden protokol müdürleri vardı, ne oldu mekanizmalara? Başbakan’ın konuşmasını bir kez daha okuyan olmadı mı? Bu üslupla artık dünyada işlerin dönmediğini, bunun tehdit olarak algılandığını söyleyen çıkmadı mı?

Aklımı kurcalayan bir başka konu ulusal rapor meselesi. İspanya Başbakanı Zapatero, Konferans’ın ilk günü ülkesinin Ulusal Raporu’nu açıkladı. Ulusal Rapor, ittifak ortamını sağlayacak ilkelerin siyasi kararlara yansıması için yapılacakları içeriyor. İspanya bunu bakanlıklara ve sivil toplum örgütlerine danışarak hazırlamış ve Parlamentosu’ndan geçirmiş. Rapor, Konferans katılımcılarına da dağıtıldı. Başbakanımız da "Biz de bizimkini bugün açıklayacağız" diye dünya aleme ilan etti. Ama ben, iki gün kime sorduysam yanıt alamadım. Rapor ortada yok. Daha doğrusu var ama o her halde kadar kötü hazırlanmış ki açıklamamayı tercih etmişler.

Bunları neden yazıyorum? Örnekler farklı sorun aynı. İşler iyi gitmiyor. Çünkü herkes işini kötü yapıyor.

Demek ki, medeniyetlerle buluşacağın noktayı kavramadan randevu vermek yetmiyor.
Yazının Devamını Oku

İnsanlar bizden çözüm bekliyor

14 Ocak 2008
DİYARBAKIRBAŞLIĞI atarken çok düşünmedim çünkü Diyarbakır’a giderken, orada ve dönüşte dinlediğim herkes ama herkes bir tek şey söylüyor. "Artık bu sorun bitsin. Bu sorunu siz çözersiniz." Siz denen "medya".

Medyanın böyle bir gücü olabilir mi? Yok.

"Hayır, var." O kadar inanarak söyleniyor ki bu, insan ister istemez "Belki doğru bir tarafı vardır, anlamaya çalışarak dinleyeyim" diye dikkat kesiliyor.

"Siz, haber dilinize dikkat edin, çözümü savunun, korkuları besleyen değil, aşacak biçimde yazın. "

Ben her zaman sözün gücüne inanırım. Sözler ağızdan çıkar çıkmaz nereye gider biliyor musunuz?

Hayır, beyne değil. Sözler önce yüreğe gider. Mesela, siz kadın değilseniz, kadını aşağılayan bir ifadenin farkına varamayabilirsiniz, ama bu sözler kadınların kalbine çizik atar geçer.

"Kürtçeyi kamu alanında konuşmak serbest olursa bizi böler" dendiğinde bu sözlerin "sen ana dilini konuşmak istiyorsun, o zaman bölücüsün" diyen bir ok gibi kalbe saplandığını eğer Kürt değilseniz örneğin, hissetmezsiniz.

Ya da Alevilerden örnek verebilirim, yerim olsa örnekleri çoğaltabilirim, ama hafta sonu Diyarbakır gezisinden çıkardığım sonuçların başında, sözcükleri en geniş ve hızlı biçimde yayan etkin bir aracın parçası olarak bizlerin, gazete ve televizyon çalışanlarının dilimize çok dikkat etmemiz gerektiği geliyor.

Bu Türkçe olduğu kadar Kürtçe gazete ve yayınlar için de geçerli.

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki burada, barış dilini, uzlaşma dilini ve yaklaşımlarını öne çıkartmazsak eğer, provokasyon ortamı güçlenir. Çok daha fazla acılar yaşanabilir.

* * *

DİYARBAKIR
Ticaret Odası ve Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti’nin ortaklaşa düzenledikleri "Medya ve Diyarbakır’ın imajı" konulu toplantının sonunda, televizyon haberlerinin reytinglerden çıkartılması için kampanya açılması kararlaştırıldı.

Reytinge teslim olan habercilik anlayışı ile doğru ve düzgün haber yapılamıyor. Gerçekler örtülüyor. Haber alma özgürlüğü kısıtlanıyor.

Televizyonlardaki son dakika haberleri örneğin, reyting kurbanı haberlerin başında geliyor. Televizyonlardaki anlayış gazeteleri de etkiliyor, haberler kısırlaşıyor, savruklaşıyor, büyük hatalar yapılıyor.

