Ferai Tınç

İslam ile asker arasındaki denge

30 Aralık 2007
BENAZİR Butto’nun öldürülmesi Pakistan için büyük bir acı ama dünya için büyük şok. Büyük şok çünkü Butto, radikal İslamcılarla ordunun şiddet sarmalı arasına sıkışan Pakistan için belki de son şanstı.

Pakistan, nükleer bomba sahibi tek Müslüman ülke. Benazir Butto’nun öldürülmesiyle birlikte, zaten tırmanışta olan istikrarsızlığın nereye varacağını kestirmek çok zor.

Pakistan’daki intihar saldırıları bu yıl, 2004-06’daki saldırıların toplamını geçti.

Afganistan sınırındaki Veziristan özerk bölgesi, radikal İslamcıların denetiminde.

Pakistan Hükümeti’nin suçladığı Paştun aşiret reisi Beytullah Mehsud’un bölgede ilan ettiği "İslam emirliği" Taliban ve El Kaide için güvenli bölge.

160 milyonluk ülkede 13 bine yakın medrese var.

Butto, ülkeye döndükten sonra Devlet Başkanı Müşerref’in darbeciliğine karşı mücadele etti, ama onun Taliban ve radikal İslamcılara karşı politikalarını destekleyeceğini de açıkladı.

Butto ve Müşerref ittifakı, Pakistan’ı içinde bulunduğu kırılgan durumdan çıkartacak olan en iyi senaryo gibi görülebilirdi.

Ama bu senaryoyu, olgunlaşmadan hayata geçirmeye çalışmanın iyi sonuç vermeyeceği de ihtimaller arasındaydı. Washington buna pek önem vermeden zorladı. Filistin Devlet Başkanı Abbas’ın seçimler için zorlanması gibi.

***

AŞİRETLER
ve değişik kökenden yoksul insanların ülkesi Pakistan’ın bugünkü belirsizliğinin esas nedeni sahip olduğu stratejik önem.

Haritaya baktığınızda, Pakistan’ın Orta Asya ile Ortadoğu arasında geçiş noktası olduğunu bu iki bölgeyi bağladığını görürsünüz.

Doğuda enerji yollarının stratejik geçiş noktası olan Pakistan, ilk "Büyük Oyun"un olduğu gibi bugünkü "Büyük Oyun"un da talihsiz aktörlerindendir.

Pakistan’ın bütünlüğünün koruyucusu esas olarak ordusu. Bu ordunun tarihi Türkiye’den geçtiği için Pakistan açısından Türkiye her zaman yakın dost, hatta "komşu" olarak kabul edilir.

Pakistan’daki Büyükelçimiz Engin Soysal, "Pakistan Türkiye’yi çok yakını olarak görüyor. Belki de bizim onu hissettiğimizden çok daha yakın" diyor. Cumhurbaşkanı Gül’ün bu ay başındaki ziyaretine sadece iktidar değil, muhalefetin verdiği önemi anlatırken Türkiye’nin buradaki konumunun "istisnai" olduğunu vurguluyor.

Bu, Pakistan’daki gelişmelerin bizi her zaman olduğu gibi önümüzdeki dönemde de etkileyeceği anlamına geliyor.

***

TÜRKİYE
ve Pakistan’ın iki kutuplu dünyada "Batı" için oynadığı rol, radikal İslam’ın baş düşman edildiği tek kutuplu dünyada da sürüyor.

Bir zamanlar Sovyetler Birliği’ne karşı ABD tarafından desteklenen radikal İslamcılığa karşı Türkiye ve Pakistan’a yeniden roller biçiliyor.

Butto ülkesine ABD’nin ısrarıyla dönmedi mi?

Babası üçüncü dünyacı yani bağımsızlıkçı politikaları, Çin ile yakınlaşması ve nükleer bomba projeleri nedeniyle, ABD destekli askeri darbede devrilip idam edilen Benazir, İslamcılara karşı ulusal ittifak için Washington’un umudu olmadı mı?

