Ferai Tınç

İtalyan bakanlarda on yılda büyük değişim

23 Kasım 2007
İTALYA ile Türkiye arasındaki ilişkileri güçlendirmek için dört yıl önce kurulan ve iki ülkenin dışişleri bakanlıkları tarafından desteklenen Türk-İtalyan Forumu’nun dördüncüsü, büyük bir değişim dersi verdi. Dün sabah İtalyan Dışişleri Bakanı D’Alema’yı dinlerken, Abdullah Öcalan’ın İtalya’ya gidişi sırasında İtalyan Başbakanı olarak yaptığı açıklamalar gözümün önüne geldi.

Dokuz yıl önce D’Alema. Sovyetlerin dağılmasından sonra Kürt meselesini yeni bir ideolojik misyon edinen bütün İtalyan solcuları gibi Türkiye-İtalya arasındaki ilişkilerin derinliğinin farkında değildi. Öcalan’ı bir kurtuluş savaşı lideri gibi karşılamış, bu noktadan geri adım atamamıştı.

16 Kasım 1998’de Roma’da Başbakanlık’taki basın toplantısında, aralarında bulunduğum Türk ve İtalyan gazetecilere Öcalan için terörist diyemeyeceğini şöyle açıklamıştı: "Kimsenin kişiliğiyle ilgili bir değerlendirme yapamam. Kürt halkını terörist kategorisine sokmak zordur. Kürt halkı asırlardır değişik ülkelerde değişik rejimler altında yaşıyor. Bu çok eski bir hikaye tarafların zaman zaman terör uyguladıkları bir süreç."

* * *

DÜN
ise İtalyan Dışişleri Bakanı olarak dinlediğimiz Massimo D’Alema, bu kez Türkiye’nin "teröre karşı mücadelesine" destek veriyordu.

"Irak’tan Türkiye’ye yönelen terör saldırıları kabul edilemez" diyordu. Bu saldırıların engellenmesi için "uluslararası desteğin" önemli olduğunu söylüyordu. İtalya’nın, "PKK terörünü kesin biçimde lanetlediğini" vurgulayarak Türkiye’ye bazı dostça tavsiyeleri olduğunu da sözlerine ekliyordu.

"Türkiye’nin Irak’tan gelen terör saldırılarına karşı kendisini savunma hakkı sorgulanamaz"dı ama terörle mücadelenin kontrollü, ölçülü ve Iraklı yetkililerle diyalog içinde sürmesi dostça tavsiyeleriydi İtalyan Dışişleri Bakanı’nın.

Türkiye ile İtalya ilişkilerinin bozulmasında büyük rolü olan D’Alema, dokuz yıl sonra, "Türkiye bizim için Avrupa Birliği içindeki büyük dostlarımız kadar önemli bir müttefiktir" deme noktasına gelmişti.

* * *

"TÜRKİYE’nin üyeliği Avrupa Birliği’nin değerini artıracaktır. Türkiye, Avrupa’nın güvenliği açısından anahtar ülke konumundadır"
diyen D’Alema, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine en fazla destek veren Avrupalı siyasetçilerden biri bugün.

Bir diğeri de, eski Dışişleri Bakanı, şimdi Avrupa Parlamenteri Gianni De Michelis.

De Michelis’i, dışişleri bakanı olarak Türkiye’ye ilk ziyaretinde, 25 Temmuz 1990’da tanımıştım. Türkiye’nin Avrupa’ya üye olamayacağı mesajını vermişti. Benim de ilk köşe yazım De Michelis’in bu tavrı üzerine idi. "Zaten biz de Avrupa’yı istemiyoruz" demiştim.

İkimiz de değiştik. De Michelis, Türkiye’siz bir Avrupa’nın geleceği olmadığını söylüyor, ben de Avrupa vizyonunun Türkiye’nin güçlenerek ilerlemesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Dün sohbet ederken, 17 yıl önce söylediklerini anımsattım.

"Evet o zaman öyle söylüyordum. Çünkü soğuk savaştan yeni çıkmıştık. Türkiye’yi ve Avrupa’yı farklı değerlendiriyordum. Türkiye’nin Avrupa’ya katkısı olacağını düşünmüyordum. Bugün farklı düşünüyorum. Türkiye’siz bir Avrupa’nın geleceği yok. Türkiye ile Avrupa arsındaki sorunlar müzakere sürecinde çözülecek. Tartışarak ve Avrupa’nın geleceğini birlikte tasarlayarak olacak bu."