Diyarbakır’dan çıkardığım çok önemli ikinci sonuç ise şu.

* * *

"BİRKAÇ gün önce bir cemaatin üyesi iş adamları Diyarbakır’a geldiler, yoksul mahallelerde et dağıttılar"
diyor bir Diyarbakırlı.

Evet Diyarbakır’da yerel seçimler için yarış başlamış gibi. AKP’nin, Diyarbakır ve bölgede yerel yönetimleri ele geçirmek istediği ondan sonra da bölgeye kesenin ağzını açacağı, "Biz halkı memnun ettik bu meseleyi çözdük. Başka da bir şey yapmaya gerek yok" diyeceği söyleniyor. Ama halkın beklentisi bu mu? Değil, Çünkü bölgedeki yoksulluk, ekonomik ve sosyal geri kalmışlık, Kürt kimliğinin eşit haklar talebinin karşılık bulması sadece AKP’nin çözeceği bir şey değil. Bu sorunu ne sadece AKP, ne DTP-AKP yarışı ne de medya çözebilir. Bu, bütün Türkiye’nin meselesi ve bunu muhalefeti ile iktidarı ile hep birlikte çözeceğiz.

YASAKLI HARF W

Diyarbakır Belediyesi’nin yeni yıl kartlarının üzerinde Türkçe, Kürtçe, İngilizce kutlama mesajları yer almış bu yıl. Bazı bürokratlar ve siyasiler Kürtçe yazı olduğu için tebriği geri göndermişler. Kart için de Belediye hakkında dava açılmış. Kürtçeden değil, Kürtçe tebrikte yer alan "W" yüzünden. Fıkra gibi.
Yazının Devamını Oku

Diyarbakır imajını istiyor

13 Ocak 2008
YILLARDAN beri bölgeye gittiğimde her zaman yardımlarını aldığım gazeteci arkadaşlarım haber gönderdi. "Biz burada büyük bir toplantı düzenliyoruz. Diyarbakır’ın imajında medyanın rolü konusunda gelsen iyi olur."

Onlar olmasa ben ne Diyarbakır’da, ne Mardin’de, ne Urfa’da yani ne Güneydoğu Anadolu’da ne de Kuzey Irak’ta haber toplayabilirdim. Bir dediklerini iki etmem.

Dün sabahın yedisindeki en kalabalık uçakla Diyarbakır’a hareket ettim.

Diyarbakır Ticaret Odası ile Güneydoğu Gazeteciler Derneği’nin ortaklaşa düzenlediği toplantıyı İstanbul’dan sözlü ve yazılı basından çok sayıda arkadaşımla birlikte izledik.

Tartıştık, çözümler aradık.

Kentin psikolojik iklimini altüst eden patlamanın ardından ilk izlenimim şu. Yirmi yıla yakın bir zamandır gidip geldiğim Diyarbakır’ın kararı kesin. Bu kentte şiddete ne yer ne onay var. Sivil toplum örgütleri çok büyük bir katılımla terörü lanetlediler ve hemen arkasından kolları sıvayıp Diyarbakır’ın adının artık terör ve şiddetle bir arada anılmaması için harekete geçtiler.

Bu sadece bir izlenim değil, Toplantının açılışında söz alan Güneydoğu Gazeteciler Derneği Başkanı Faruk Balıkçı’nın "Diyarbakır sanki bir terör kenti gibi yansıyor. Bu kentsel gelişmeyi de engelliyor. Burasıyla ilgili haberlerde kardeşlik ve barış dilini kullanmalıyız" çağrısı gibi Diyarbakır Ticaret Odası Başkanı Mehmet Kaya’nın konuşması da bu kararlılığı gösteriyordu:

"Diyarbakır son dönemlerde hak etmediği bir imaj problemiyle karşı karşıya" dedi Kaya, "Değil yabancı yatırımcı yerli yatırımcıyı bile ürkütüyor bu imaj. Burada yatırımcı için bedava arsa ve enerjide indirimli tarife uygulaması var. Ama işadamları, ’bedava verseniz gelmeyiz’ diyorlar. Bir bilimsel toplantı düzenlemek istiyoruz, bilim adamlarından ’ortalık sakinleşsin sonra’ yanıtını alıyoruz. 10 bin yıllık kente az turist geliyor. Bu bizi çok incitiyor. Bunun nedeni terör. Ya da bu durum terörün nedeni. Biz bunu değiştirmek istiyoruz."