Bunu kader değil, büyük güç pragmatizmi olarak hep akılda tutmalı.

Butto’nun ölümü ile Pakistan’ın radikal İslam ve ordu arasındaki sıkışıklığı daha da derinleşti.

Bu sıkışıklığın nasıl aşılabileceği, 2008 gündeminin öncelikli maddeleri arasında yer alacak.
Yazının Devamını Oku

2008’de konumuz İran

28 Aralık 2007
KEHANETLER ve komplo teorilerine itibar etmem. Özellikle de dış politikayı yorumlamaya çalışırken. Ama gelecek yılın dış politika gündemindeki en önemli konuların başında İran’ın geleceği kesin. 1973 yılında kurulduğu günden beri ABD’nin ulusal güvenlik konularında istihbarat ve siyaset çevreleri arasında köprü görevi yapan Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından hazırlanan rapor, Irak’tan sonra sıranın İran’a geldiğinin en belirgin göstergesiydi.

Oysa bazıları, bu rapor ile birlikte sorunun ortadan kalktığını düşündü.

İran Devlet Başkanı Ahmedinejad başta olmak üzere bazı çevreler, "baskıların yersizliği ortaya çıktı" derken, İsrail ve ABD yönetiminin şahinleri "İran karşıtı uluslararası cephede dağılma olmaması için bir an önce müdahale edilmeli" görüşünü savunmaya başladılar.

Rapor çok ilginç.

İran’ın 2003’ten itibaren nükleer silah programını durdurduğunu söylüyor. Ama hemen bu cümlenin dibine düştüğü bir dipnotla "Nükleer silah programı"ndan gizli sürdürülen uranyum zenginleştirme programının kastedildiği belirtiliyor ve "sivil amaçlı uranyum geliştirme ve zenginleştirme programı ile ilgili çalışmaları kastetmiyoruz" deniyor.

Zaten, bu sivil amaçlı çalışmalar da şüpheli bulunuyor.

Ayrıca, 2010 ile 2015 arasında büyük bir olasılıkla teknik olarak nükleer silah üretebilecek duruma geleceği söyleniyor. Ama bu güvenilirliği yüksek bir tahmin değil. Raporda bu da belirtiliyor.

"İran’ın 2015’ten önce nükleer silah için yeterli plütonyum üretecek kapasiteye sahip olamayacağını çok emin olarak söyleyebiliyoruz. Karar verdiği takdirde İran’ın nükleer silah üretecek bilimsel, teknik ve sanayi kapasitesine sahip olduğunu kuvvetle tahmin ediyoruz" diyor rapor.

* * *

RAPOR
, bardağın yarısını dolduruyor. Sonuç, görmek istediğinize bağlı. 16 istihbarat biriminin imzası bulunan böyle bir raporun, ilgili kuruluşlara sunulmasıyla eş zamanlı bir biçimde kamuoyuna da sızdırılmış olmasını da değerlendirmelere katmak gerekiyor.

Raporu, havuç-sopa politikası için yeni bir alan yaratıyor. Zaten bunu açıkça da belirtiyor:

"İran’ın 2003’te nükleer silah programını uluslararası baskı nedeniyle durdurmuş olması, siyasi, ekonomik ve askeri bedellerini göz önüne almadan silah üretmeye girişmek yerine Tahran’ın kararlarını, yarar-zarar hesabı yaparak aldığını gösteriyor. Eğer uluslararası gözlem ve baskıların artırılması tehditleriyle birlikte İran’a güvenliğini, prestijini ve bölgesel etkisini sağlayacak olanaklar tanınır ve bunlar İran liderleri tarafından güvenilir bulunursa, Tahran nükleer silah programını durdurma kararını uzatabilir. Bunun nasıl bir bileşim olması gerektiğini belirlemek zor."

Buradan çıkartılabilecek sonuç, ABD’nin ve uluslararası toplumun İran’a yönelik "havuç-sopa" politikasının dengelerini bulma çabalarının 2008’e damgasını vuracağıdır.