Geleceği birlikte tasarlamak, birlikte değişmek demektir.

İki bakan ve iki değişim deneyimi bunu kanıtlamıyor mu?
Yazının Devamını Oku

Parti kapatmak ya da kapattırmak

19 Kasım 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın DTP’nin kapatılması konusundaki tavrı açık. "Bizim hükümet olarak görevimiz demokratik zemini korumak" diyor. Erdoğan’ın bu açıklamasından DTP’nin kapatılmasına karşı olduğu anlaşılıyor.

AKP, ilke olarak siyasi partilerin kapatılmasına karşı. Bu konuda deneyimliler.

Demokratik zemini korumak ne kadar hükümetin göreviyse onu geliştirip genişletmek de hükümetin sorumluluğundadır.

Ama bir parti kendisini kapattırmaya kararlıysa o zaman hükümetin de işi zorlaşıyor.

DTP’nin Van mitingindeki konuşmalar, "direniş" çağrıları, kriz tırmandırma taktiklerinden medet uman bir siyaset anlayışını açığa çıkartıyor.

Son günlerde ortaya çıkan tabloyu ilginç kılan da bu.

Hükümet, muhalefetin bir kısmı ve medya DTP’nin kapatılmasına karşı sesini yükseltiyor, DTP kendisini kapattırmak istiyor.

Bu durumda Erdoğan’ın ikinci önemli açılımı da tehlikeye giriyor.

Başbakan’ın, "silahlarınızı bırakın siyaset yapın" çağrısı da belli ki sadece kendi görüşü değil.

Bunun parti görüşü, dolayısıyla hükümet pozisyonu haline geldiği anlaşılıyor.

Merak ettiğim bir şey var. Acaba hükümet bu konuda ne kadar samimi, pardon şöyle sorayım ne kadar kararlı?

Siyaset sahnesinde Kürtlere yer açmak ilke olarak, teröre karşı en doğru seçim, ama içi dolu olursa. Arkası gelmezse, siyasetle bir yere gidilemeyeceği kanısını güçlendirir.

Pekiyi nasıl dolacak bu açılımın arkası?

Her halde ilk yapılacak iş düşünce ve ifade özgürlüğü ortamının olgunlaşması için gerekli adımların derhal atılması olmalı.

DTP milletvekilleri ağızlarını açtıklarında linç kültürü harekete geçerken "siyaset yapın" çağrısı havada kalmaz mı?

Diyarbakır’da askerler "tek dil" sloganları atarak yürürken, siyasete davet anlamsızlaşmaz mı? Bu açılım boş bir nasihat olarak kalmamalı.

Bu noktada Meclis’teki DTP milletvekillerine de iş düşüyor.

Hükümetin, bugünkü koşullarda hiç de kolay olmayan bu açılımını dikkate alıp, diyalog ortamını geliştirmek için işin bir ucundan da onların tutması gerekiyor.

KOSOVA YOKSUL VE FAKAT BAĞIMSIZ

CUMARTESİ günü seçimlere katılım az olsa da, Kosova bağımsızlık için geri saymaya başladı. Seçimleri önde tamamlayan Kosova Demokratik Partisi’nin başkanı ve bir zamanlar Sırpların terörist olarak nitelediği Kosova Kurtuluş Ordusu UÇK’nın lideri olan yeni Başbakan Haşim Taci 10 Aralık’ta bağımsızlık ilan edeceklerini açıkladı. Rusya’nın karşı çıkmasına rağmen, ABD bağımsızlığı destekliyor.

Yugoslavya dağılırken, bir Sırp yetkiliden duyduğum sözler kulaklarımda çınlıyor. "Her tarafı bırakırız ama Kosova imkansız. Orası bizim tarihi kimliğimizin bir parçası. Ayrıca zengin maden yatakları bulunan bir bölge. Oradan ekonomik olarak vazgeçmemiz mümkün değil" demişti.

Şimdi, Sırbistan’a büyük gözdağı veriliyor. Geçen hafta Kosova’daki NATO askerlerinin sayısı artırıldı. ABD, "Eğer bağımsızlık ilanından sonra bir harekete kalkışırsanız NATO tepenize biner" uyarısını da yaptı. Kosovalı Türkler de artık bağımsızlığı destekliyorlar. Yeni anayasa, Türklerin de katkısıyla hazırlanacak.