***

DİYARBAKIR
Belediye Başkanı Osman Baydemir ile Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker ve Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu, kentin sorunlarına farklı açılardan yaklaşıyorlar. Ama barış gazeteciliği açısından olaya bakacak olursak, ayrışma değil uzlaşma noktalarını öne çıkarmalıyız. O zaman göğsümü gere gere, üç yöneticinin de şiddete karşı kararlı bir biçimde birleştiğin söyleyebilirim.

Yalnız farklılaşmalarda da üzerinde durulması gereken gerçekler var. Diyarbakır Belediyesi, ülkenin en yoksul bölgesi olan bu kentte ekonomik gelişmenin yeterince teşvik edilmediği görüşünde. Tarım Bakanı Mehdi Eker, bu iddialara hükümetinin bölgeye "8.5 milyar YTL yatırım yaptığı" açıklamasıyla karşı çıkarken, başka sorunların çözüm beklediği gerçeğini de kabul ediyor. "Bir şeyler yapılsa da bu sorunların çözüldüğü anlamına gelmez. Toplumsal sorunları, kültürel sorunları da ekonomik sorunlarla birlikte çözmek gerekir" diyor.

***

DİYARBAKIR
Borsası’na ilk kez gittim. Borsası gibi Diyarbakır da kent olarak büyüyor, gelişiyor. İki yıldan beri gelmiyorum. Her gelişimde bir ileri aşamasını gözlediğim sürecin devam ettiğini fark ediyorum, kabuğunu kırmak isteyen bir kentle karşı karşıyayım. Borsa salonu, toplantıyı izlemek için gelen sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ile hıncahınç dolu.

Cumartesi sabahı erkenden toplantıya gelen bu kalabalık, Diyarbakır’ın geleceğe, gelişmeye, barışa ve umuda dönük yüzü. Ama bir şey eksik. Kadın yok. Hálá kadın yok. Töre cinayetinin bölgeye ait bir olgu olarak lanse edilmesinden erkeklerin bol bol şikayet ettikleri bu toplantıda daha fazla Diyarbakırlı kadın görmek isterdim. Özgür Gündem Gazetesi yazarlarından Yüksel Genç’in dediği gibi, imaj kozmetik önlemlerle değil, köklü düzeltmelerle değişir esas olarak.
Yazının Devamını Oku

Ziyaretin ardından

11 Ocak 2008
ASLINDA durum ortada. Ama iş karmaşık hale getirilerek konudan uzaklaşılıyor. <br><br>Tartışma, Beyaz Saray ziyareti sırasında PKK ile mücadele konusu ele alınırken siyasi çözümden söz edilip edilmediği noktasında çıkıyor. Cumhurbaşkanı Gül, bu tartışmadan rahatsız.

Konunun gündeme geldiği ABD Başkanı’nın basın açıklaması dikkatle çözümlenince de anlaşılıyor. ABD Başkanı, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunu konuşmasının başına çekerek önem sırasını zaten belirtti.

Türkiye’nin demokratikleşmesinin, İslam dünyası için "fantastik örnek" oluşturacağını söylüyor.

Yabancıların konuşma kodlarını incelerken, demokratikleşme meselesinin en başta Kürt sorununun çözümü anlamına geldiği artık sır değil.

Kaldı ki bu görüşmeden hemen sonra, Beyaz Saray’da kimliği açıklanmayan bir yetkili gazetecilere görüşmenin içeriği ile ilgili bilgi veriyor. Bu basın toplantısının çözümü Başkanlık internet sitesine konuyor ve orada konuya açıklık getiriliyor.