Bunun işaretleri gelmeye başladı bile. Dışişleri Bakanı Rice’ın, "ABD’nin kalıcı düşmanları yoktur. Uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son verirlerse istedikleri yerde ve zamanda İranlı meslektaşlarımla görüşmeye hazırım" sözleriyle havucu uzatırken, Irak Devlet Başkanı Talabani’nin Şatt-ül Arap sorununu kaşıyarak sopanın ucunu göstermesi ilk işaretler.

* * *

BENAZİR BUTTO
suikastı, Pakistan yönetiminin Afganistan’ın istikrara bir türlü kavuşamaması sonucu kendisini yeniden bölgede konumlandırmasıyla yakından ilgili. Karzai hükümetiyle arası açılan Pakistan Yönetimi, İran ve Hindistan ile yakınlaşıyor. ABD’nin bütün engelleme çabalarına ve karşı olduğunu açıkça bildirmesine rağmen İran doğal gazını Pakistan ve Hindistan’a taşıyacak olan büyük proje bu aksı güçlendiriyor.

Sadece Ortadoğu’dan değil Asya’dan bakıldığında da İran’ın 2008 gündeminin en önemli konularından olacağı anlaşılıyor.
Yazının Devamını Oku

İdamın dondurulması Müslümanlığa hakaret mi?

24 Aralık 2007
"BATI’nın İslam dünyasına karşı düşmanlığını gösteren siyasi bir karar." Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun bayram öncesi aldığı, dünyada idam cezasının dondurulması kararına İran’ın tepkisi böyle oldu.

İtalya’nın girişimi ile uzun süreden beri devam eden çalışmalar sonucu BM üyesi 104 ülke bu öneriye evet oyu verdi.

İkinci aşama, idam cezasının kaldırılması olacak.

İran, bu karara karşı çıkabilir ve istediği yanıtı verebilir ama bu tepkiyi bütün Müslümanlar adına vermeyi kendinde hak görmesi kabul edilebilir mi?

Türkiye’de, idam cezasını Müslümanlar kaldırmadı mı?

Yönetimin adalet danışmanı Muhammed Cevad Laricani, karara ülkesinin ilk resmi tepkisini verirken, "Bu karara karşı direneceğiz ve İslam dünyasının onurunu koruyacağız" diyor.

Batı ülkelerini kendi değerlerini başkalarına empoze etmekle de suçlayan İranlı yetkiliye göre, "İdam cezası İran’da kabul gören bir cezadır."

Bu açıklamayı okurken, tanıdığım İranlıların yaşadıklarını anımsamamam mümkün değildi. Birilerinin çıkıp, şeriat yasalarını sorgulaması, idamı kabul edilebilir bir ceza olarak görmediğini söylemesi kolay değil oralarda.

* * *

ZATEN BM
kararından bir gün sonra İran Yönetimi, üç yüz küsür gram eroinle yakalanan bir kişiyi idam ederek "karara direndi" ve herhalde İslam dünyasının onurunu koruduğunu vehmetti.

Fanatiğin, dincisi de milliyetçisi de aynı noktadan hareket ediyor.

Herkesin adına en doğruyu ben söylerim. Ben bilirim. Benim doğrum farklıdır. Başka doğru olduğunu söyleyen ise benim düşmanımdır diye düşünüyor.

Tahran Yönetimi idam cezalarının dondurulması kararına, bunun ideolojik bir zorlama olduğu gerekçesiyle karşı çıkıyor.

Şeriata dışarıdan, Müslüman olmayan çevrelerden müdahale olarak algılıyor.

Oysa karara "evet" diyen 104 ülke arasında Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeler de var.

"Hayır"da birleşen 54 ülke arasında da ABD.

Yani mesele, Batı’nın İslam dünyasına karşı çıkışı, şeriatı hedefe oturtması değil.

Mesele insanlık meselesi. Hayata, insana değer verme meselesi.