Kosova, yoksulluğun, işsizliğin, elektrik kesintilerinin ağır baskısı altında eziliyor. Yolsuzluk kol geziyor. Ama bağımsızlık, sanki sihirli bir reçete. Bu dertlere deva olmayacağı bilinse de.
Yazının Devamını Oku

Çağın korkutan sırrı

18 Kasım 2007
ÇAĞIN korkutan sırrını ilgililer biliyor ama söylemiyorlar. Biz gölgelerle boğuşurken, onlar gerçeği görüyor ama açıkça uyarmıyorlar.

"Petrol bitiyor" demiyorlar.

Petrol bitiyor. Saltanatının iki yüz yılı aşmayacağı anlaşılan petrolün varil başına fiyatının, on yıl içinde 380 dolara tırmanacağı tahminleri yapılıyor.

Bugünkü yaşam biçimini kökten zorlayacak bir sürecin başındayız.

Rezervler azalıyor, talep artıyor, petrol bulmak için daha derinlere inmek gerekiyor.

Petrol fiyatlarındaki artışın geçici olmadığını gösteren üç ana unsur.

Amerikan Enerji Bakanı Samuel Bodman’ın Cuma günü yaptığı konuşmanın satır aralarında bu sırrın ipuçları vardı.

Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu DEİK’in şemsiyesi altında faaliyet gösteren Türk-Amerikan İş Konseyi’nin düzenlediği öğle yemeğinde konuşan Bodman, 2030 yılına kadar elektrik tüketiminin ikiye katlanmasını beklediklerini söyledikten sonra "Başkan Bush ile birlikte küresel enerji güvenliğini ABD ulusal güvenlik konseptinin merkezine yerleştirmeye karar verdik" dedi.

Amerikalı enerji bakanı Türkiye’nin, konumu nedeniyle "hayati bir küresel enerji kapısı" olduğunu söyledi.

"ABD, enerji geleceğini Türkiye ile paylaşmak" istiyordu.

***

ŞİMDİYE kadar farklı mıydı? "Komünizme karşı ortak gelecek paylaştığımız"
söylemi ardında yine paylaşım haritasının temeli aynı idi. Enerji.

Ama artık açık biçimde ortaya konuyor. Söylem farkı ilişki biçimini de netleştiriyor. Enerji geleceğini ABD ile paylaşmak, kabaca Rusya’nın petrol ve doğal gaz tekelinin kırılmasında rol üstlenmek, İran’ın Hazar havzası petrollerine alternatif olmasına izin vermemek anlamına gelir.

Enerji geleceğinin paylaşımı, artık sadece petrol ile sınırlı değil. Bu "paylaşım"ın edilgen unsuru olmamak için bugünden geleceğin enerji vizyonu üzerinde daha fazla düşünüp, daha fazla tartışmaya ihtiyaç var.

En kısa zamanda uluslararası bir "Temiz Enerji Konferansı" toplayıp artık bu konulara ağırlık verilmesi gerektiğini söyleyen Amerikalı Enerji Bakanı Bodman’ın Türkiye ile ilgili saptaması dikkatimi çekti...

"Eski bir iş adamı olarak, Türkiye’nin temiz enerji yatırımları için ideal bir yer olduğunu düşünüyorum" dedi Bodman. Sonra da önceliğini ortaya koyan bir davette bulundu.

Bodman, Türkiye’yi, ABD Başkanı Bush’un geçen yıl ortaya attığı Küresel Nükleer Enerji Programı’na üye olmaya davet etti.

***

KÜRESEL
Nükleer Enerji Ortaklığı (GNEP), ABD ve Rusya’nın küçük ülkelere reaktör yakıtı vermesini ve kullanılmış yakıtı yeniden kullanılır hale getirmelerini öngörüyor.

Ama, daha üç hafta önce Amerikalı bilim adamları, bakanın Türkiye’yi davet ettiği bu programın durdurulmasını istediler.

17 ülkenin üye olduğu bu program hakkında, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi’nin Ulusal Araştırma Konseyi, bu projenin finansal ve teknik riskleri olduğuna karar verdi.