Bir gazetecinin, "PKK ile mücadele çerçevesinde Türkiye’nin hangi çabaları sarf etmesini istiyorsunuz" sorusuna yanıtta bu beklenti şöyle ifade ediliyor:

"PKK konusu ve bu sorunla ilgili çeşitli çözümler geniş biçimde tartışıldı. Tartışma, PKK sorununa geniş kapsamlı çözüm çerçevesindeydi. Bu da sadece askeri eylem değil, bunun yanı sıra, Türkiye’nin içinde güneydoğunun ekonomik, siyasi ve toplumsal gelişmesini de içeren siyasi eylem anlamına geliyor... Biliyorsunuz biz de dünyanın değişik yerlerinde teröristlerle mücadele ediyoruz. Teröristlerin çeşitli gruplara çekici gelmemeleri için aternatifler oluşturmak durumundasınız. Tartışma bu noktada oldu."

* * *

BEYAZ
Saray’ın bu açıklaması, bir sürpriz değildi. Cumhurbaşkanı Gül neye kızdı bilemiyorum.

Bush’un bu konuyu gündeme getirmesine mi, yoksa konunun görüşmede ele alındığının Beyaz Saray tarafından açıklanmasına mı?

Ama bir vatandaş olarak ben, bu konunun muhatabı olmaktan sıkıntı duyuyorum. Kürt sorunu ile ilgili Türkiye kendi çözümlerini ortaya koyabilmeliydi.

"Üniverisitelerde Kürt dilinin incelenmesine fırsat tanınsın" diyen Kürt kökenli vatandaşlarımız ile PKK arasına net çizgi, ilkinin taleplerinin ciddiye alınmasıyla çekilebilmeliydi. Bu meseleyle ilgili her talep, öneri "bölücü"lük olarak değerlendirilmeyebilirdi.

Daha çok örnek verebilirim ama kısaca söylemek gerekirse Türkiye, şimdiye kadar bu soruna kendi ekonomik, siyasi, toplumsal çözüm önerilerini hazırlasaydı Beyaz Saray ile bu konuları geniş biçimde ele almaya gerek kalır mıydı?

"Biz yapılması gerekenleri yaptık yapıyoruz. Siz terörden bahsedin, ona karşı siz de üzerinize düşeni yapıyor musunuz?" yanıtı o zaman daha rahat verilirdi.

Bu sorumluluk sadece AKP’nin değil, muhalefetin de payı büyük. Bugüne kadar verilen sözlerin hiçbirinin arkası gelmedi. Ciddi bir plan ortaya konmadı.

CHP’ye büyük sorumluluk düşüyor. Hálá sosyal demokrasinin siyasi temsilcisi olduğu iddiasını taşıyorsa tabii.

* * *

ŞİMDİ
, dendiydi denmediydi tartışmaları ile konuyu boğuntuya getirmememiz gerekiyor.

Bu konu konuşuluyor ve konuşulacak. Soruna kendi çözümünü üretmek, bunu halka anlatmak ve şeffaf bir süreci hayata geçirmek zamanı geldi.

Dışarıdan gazel okuyanları susturacak en etkili önlem bu.
Yazının Devamını Oku

Farklılıklar zenginliğimiz değilmiş meğer

7 Ocak 2008
AKP’yi "marka"laştırma çalışmasında öne çıkan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sık sık kullandığı bir mesaj var.<br><br>"Farklılıklarımız zenginliğimizdir!" Kulağa nasıl da hoş geliyor. Ne kadar "şık!"

Ama Diyarbakır’daki terör olayından sonra bölgeye giden Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, sivil toplum örgütü temsilcilerine söyledikleri hiç de "şık" olmamış.

Aslında yorum çok güzel ve ben ona tamamen katılıyorum ama maalesef iğreti şıklık olmuyor. Başbakan’ın sözleri "farklılığımız zenginliğimizdir" anlayışını yansıtmıyordu.

Dün ziyaretin izlenimlerini almak için Diyarbakır’ı aradım. Başbakanla görüşmeye katılmış olan sivil toplum kuruluşlarından bazılarının temsilcileriyle konuştum. Onlar da 2005’e göre Başbakan’ın "geride" durduğu görüşünde.

Sivil Toplum kuruluşlarının üzerinde ısrarla durdukları konu demokratikleşme ortamının kesintiye uğramaması.

Terör eylemini mahkum eden kınamalarında da terörle hiç bir yere varılamayacağını vurguluyorlar, şiddeti demokratik hakların genişletilmesinin önünde ciddi engel olarak görüyorlar.