* * *

BAZI
çevreler bu karardan sonra, daha önce BM’nin iki kez aynı doğrultuda kararlar aldığını ama ikisinin de havada kaldığını söyleyerek kötümser yorumlar yaptılar.

Dişe diş, göze göz öngören eski adalet anlayışının yerini, daha zor ama daha kalıcı olabilecek düzeltme- tedavi etme yaklaşımının alması doğrultusunda atılan adım hiç olmazsa bir şeyi ortaya çıkardı.

Bugün dünyada 104 ülkenin paylaştığı bu düşünce karşısında gerici tepkiler daha çarpıcı biçimde sırıtıyor.

İdamı Müslümanlığın "onur meselesi" haline getirmek mesela.

Hele de bütün dünyada idam cezalarının son üç yılda gerilediği, Afrika ülkelerinin de temel insan haklarına uyma konusunda taahhütte bulundukları bir süreçte.

Bu gidişe, Müslümanlık adına "direndiğini" iddia edenlere yanıt yine Müslümanlardan gelir umarım.
Yazının Devamını Oku

Şık olmadı

23 Aralık 2007
ŞIKLIĞA tahammülüm kalmadı. Evet, rüküşü öne çıkartmaya karar verdim.<br><br>Duyup da duymazdan gelmeye, bilip de bilmemiş gibi yapmaya gayret ediyor, yargılamıyor, "burada kullanılışı doğru, orada kullanımı yanlış" diye cımbızla hata aramayı aklımdan geçirmiyordum. Ta ki bayramın ilk günü duyduğum o kullanıma kadar.

Şıkın karşılığı, Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe sözlüğünde, "modaya uygun, güzel, zarif" demek.

Giyim kuşamla ilgili kullanılan bu sözcük son yıllarda olur olmaz kullanılıyor.

Burberry’nin ekosesi, Versace’nin sarı lacivert kenger yapraklı desenleri gibi.

Fransa Devlet Başkanı Sarkozy, Türkiye’nin AB’ye katılımını mı engelliyor, "Sarko, bu hiç şık olmadı!"

Çevirmek durumunda kaldığınızda ya "Sarko bu yaptığın modaya hiç uymadı" diyeceksiniz, ya "katılım sözcüğünü çıkartman orada güzel olmadı" veya "Türkiye’nin tam üyeliğini engellemek zarif bir davranış değil!".

Ya da, hükümete yönelik bir eleştiri mi yapılıyor, yanıt "Hiç şık değil."

Merkez Bankası Başkanı da geçenlerde Para Politikası Kurulu’ndaki iki atamanın gecikmesiyle ilgili olarak, "gecikme şık değil" diyordu.

***

DAHA
bir sürü örneği var.

Ama önceki gün Başbakan Tayyip Erdoğan’ı dinlerken irkildim.

Başbakan, Rahip Santoro, ardından Malatya olayı ve İzmir’de Katolik Kilisesi rahibine karşı girişilen saldırılar için "şık olmadı" diyordu.

Yani güzel olmadı. Yani zarif değil!

İstanbul’da AKP’lilerle bayramlaşma töreninde yaptığı bu konuşmanın o bölümü pek dünkü gazetelere yansımamıştı.

Konuşmanın devamında "dinimiz"de böyle şeylere yer olmadığını da belirterek bu hareketleri kınıyor başbakan.

Ama "şık değil" ile, "dinimizde yeri yok" çerçevesinde yaklaşmak bu ırkçı cinayetleri mahkum etmeye yetmiyor.

Bu cinayetler ile PKK terörü arasında fark yoksa eğer, ikisinin söylemi arasında da fark olmamalı.

PKK’nın işlediği cinayetler karşısında "şık değil" deniyor mu?

***

TÜRKİYE
’de bir şeyler oluyor. Hrant Dink cinayeti ile başlayan ve Müslüman olmayan Türk vatandaşlarını hedef alan ırkçı tırmanış hafife alınabilecek bir durum değil.