Petrol sonrası dönem nasıl olacak? Nükleer ortaklık değil, nükleere bile gerek duyurmayacak zenginlikte temiz enerji kaynaklarına sahip bir ülke Türkiye. Yasal düzenlemeler yapıldı, hazırlığa başladık bile diyeceksiniz. Yetmez. İnsanları evlerinde, iş yerlerinde rüzgar enerjisi, güneş pilleri gibi temiz enerji kaynakları kullanmaya teşvik etmeden, tasarruf politikaları geliştirmeden bu yeni geleceğe hazırlanabilir miyiz?
Yazının Devamını Oku

Annapolis neden dönüm noktası

16 Kasım 2007
ÇANKAYA’daki yemekten önce İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, masalara Türkçe çevirisi dağıtılan konuşmasını bir kenara bıraktı, "Kalbimden gelenleri söylemek istiyorum" diyerek içinden geldiği gibi konuşmaya başladı. "Türkiye, daha önce öngörülmeyen bir şekilde çok önemli bir rol oynamaktadır. İslamiyetin geleceğe dönük yüzünü Türkiye temsil etmektedir. Türkiye, İslamiyetin derinliklerini taşıyan bir ülke olarak bugün halklar ve dinler arasında barış olabileceğini gösteriyor. Türkiye, tarihte yeni bir sayfa açıyor, bir yandan umut meşalesini taşırken, öte yandan beraberlik ateşini yakıyor."

Yaşayan devlet adamları arasında entelektüel derinliğine en fazla hayranlık duyduğum politikacı olan Peres, ertesi gün Meclis’teki konuşmasında da "Barış geçici bir menfaat değildir. Savaş gibi tek taraflı olamaz, umut gibi çok taraflı olmalıdır" diyordu.

* *Ê*

FİLİSTİN ve İsrail liderlerinin Ankara’daki buluşması, Meclis’te yaptıkları konuşmalar, bazıları tarafından Türkiye’ye aşırı bir önem atfeden biçimde yorumlanırken, kimileri de aşırı küçümsediler.

Gerçek ise her zaman olduğu gibi yine ikisinin ortasında.

Annapolis Zirvesi öncesindeki bu buluşma ve bunun Türkiye’de gerçekleşmiş olması, Ortadoğu’da sadece bölge içi aktörlerin değil ABD gibi bölge dışı aktörlerin de Türkiye’den beklentilerinin olduğunu gösteriyor.

Türkiye bu beklentilere yanıt veriyor mu? Evet. Büyük ölçüde veriyor.

Belki inisiyatif ortaya koyup, bunu sonuca ulaştıracak bir rol değil bu.

Ben yardım etmesem haliniz harap olur dedirtecek bir konum da değil.

Herkesle iyi geçinmeyi temel alan bu siyaset çizgisi, Türkiye’yi başkaları tarafından çizilen siyasi yol haritalarının uygulanabilmesi için yardımı istenecek bir ülke haline getiriyor.

Annapolis toplantısı öncesinde, ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın defalarca, konferansın başarıya ulaşması için uluslararası desteğin öneminden söz etmesi göz önüne alındığında, Türkiye’nin rolünün önemi daha iyi kavranıyor.

Bu ay sonu, Annapolis Konferansı’nda dört yıldan beri kapalı duran bir defterin, Ortadoğu barış sürecinin kapağı aralanacak. Bu küçük adımın, desteğe ihtiyacı ise çok büyük.

* * *

TOPLANTIYA davet edileceklerin listesi önümüzdeki hafta açıklanacak. Türkiye, büyük bir olasılıkla bu listede yer alacak. Arap Birliği ülkeleri, İsrail ve Filistin’in yanı sıra Suriye’nin katılıp katılmayacağı henüz belli değil. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, "Golan’ı görüşmedikten sonra oraya gitmemizin anlamı yok" demişti ama durum önümüzdeki hafta kesinleşecek.

Bu toplantının gündemi de henüz net değil. Ortak bildiri çalışmaları ekimden beri sürüyor. Filistinliler, barış görüşmelerine hemen bu toplantıdan sonra başlanması için ısrarlılar. Bu yeni süreçte, ABD Başkanı Bush’un 2002’de iki devletli çözümü önerdiği "Yol haritası" ve Arap Birliği’nin, Golan’dan çekilmesi karşılığında İsrail’in, Birliğe üye tüm Arap ülkeleri tarafından tanınmasını öngören "Barış Planı" temel alınacak.

Bu toplantı ile ABD Irak öncelikli politikasından Ortadoğu sorununun çözümüne dönüyor.

Bu süreçte herkesin desteğine ihtiyaç var. Avrupa Birliği ülkeleri dışişleri bakanları pazartesi günü konuyu görüşmek üzere toplanıyorlar.