"Bölgenin kalkınması, GAP, teşvikler gibi ekonomik meseleleri konuşmadık. Başbakanı Diyarbakır’a davet edeceğiz, o zaman gündeme getireceğiz. Çünkü bu kısa bir taziye ziyaretiydi. Cumartesi günü sadece toplumsal meseleleri konuşmak istedik" diyorlar.

* * *

15 sivil toplum örgütü temsilcisinin dile getirdiği konular arasında radyo ve televizyon yayınlarında Kürtçe saat sınırının kaldırılması isteği de var.

Diyarbakır Ticaret Odası Başkanı Mehmet Kaya, "Bugün artık Kuzey Irak’tan yayın yapan birçok kanal var. Halk bölgede bütün gün bu kanalları izliyor. Neden burada yaşayan insanlarımız Irak televizyonlarını izlesin?" diyor.

Geç bile kalındı. Kürtçe yasağı kalktığında bu olanak sağlansaydı bölge insanı, her şeyden önce Türkiye’nin sesini duyacaktı.

Ama bu isteğe Başbakan’ın verdiği yanıt, salonda tam bir soğuk duş etkisi yaratıyor. Erdoğan, Avustralya’dan örnek veriyor itiraz ederken:

"Ben Avustralya’ya gittiğimde gördüm. Orada 150 bin Türk yaşıyor ve sadece iki saat Türkçe yayın yapılmasına izin veriliyor."

* * *

DİYARBAKIR
Ticaret Odası Başkanı Mehmet Kaya, "Buradaki Kürtlerle, göçmen olarak Avustralya’ya giden, orada yabancı durumunda olan Türkler arasında ilişki kurulmasını doğru bulmadık" diyor.

İşte Kürt sorunu bu.

Ayrımcılık böyle bir şey. En iyi niyetli olduğunuz anda bile ortaya çıkıverir.

Kürt kökenli Türk vatandaşları ile Avustralya’ya giden Türkler arasında benzerlik kuruverirsiniz.

Türkiye Kürtlerini, Çerkezleri, Lazları ve gövdemizi oluşturan daha birçok farklı dini ve etnik grubu Türkiye Türkleri kadar bir bütünün eşit parçaları olarak hissetmiyorsanız, bilinçaltınızda onların "yabancı unsurlar" olduğu algısı varsa paralellik görürsünüz.

Ana dillerini öğrenmek ve zenginleştirmek isteyen Kürt vatandaşlarınıza, "Bu ülkede sadece Kürtler yok. Ya Lazlar, Çerkezler de aynı şeyi isterse? Birlikteliğimizi nasıl sağlayacağız?" deyiverirsiniz.

"Farklılıklarımız zenginliğimizdir" mesajı da zayıf bir "marka çalışması" olarak lafta kalır.

Siz fark bile etmezsiniz. Ama eden eder.
Yazının Devamını Oku

Neden PKK’yı terk etmek zorunda kaldılar

6 Ocak 2008
NEDEN aniden durum değişti? Ne oldu da PKK’nın Kuzey Irak’ta elini kolunu sallayarak dolaşmasına siyaset yapmasına göz yumanlar tavır değiştirdiler? Neden PKK’ya kurtuluş hareketi gözüyle bakanlar, bu yaklaşımı terk ettiler?

PKK’ya yakın yayın organlarında Diyarbakır’daki patlamayla ilgili çeşitli komplo teorileri üretilse de bunların alıcısı pek kalmamış görünüyor.

Ne yazık ki, Türkiye’de komplo teorilerine uygun bir ortam var. O çok özlediğimiz şeffaflık bir türlü sağlanamadı. Kendini devletin sahibi sanan çeteler nedense temizlenemedi.

Hiçbir işin adı açık ve net biçimde konamıyor. Suçlu kim? Bu sorunun yanıtı hep havada kalıyor.

Ama bütün komplo teorilerine rağmen dünya, patlamanın arkasında PKK’nın olduğunu düşünüyor.

Örneğin, Avrupa Birliği dönem Başkanı Slovenya, "terör saldırısını" şiddetle kınadı. NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer, sözcüsü aracılığıyla "NATO’nun terörle mücadele alanında Türk halkı ve hükümetiyle dayanışma içinde olmayı sürdürdüğünü" açıkladı.