Bunun adını açıkça koymak gerekiyor.

Bu cinayetlerin dini hassasiyet ya da ulusal çıkarlar çerçevesinde değerlendirilmeyeceğini dosta düşmana kavratmak için kararlı adımlar atma zamanı gelmedi mi?

Bu kararlılığın ilk adımının 301 olduğunu hepimiz biliyoruz.

İkinci adımın, Dink davası ile başlayıp diğer davalarda ortaya çıkan cinayet şebekelerinin üzerine kararlılıkla gitmekten geçtiğini de biliyoruz.

301’e dokunma, çetelerin etrafında dolaş, bürokrasiyi sorumlu tut sonra da "şık olmadı"yla yetin.

Bunun adı yönetmek değil oyalamaktır dersem şık olmaz mı acaba?

Ya da rüküş mü olur?
Yazının Devamını Oku

İkinci adım Erbil ile yakınlaşma

21 Aralık 2007
KUZEY Irak’ta teröristleri hedef alan kontrollü operasyon ile yetinmeyip hevesleri kursaklarında kalanları anlayamıyorum. Kuzey Irak’ı işgal edip "halkı esir" alarak baş ağrısından kurtulacaklarını mı sanıyorlar?

Ne zannediyorlar? Kim kimden, kim neden "temizleyerek" kurtulabilmiş?

Şiddet, çaresizliğin son durağı.

Hangi terör örgütü şiddet ile amacına ulaşabildi?

Hangi ordu silahla çözüm getirebildi?

"İsrail ordusunun rakipsiz gücü" efsanesi Lübnan’da geçen yıl sona ermedi mi?

Amerikan destanı, Afganistan’dan sonra Irak’ta da duvara toslamadı mı?

Biliyorum bazıları çıkıp, "karar için henüz erken" diyecek "Kararı tarih verir!"

Bu kadar yıkım bana yeter. Şiddetin "zafer"i olmaz.

***

AMA
şiddetle çok güzel ortalık karıştırılır, gerçek bulanıklaştırılır, eski tezgáhar bozulur, yeni tezgáhlar kurulur.

PKK’nın Irak topraklarını Türkiye, Suriye ve İran’ı istikrarsızlaştırıcı eylemler için geri üs olarak kullanmasının yarattığı yeni durumu konuşmuyoruz pek.

PKK artık çok uluslu bir örgüt. Irak Kürt Yönetimi ve Irak’ta iktidarı paylaşan Şii Kürt beyleri durumun farkındalar.

Bu çok uluslu terör örgütü bugün, Kürtler için yaşadıkları topraklarda geniş bir özerklik şemsiyesi hedefini koymalarına rağmen, çok kısa bir zamanda yerel yöneticilere, Barzani gibi yerel iktidar sahiplerine karşı bağımsızlıkçı bir muhalefet cephesinin başını çekebilirler.

Bu da Iraklı Kürt yöneticilerin işine gelmez.

Bugünlerde bazı haberler dolaşıyor. Baharda, Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’ye karşı geniş muhalefet gösterilerinin planlandığı ileri sürülüyor. "Kerkük meselesini çözemediniz, Kürtlerin bağımsızlık hayallerini suya düşürdünüz" diye muhalefetin harekete geçeceği iddiaları var. Her ne kadar istikrar oldu deniyorsa da Kuzey Irak’ta yolsuzluk hikayeleri, halkın memnuniyetsizliği haberleri her zamankinden daha fazla geliyor son zamanlarda.

Bu ortamda Türkiye ile iyi ilişkiler öncelik kazanıyor iktidar çevreleri için.

Bu toz dumanın ardından Irak Kürtleri ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmeye başladığını görürseniz hiç şaşmayın.

***

OPERASYONDAN
sonra Türkiye ile Kürt yöneticiler arasında diyalog kanallarının açıldığını görmek beni şaşırtmayacak.

Tek neden son günlerde gazetelerde yer alan haberler değil.

Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı Emre Taner’in operasyondan bir gün önce Erbil’e giderek Kürt yöneticilere Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün mesajlarını iletmesi tabii ki önemli. Bu mesajlarda, Türkiye’nin bölge yöneticileri ile iyi ilişkiler kurulmasını istediği, Kerkük meselesinin de anayasal çerçevede çözümünde yana olunduğu iletilmiş.

Ama bundan daha önemlisi Kerkük meselesi. Bu konudaki gelişmeler, değişimin başlayacağının daha somut kanıtı.

ABD ve dünya kamuoyu Kerkük meselesinin Kürtlerin dayattığı gibi çözülmesi halinde nasıl bir karmaşaya yol açacağını gördü.

Bu konu artık Birleşmiş Milletler’e emanet. Meşru bir çözüm mekanizması deveye girmek üzere.

Bir yıl önce, Kerkük hayalleri ile halklarına bağımsızlık rüyaları kurduran Kürt liderleri de zor durumdan kurtaracak bir çözüm bu.

Hele de Türkiye’nin, BM çerçevesi içinde sürece katılımı, Irak’ta tüm tarafların uzlaşacağı bir çözüme Türkiye’nin sağlayacağı bölgesel destek, Irak’ın geleceği açısından çok önem taşıyor.

Bu yeni süreç, şiddetle değil, ortak çıkar alanını genişleterek yaratıcı çözüm fırsatları tanıyabilir herkese.

İyi düşünelim, iyi olsun. Bayramınız kutlu olsun!
Yazının Devamını Oku

Irak hükümet sözcüsü: Tehdit sürdükçe harekát kaçınılmaz

17 Aralık 2007
"PKK, kuzey Irak’ta var olmaya ve tehdit oluşturmaya devam ettikçe Türkiye için askeri müdahaleden başka çare kalmaz." Bunu ben söylemiyorum. Irak Hükümet Sözcüsü Dr. Ali Dabbagh söylüyor.

Iraklı Şii liderlerden Ayetullah Sistani’nin danışmanlığını yapmış olan Dr. Dabbagh, Ulusal Şii Kürt hareketinin temsilcisi olarak Irak Meclisi’ne giriyor, önce Başbakan Maliki’nin sözcülüğünü üstleniyor şimdi de Irak Hükümeti’nin sözcüsü.

Kuzey Irak’a hava harekatından tam altı saat önce, cumartesi akşam üzeri gerçekleşen bu söyleşimizde Dr. Dabbagh’ın saçıklamaları iki açıdan önemliydi. Evet, Dr. Dabbagh Irak Hükümeti’nin sözcüsü ama aynı zamanda bir Kürt. Ve daha önce Türkiye’nin operasyon açıklamalarıyla ilgili olarak çok sert ifadeler kullanmış olan bir siyasetçi. Talabani ve Barzani’den "kabile reisleri" olarak söz edilmesinden hálá rahatsız. Şii olması bu durumu değiştirmiyor.

ERDOĞAN’A İNANIYORUZ

BU
görüşmemizde Dr. Dabbagh’ın sözcüklerini dikkatle seçtiğini gözlüyorum.

"Evet. PKK terör örgütüdür ve Irak’taki varlığı Türkiye için tehdittir. Ama biz Sayın Erdoğan’a inanıyoruz. Irak’ı mahvetmek istemiyor. PKK’ya karşı askeri operasyon yapılmasına karşı çıkmıyoruz ama tek taraflı hareket edilmesini istemiyoruz. Eğer PKK faaliyetlerine devam ederse, Türk hükümeti üzerindeki baskılar artacak. Bizim endişemiz bu operasyonların genişlemesi."

Operasyonların genişlemesiyle neyi kastettiğini sorduğumda "Halk, Türkiye’nin Irak Kürdistan bölgesini işgal etmek istediğini zannederse bu hem Kürt Yönetimi’ni hem de Bağdat’ı zora sokacak" yanıtını veriyor.