Annapolis Konferansı tam bir bıçak sırtı. Radikalliğe karşı ılımlı siyasetin zafer kazanması için belki de son bir fırsat.

Bu toplantı başarılı olmazsa ne Batı Şeria’da barışın, ne de Mahmud Abbas’ın geleceği olur.

Ortadoğu’da silah ve savaşla çözüm dayatanların borusu her taraftan duyulmaya başlar.
Yazının Devamını Oku

O resim

12 Kasım 2007
O resim Akşam Gazetesi’nde yayınlanmış ya da yayınlanmamış; Gerçekmiş ya da fotomontajmış.

DEP Milletveki Fatma Kurtulan’ın eşi Kuzey Irak’tan Türkiye’ye terör saldırıları düzenleyen örgütün üyesiymiş, evlilik sürüyormuş ya da sürmüyormuş.

Bütün bunlar ayrıntı.

Esas olan DTP’nin, Türkiye’nin eline geçen bir fırsatı değerlendiremeyeceğinin ortaya çıkmasıdır.

Eğer Kürtlerin kültürel haklarına öncelik veriyor olsalardı, uzlaşmalarla ittifaklar kurarak, bu hakları genişletecek adımları hayata geçirmek için hemen kolları sıvarlardı.

Güneydoğu’nun kalkınması, halkın ekonomik durumunun, yaşam koşullarının düzelmesi, tarımdan suya bölgenin sorunlarının çözümüyle ilgili hiçbir çıkışlarına tanık olmadık.

Kenan Evren’in bile Güneydoğu’da Kürtçe bilen devlet memuru gerekir dediği bir dönemde, anadille ilgili yeni anayasa tartışmalarına dahil olmaları beklenirken, onlar PKK ile Türkiye arasında arabuluculuk şovu ile meşgul oldular.

Son kongre ile birlikte DTP, sorunları çözmek üzere uzlaşma politikaları üretecek bir siyasi kuruluş değil, tersine kriz politikalarından medet uman bir hareket olduğunu gösterdi.

Eğer DTP gerçekten bir fırsatı değerlendirme bilincine sahip olsaydı en başından farklı tutum izlerdi.

Her şeyden önce bağımsız aday listesini çok daha dikkatli bir biçimde düzenlerdi.

* * *

YENİ
bir DEP olayının yaşanmasını artık mümkün görmüyorum. Şiddet olmadıkça her şeyi tartışabiliriz. Türkiye bu kültürü benimsemeye başladı.

Ama şiddeti kabul edemiyorum.

Bir elinde füzeler bazukalar, diğerinde zeytin dalı iki yüzlülüğüne tahammülüm yok.

Bu dayatma, ne tartışmaya yer bırakır ne de uzlaşma kültürüne imkan tanır.

Hele silahlarla böyle haşır neşirliği, şiddete teslimiyeti parlamentoya önemli sayıda kadını taşıyan bu partinin kadın milletvekillerine hiç yakıştırmıyorum.

Taşın altına elimizi koyacaksak hep birlikte olacak bu. Ben savaşa karşı sesimi yükseltirken senin elindeki makinelinin işi ne? Bunun tartışmasını bile yapmam.

* * *

İŞTE
şimdi, tam da DTP marjinal Kürt milliyetçisi parti kimliğini tercih etmişken, kendisini "kurban" Türkiye’yi "cellat" konumuna çekiştirerek iç ve dış destek peşine düşmüşken siyasete büyük iş düşüyor.

AKP’nin Güneydoğu’daki başarısı olmasaydı bunlar olur muydu bilmiyorum.

PKK kitle tabanının kaydığının farkında.

Teröre karşı mücadelenin siyasi yönü üzerinde her zamankinden daha ciddi biçimde durmak zorundayız.

Bunu yapmadıkça, komşularımızla ilişkilerimiz kadar, Türkiye’nin Ortadoğu’nun yeniden biçimlenen dengelerindeki yeri ve çıkarları da tehlikeye girecek.

Kürt sorununa açılım getirecek, bölgeyi ekonomik ve siyasi açıdan ferahlatacak, kendine ve devlete güvenini artıcak reform sürecinin düğmesine basmak için ne bekliyoruz?

Bu ortamda CHP Lideri Baykal’ın, Kuzey Irak açılımına Türkiye’den başlaması, tarihin seyrini değiştirecek değerli bir adım olabilir.