Irak Kürdistan Yönetimi de, terörü aynı sertlikte kınayanlar arasındaydı.

***

PKK
konusundaki değişimin iki dönüm noktası var. Birincisi DTP’lilerin Meclis’e girmesi ve Kürt meselesinin çözümü için siyasi platformun tüm olanaklarını sunmaya başlaması. İkincisi ve daha önemli olanı ise ABD’nın Irak’ın toprak bütünlüğü konusunda karar vermesi.

Bu kararın kalıcı olacağı hesabını yapmak için zaman henüz erken olsa da seçim ortamına girilmesi zorlayıcı bir etken.

Cumhuriyetçi Başkan adaylarından Rudolf W. Giuliani’nin dış politika danışmanlarından Charlie Hill’in üç gün önce El Ahram Gazetesi’nde yayınlanan söyleşisi ilginçti.

Hill, "Irak’ın hem bağımsız bir ülke olması hem de uluslararası toplumla uyumlu hale gelmesi nasıl mümkün olacak?" sorusuna şu yanıtı veriyor.

"Irak toprak bütünlüğünü korumalı. Yönetebilen bir hükümeti olmalı ve ülkenin her tarafına uzanabilmeli ve ülkeyi dışarıda temsil edebilmeli. Bence bu olmaya başladı. Şimdi önemli olan PKK’nın durumu. Bu Türkiye ve Irak için kriz yaratıyor. Afganistan’da yeni hükümetten önce durum nasıldı, ya da şimdi Somali’de, oralara bakın. Irak’ın da bir köşesi bugün ne merkezi hükümet ne de bölgesel yönetim tarafından denetlenebiliyor. Orada, uluslararası sistemin dışında kalan ve yönetilemeyen bir toprak var. Ve oradan bir terör örgütü Türkiye’ye karşı eylemler yapıyor. Bu yüzden de Türkiye’nin müdahale hakkı doğuyor bana göre."

***

PKK
Irak’ta da istikrarı tehdit eden unsurlar arasında değerlendiriliyor.

Türkiye’de kendilerini ve siyasi geleceklerini PKK’nın ipoteğinden kurtaramayanlar, bu gelişmeyi doğru okuyabilirlerse siyasi çözüm seçeneğine çok daha ciddi sarılabilirler.

Aslında bu toprakların hayat hikayelerini acılarla yoğuran kayıp yılları telafi etmek için çok değerli fırsatlar var.

Bu fırsatları kullanabilmek için şiddetin değil, siyasetin bütün araçlarını seferber etmek zorundayız. AKP’nin bu konuda hazırlık yaptığını duyuyoruz. İnsanları rahatlatacak, şiddeti geriletecek en ufak adımın bile yararı olur ama bu adımların birlikte, tartışılarak ve talepler göz önüne alınarak atılması daha iyi sonuç verir. DTP’nin bu süreçten dışlanmaması gerekir.

***

ARKADAŞLARI
, hamileri, yandaşları birer birer PKK’yı terk ediyor. Uluslararası sistemi istikrarsızlaştıracak nedenler, iki kutuplu dünya döneminden çok fazla.

Sistem kendini korurken, kontrol edilebilirlikten uzaklaşan oluşumlar dışlanıyor. PKK’nın başına gelen de bu.

Demek ki, son zamanlarda kontrolün dışına çıktı.
Yazının Devamını Oku

AB, Kıbrıs’ta bölünmeyi Euro ile tamamladı

4 Ocak 2008
KIBRIS’ın bu yıl başından itibaren euro’ya geçişi ile Ada’daki durum daha karmaşık hale geldi. KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın, dün Ankara’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından en üst düzeyde karşılanışı, bu durumu uluslararası kamuoyunun dikkatine getirmeyi amaçlıyor.

Çünkü Avrupa Birliği, kendi içinde müktesebatı tam olarak uygulamaya koyamayan bir ülkeyle entegrasyonun son noktası olan para birliğine gidiyorsa, bunun tek bir anlamı olabilir.

Avrupa Birliği, bu adımıyla Kıbrıs Türk kesimini gözden çıkarttığını artık gizlemiyor.

Ortak para biriminin yürürlüğe girmesiyle birlikte Kıbrıslı Türklerin kendi kaderlerine terk edilmeleri, "kendi kaderini tayin hakkı"nı da belirgin biçimde siyaset gündemine taşıyor.

Eteklerim zil çalarak, "Haydi öyleyse ne duruyorsunuz, Kosova modelini izleyin. KKTC’nin tanınması için kampanya başlatılsın" demiyorum.

Ama KKTC için yeni çözüm arayışı sürecinin başladığının altını çiziyorum.

* * *

KIBRIS
eurosunda Rumca’nın yanı sıra Türkçe de var. Ama Rum siyaseti, paranın yüzündeki yeni yaklaşımı, zihniyet kalıplarını kıracak düzeye taşıyamıyor henüz.

Rum Dışişleri Bakanı Markulli, ortak parayla ilgili açıklamasında bakın ne diyor: "Euro’ya geçiş, Kıbrıs Türklerinin bu sorunu çözmelerine yardım etmeleri için yeni bir teşvik olacak. Avrupa’ya ne kadar yakınlaşırsak, ilişkilerimiz ne kadar derinleşirse birleşme kolaylaşacak."

Birleşmenin kolaylaşması, sorunun Türk tarafının var olan devlete "iltihak"ıyla çözüleceği beklentisini vurguluyor.

Ortak para alanına girmesiyle birlikte daha da güçlenecek ve zenginleşecek olan Kıbrıs hükümeti "Kuzey"in paranın çekim gücüne daha fazla dayanamayacağı hesabını yapıyor.

* * *

KIBRIS
Rum Yönetimi, uluslararası platformda iki konu üzerinde ısrarla duruyor. Birincisi Annan Planı. Şubat seçimlerinden sonra BM denetiminde başlayacak olan yeni görüşme sürecinde bu plan artık yok.

Üzerinde ısrarla durdukları ikinci nokta ise, Avrupa Birliği belgelerinden çıkması için çaba sarf ettikleri ve belli ölçülerde başarılı da oldukları bir başka konu. "Türkiye’nin Annan Planı’nı destekleyerek Ada’da çözüme destek verdiği"ni unutturmaya çalışıyorlar. Bu cümlenin AB Aralık zirvesinin belgelerinden çıkartılmasını sağlamayı büyük başarı olarak kutladı yönetim.

Annan Planı öncesi duruma dönüp Türkiye’yi çözüm istemeyen taraf olarak göstermek ve okların kendi üzerlerinden Ankara’ya dönmesini sağlamak önümüzdeki dönemin hedefi. KKTC’ye uygulanan izolasyonlarının kaldırılmasının önünü kesmek, ambargo politikalarının Türkiye ve KKTC’yi sıkıştırması Rum siyasetinin 2008’in oyun planı.

Bu plan başarılı olabilir mi? Eğer Türkiye ve TÜrk tarafı atak ve yaratıcı siyasetler üretebilir ve referandum sonrası rehavetten kurtulabilirse bu plan başarılı olamaz. Türk tarafının eşitliğini güvence altına almayan, Rumları güvende hissettirmeyen hiçbir girişim başarılı olamaz.

Avrupa Birliği Kıbrıs’ta bölünmeyi euro ile tamamladı. İş, bu gerçeği ve sonuçlarını kavratabilmekte.
Yazının Devamını Oku

Yüzleşme yılında formül 3 T

31 Aralık 2007
YILBAŞI için çocuklar eve döndü. Arkadaşları da. Neşeli masa başı sohbetlerinden birinde 2008 yılının sihirli formülünü bulduğumu söyledim onlara. Merak ettiler. "3T" dedim "Bu yıl öyle bir yıl olacak ki, onu sıkılmadan, üzülmeden atlatmanın anahtarı 3T’de. Tedbir, temkin, tahammül."

"İçimizi şişirttin"
dediler, karşı çıktılar sonra bütün gece benimle dalga geçtiler. Onlar, HZD’yi "hopla, zıpla, durma" formülünü tercih ediyorlardı ama yine de kulaklarına küpe oldu 3T.

Hrant Dink cinayeti ile başlayan 2007, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gölgesinde geçti ve maalesef boş bir yıl oldu. Reformlar rafta kaldı. Biriken sorunlara köklü çözüm kapılarını aralayabilirdi. Olmadı, sorunların üst üste yığıldığı bir yıl oldu.