Israrcı siyasi mücadele deneyimine ve iktidar olanaklarına sahip olan AKP’nin de bu konuda çok iyi şeyler yapabileceğine inanıyorum.
Yazının Devamını Oku

Baykal’ın açılımının eksileri artıları

11 Kasım 2007
GERÇEK bir sosyal demokrat muhalefet ihtiyacına uzun vadede umut ışığı olur mu bilemem ama CHP lideri Baykal’ın Irak Kürtlerini kucaklama açılımı önemli. Yabancı basına baktığımda Türkiye, dünyaya ABD’den sonra en savaşçı ülke izlenimi veriyor.

Türkiye ile ilgili haberler hep Kuzey Irak’a yönelik savaş tehditleriyle ilgili.

Her gün, bir general, bir politikacı çıkıp savaştan söz ediyor. Vurduk vuracağız. Kimi? Komşumuzu.

Bu resim, meselenin özünü, terörü arka plana itiyor.

Baykal’ın çıkışı yabancı basında Türkiye ile ilgili haberlerin tonunu değiştirdi.

Anamuhalefet partisi liderinin kuzey Irak ile ilgili olarak, "iyi niyetli bir kardeşlik anlayışına dayalı olarak yaşama anlayışımızı, onlara yönelik dostane duygularımızı ortaya koyan bir yaklaşım sergilememiz gerekir" sözleri, az da olsa havayı dağıttı.

Baykal’ın açılımını Türkiye’nin imajını düzeltiyor diye değil, ama bugüne kadar eksikliği hissedilen bir süreci başlatmasını umarak dikkate alıyorum.

***

CHP
liderinin de söylediği gibi, Türkiye’nin terörizmle mücadele konusunda politikası yok. Bütün hükümetler gibi AKP de bu konuyu öncelikle askere sonra da "dış güçlere" havale ederek, sancılı bir tartışmadan ve siyasi sorumluluk üstlenmekten kaçındı.

Buna rağmen, bölgede kadınlara çocuk parası dağıtarak sempati ve oy toplamış olması bile atılacak daha ciddi adımların ne kadar değerli sonuçlar verebileceğini ortaya koyuyor.

Hemen her partinin bir "Kürt raporu" olmasına, hemen her liderin bir ara Diyarbakır’a giderek Kürt meselesinden söz etmesine rağmen bu konuda ciddi hiçbir adım atılmadı.

Şimdi Baykal, hem de Kuzey Irak’a ekonomik ambargolardan söz edilirken, bana göre gerekeni yaptı ve Türkiye’nin komşularına güleç yüzünü göstermesi çağrısında bulundu.

Baykal’ın önerileri hemen yapılabilecek şeyler.

Bir süre önce Iraklı bir gazeteci grup ile sohbetimizde, Türkiye’den başka tüm komşu ülkelerin Irak’ta onlarca radyo istasyonu ve televizyon kanalıyla Irak halkına seslendiklerini söylemişlerdi.

Üniversiteler kapılarını Irak Kürt, Arap ve Türkmen gençlerine açmakta geç bile kaldılar.

Baykal, "Irakla ticareti çoğaltalım, azaltmayalım" da diyor. Bunlar, CHP’nin Irak ve Kuzey Irak konusunda bugüne kadar benimsediği içe kapanmacı, ilişkileri teröre odaklayan açılımdan çok farklı bir yaklaşım.

Ama değinmediği, bana göre açılımın olmazsa olmazı bir şey var.

Baykal, teröristin içinde yaşadığı ortama sahip çıkmamız gerekiyor, onunla iyi ilişkiler kurmamız, ona sahip çıkmamız gerekiyor derken, hedefinin siyasi yapılanmalar, hükümetler devletler olmadığını söylüyor. Ama bu nasıl mümkün olacak? Yöneticilerini görmezden gelerek halkı kucaklamak kolay mı?

Örneğin, İran’ın biri Erbil diğeri Süleymaniye’de iki konsolosluğu var. İran da PJAK’a yönelik sınırötesi operasyonlar yapıyor, ama konsolosluklarından vazgeçmiyor.

Amerikan askerleri, 8 İranlıyı tutukladıktan sonra kapattıkları konsolosluklarını hafta içinde yeniden açtılar.

Benim anlamadığım bir şey de, Kuzey Irak’ta 4 askeri üssü bulunan Türkiye’nin siyaseten bu bölgeden kendisini dışlaması.