2008’de bu sorunlarla yüzleşeceğiz. Her yüzleşme sürecinde olduğu gibi en tabu konularından, halının altına süpürülen en sıradan sorunlarına kadar birçok konu ile bu yıl yüzleşmek hatta hesaplaşmak durumunda kalmanın risklerini yaşayacağız.

* * *

EKONOMİ
’yi uzmanlarına bırakıyorum ama göstergelerin önümüzdeki yıl zorlu bir dönemi haber verdiğini artik herkes kabul ediyor. Kemer sıkmaktan, büyüme hızının yavaşlamasından, zorunlu zamlardan, işsizlikten daha çok söz edeceğiz önümüzdeki yıl. Dünyadaki olumsuz gelişmeleri de hesaba katarsak siyasi açıdan zorlu bir yılın ekonomik ikliminin de pek ılıman olmayacağı anlaşılıyor.

Sınır ötesi operasyonun tozu dumanı kalktığı zaman altından ne çıkacağı henüz belli değil. Eve dönüş yasasını çekici hale getirme çabaları, o yüzleşme günlerinin habercisi.

Bu hazırlığın yeterli olup olmadığını, nelerin gerektiğini, nelerin mümkün olmadığını önümüzdeki yıl tartışacağız. Duymak istemediklerimizi duyup onlara yanıt arayacağız. Uzlaşma istiyorsak önce dinlememiz gerektiğini öğreneceğiz. Kolay olmayacak.

Bu yıl sorunlarımızla yüzleşmek zorundayız. Bazı konular bir süre daha buzdolabında bırakılsa bile bazılarını mutlaka konuşacağız. Çözüm arayışında engellenecek, tıkanacak, zorlanacak, çekişeceğiz.

Yeni Anayasa’yı da bu yıl konuşacağız. Belki ilk kez, nasıl bir Türkiye sorusuna, demokratik bir ortamda çoğulcu bir arayışla yanıt bulmaya çalışacağız.

Her kesimin kendi malı olarak görüp diğerini dışladığı Türkiye için ortak bir gelecek tasarlayacağız. Anayasa tartışmalarında kendimizle yüzleşecek huysuzlaşacağız.

* * *

TÜRKİYE
’nin yüzleşme yılına dünyadaki gelişmeler de pek yardımcı olmayacak gibi duruyor. Kuzey Irak operasyonunda ABD ile işbirliği Türkiye’yi Irak’ta Washington’a daha da yakınlaştırıyor. 2007’den önümüzdeki yıla ertelenen Kerkük sorunu Türkiye’yi bu yıl daha çok içine çekecek. BM’ye bırakılan çözüm sürecinde "kenarda durmak" bile Türkiye’nin işin içine girmesini gerektirecek. İç politikada tartışılacak, evirilip çevrilecek!

İran, ABD’nin gündeminden düşmeyeceği için Türkiye’ye yerine getirilmesi güç talepler gelebilecek, her iki taraftan da.

Ermenistan’daki bakanlık seçimleri ve soykırım iddiaları bu meseleyi daha ciddi biçimde gündemimize taşıyacak. Bu yıl konunun Amerikan Kongresi’nde ne kadar zor atlatıldığını anımsarsak, ABD’de seçim yılı olan 2008’de işlerin daha da zorlaşacağını söylemek kehanet olmaz. Ve artık "tarafsız tarihçiler" argümanı üzerinde yan gelip yatılamaz. 2008’de konuyu ele almak, sorun ile yüzleşmek ve yeni politikalar üretmek için daha çok çalışmak gerekliliği dayatacak.

İşte bütün bu nedenlerle 3T diyorum.

Yüzleşmeler yılı 2008’in risklerini azaltmak için "temkin", krizleri doğru yönetmek için "tedbir" ve sorunları kalıcı uzlaşmalarla aşabilmek için de "tahammül" diyorum.

Bir dahaki yıl gençlere HZD’yi önerebilmek, "Hopla, Zıpla, Durma Türkiye" diyebilmek için bu yıl 3T.

Temkin. Tedbir. Tahammül!
Yazının Devamını Oku