***

BAYKAL
’ın önerileri sadece Irak ile sınırlı. Keşke anamuhalefet partisinin Türkiye’deki Kürtler için de böyle ferahlatıcı, güven verici, Türk-Kürt dostluğunu pekiştirici açılımları olsaydı. Keşke CHP, bu çıkışla birlikte Türkiye’de sol muhalefeti başlatsaydı.
Yazının Devamını Oku

İlerleme raporunda dikkat çekmeyenler

9 Kasım 2007
İLERLEME Raporu’nun yayınlanması, geçmişte kalmış bir dosttan gelen mektup gibiydi. Bizim kadar Avrupa Birliği de bu ilişkiyi "zamana" bıraktığı için, iki taraf da birbirini fazla sıkıştırmıyor.

İlerleme raporunda beklenmedik bir şey yok. Türkiye’nin AB kriterleri ışığında çekilen bir resmi yansıyor rapordan.

Raporun ruhu, bazı ipuçlarıyla göstermiş kendini.

Avrupa Komisyonu AKP’yi destekliyor.

Raporun çatısı, Türkiye’nin reform sürecinde yavaşlama olduğu belirlemesine dayanıyor.

Ama bunun nedeni ilginç.

"Cumhurbaşkanı (Sezer) ile hükümet arasındaki gergin ilişkiler, siyasi reformların yavaşlamasına neden oldu."

Avrupa Birliği Komisyonu’nun Türkiye ile ilgili tespiti bu. Ombudsmanlık ve vakıflar yasası gibi bazı temel reformların Cumhurbaşkanı Sezer tarafından veto edilmesi de buna örnek olarak gösteriliyor.

Reform sürecinin yavaşlamasının nedeni AB’ye göre eski Cumhurbaşkanı.

AKP’ye verilen bu desteği önümüzdeki dönemde çok iyi değerlendirmek gerekiyor.

Türkiye’nin terörle mücadelesine desteğin yanı sıra, AB sürecinde ilerlemek için de geçmişe göre daha fazla destek sağlanacak bir dönemi, reformlarla bir fırsat dönemi haline getirebilir AKP.

Kıbrıs meselesinden, Avrupa kamuoyundaki imaj meselesine kadar değişik kanallarda ilerleme sağlanabilecek bir psikolojik iklimin ipuçlarını görmek mümkün Brüksel’de. Aşırı iyimserliğe kapılmadan tabii.

* * *

RAPORDA
benim dikkatimi çeken ikinci nokta ise mali yardımlarla ilgili. Avrupa Birliği her yıl 500 milyon Euro mali yardım fonu kullandırıyor Türkiye’ye. Değişik bütçeli farklı programlar da var.

Geçen yıllarda bu fonlar, yeterli projeler yapılıp sunulmadığı için tam olarak kullanılamıyordu. Raporda bu durumun değiştiği belirtiliyor.

"Katılım öncesi fonların kullanımı yavaş yavaş gelişiyor" deniyor.

Bugün artık Türkiye’de her kurumun, Avrupa fonlarından yararlandığı bir projesi var.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de. Avrupa Birliği ile yetkileri konusunda sorunu olan TSK da Avrupa fonlarını kullanıyor.

En son Dışişleri Bakanlığı, "kültürler arası köprü" konulu bir proje ile AB Mali İşbirliği programına katıldı.

Bir yetkili, "AB konusunda bürokraside sorun yok. Ama Avrupa Birliği’nin Türkiye ile müzakere sürecinde tam üyelik hedefini göstermemesi, umutsuzluk yaratıyor" diyor.

* * *

AKP
geçen yıl, Avrupa Birliği sürecinde tıkanıklık olsa da Türkiye’nin ev ödevlerini yapmaya devam edeceğini söylemişti. Bunun gerçekleşmesinin tek koşulu var. O da yapılması gerekenleri söyleyecek ve yapılanların uygulanmasını sağlayacak olan mekanizma. Avrupa Birliği Genel Sekreterliği bu mekanizmanın can damarı. Raporda, Türkiye’nin bu mekanizmayı daha da güçlendirmesi isteniyor. "Personel ve kaynak sağlanmalı" deniyor.

Genel Sekreterlik ile ilgili yasa bir yıldan beri Meclis’e inmeyi bekliyor. AKP, AB konusundaki samimiyetini, teknik alt yapıyı bir an önce güçlendirip harekete geçirerek gösterebilir.

Eğer 301’de olduğu gibi, Avrupa süreci de rapor dönemlerinde akla gelen silik bir anıya dönüşür.
Yazının Devamını Oku

Çözüm Bush’ta mı

5 Kasım 2007
BUGÜN gözler Washington’da. <br><br>Durumun böyle bir ifade ile özetlenir hale gelmesi çok can sıkıcı. Son çareyi aramak için Washington’a gitmeyi anlamıyorum. İki ülke asındaki ilişkilerin iyice çıkmaza sokulması sonucunu doğuracak böyle adımların diplomatik manası olabilir mi?

Hem de hiçbir dişe dokunur sonuç alınmayacağı ortadayken.

Kendimizi Amerika mı sanmaya başladık? Bunu Türkiye’nin olanaklarını ve gücünü ABD karşısında küçük gördüğüm için değil, küçük düşürücü bir yaklaşım olarak değerlendirdiğim için söylüyorum.

ABD, Irak savaşı öncesi zaman zaman "diplomatik kanalların tümünün tıkandığını" kamuoyuna kanıtlamak için benzer taktik adımlar atardı.

İlk savaş öncesinde Saddam’a bile adam gönderilirken, sadece birinci Körfez Savaşı değil, ikincisinin de planları hazırlanmıştı.

Dışişleri Bakanı Babacan’ın turları, Rice ile görüşme, şimdi de ABD Başkanı. Biz de diplomatik yolları tüketiyoruz. Tüketiyoruz da sonrası ne olacak ben hálá anlamış değilim.

Hedefler gibi önlemler de muğlak.

* * *

KAMUOYUNDA
PKK terörüne karşı tüm çözümün ABD’nin elinde olduğu beklentisi uyandırıldı.

Sorumluluğun yarısını ABD, diğer yarısını da asker arasında paylaştırırken, siyasetin rolünü azaltan bu yaklaşım, Türkiye’yi sonu karanlık bir yola doğru sürüklüyor.

Yarının gelişi bugünden bellidir.

Irak ile ilgili genişletilmiş komşular toplantısı için Türkiye’ye gelen ABD Dışişleri Bakanı beklentilere yanıt veremedi.

Irak hükümetinin vaatleri ise daha ağızlarından çıkar çıkmaz havada kaldı.

Kuzey Irak’ta PKK’nın legal örgütü durumundaki parti merkezlerine yapılan baskınlarda, orada bulunanlar değil, olayı izleyen gazeteciler gözaltına alındı. Parti yetkililerine "Süleymaniyeli değilsiniz kenti terk edin" dendi sadece.

Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’nin, "PKK’ya karşı görülür önlemler alacağız" dedikten hemen sonra meydana gelen bu olay da ne Irak hükümetinin, ne de Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin PKK’ya bir şey yapabileceğini gösteriyor.

Hükümet, orada borusu ötmediği için bir şey yapamıyor. Barzani ve Talabani de sağladıkları olanaklar, silahlar ve verdikleri siyasi rollerle kendi yaratıkları bir canavar haline dönüşen PKK’nın kendilerine karşı muhalefet örgütlemesinden korkuyorlar.

* * *

DURUM
ortada. Türkiye teröre karşı kendi mücadelesini kendisi verecek. "Derdimin çaresi sende" yaklaşımıyla kapısını çaldıklarımızı bu kadar yalan söylemek zorunda bırakmak beni utandırıyor.

Adam başka bir şey söyleyemez. Kediyi köşeye sıkıştırırken kaçacak yer bırakmak lazım, yoksa seni tırmalar.

Kendini tırmalatma.

Beni tırmalatıyorsun çünkü.

* * *

ABD
’den gelecek mesaj ne olursa olsun, Kürt meselesi ile teröre karşı mücadele arasında kesin ve net bir çizgi çekmek zorundayız.

Şiddet ve silahın gölgesinde siyaset yapmaya kalkanlarla, çocukları ve kendileri için daha iyi bir gelecek hayali kuranlar arasındaki bu çizgiyi çekmek hükümet kadar muhalefetin de siyasi liderliğini gerektiriyor.

Bu liderlik bugün yok. Hálá herkes tribünlere oynuyor.

Rehin alınan çocuklarımızın serbest bırakılması bile onun bir parçası olduğu için sevincimi gölgeliyor.
Yazının Devamını Oku