Kürt Yönetimi ve Bağdat Hükümeti, "Türkiye yeterli bulmasa da biz önlemler almaya devam ediyoruz" mesajı veriyor.

İstanbul’da düzenlenen genişletilmiş komşular toplantısında Irak Hükümeti ile Türkiye arasında on maddelik bir anlaşmaya varıldığını söylüyor Dr. Dabbagh.

"Biz bu on maddeyi uygulamaya başladık."

"Nedir bu on madde?"
Beşini sayıyor.

"Kuzeyde Kürdistan bölgesinde PKK’yı kontrol etmek için kontrol noktaları artırıldı. Güvenlik yoklamaları yapılıyor. PKK’nın gıda temin etmesi engelleniyor, bu yollar tıkanıyor. Medyada, onlarla röportaj yapılmasına, açıklamalarını yayınlamasına izin verilmiyor. Hastanelerde tedavi görmeleri engelleniyor."

BASRA’DAN SONRA ERBİL

IRAK,
PKK konusunda ciddi baskı altında. Bu baskı ne dereceye kadar PKK ile mücadeleye yansıyor şu anda kestirmek zor, ama Türkiye’nin şakası olmadığı mesajı alınmış.

Dabbagh, "Irak’ın en iyi komşusu Türkiye’dir" diyor.

"Avrupa’ya açılan kapı, kuzeyin enerji açığını kapatan kaynak, Avrupa standardında ürünlere ulaşılan pazar, bugüne kadar Irak’taki gruplar asında tercih yapma yoluna gitmeyen tek komşu, gerçek demokrasiye sahip bölge ülkesi." Bu tanımlamalardan sonra ekliyor: "Yakında Basra’da konsolosluk açacak, ardından sıra belki de Erbil’e gelebilir. Türkiye ile işbirliği yapmak Irak’ın çıkarınadır!"

Kerkük meselesiyle ilgili referandumun ertelendiği kesin. Ama sonrası belli değil. Dabbagh Kerkük konusunda fazla bir şey söylemek istemiyor, "Kerkük’te Türkmenler de yaşıyor ve biz Türkiye’nin Türkmenlerle ilgili hassasiyetlerini biliyoruz ama Kerkük Irak’ın meselesidir. Dış müdahale işleri daha da karıştırır. Türkiye’nin bu meseleye karışmamasını istiyoruz" diyor.
Yazının Devamını Oku

Anayasa platformları artıyor

16 Aralık 2007
AKP Hükümeti’nin ısmarlama anayasa girişimine karşı, TOBB’un arama konferansının yanı sıra İstanbul’da elliden fazla sivil toplum örgütünün katıldığı Anayasa Uzlaşma Platformu da görüşlerini kamuoyuna açıkladı. Anayasa hukukçusu Prof. Süheyl Batum’un başkanlığını yaptığı uzlaşma platformu, internetteki sitesini herkese açtığını da duyurdu.

Sivil toplumun, oturup anayasa yazmasını kimse beklemiyor.

Prof. Batum da açıklamasında bu süreçte ilkelerde anlaşmanın çok önemli olduğunu vurguluyor, "çağdaş bir anayasa ancak özgür ve demokratik bir ortamda tüm toplumsal kesimlerin katılacağı bir yöntemle ortaya çıkabilir" diyor.

Bu tartışma süreci sonunda ister istemez anayasa taslakları ortaya çıkıyor.

TOBB’un Ankara’da düzenlediği arama konferansında kişisel görüşlerin belirtilmesi istenmesine rağmen, açıklanan sonuçlar kurumların görüşü olarak kamuoyuna yansıdı.

40 milyon kişiyi temsil eden seksen küsur örgütün ortak görüşü olarak sunuldu iki günlük arama konferansının sonuçları. Buna "İşte toplumsal uzlaşma" diyebilir miyiz?

Bu yöntemle ilgili eleştirilerim üzerine TEPAV’dan aradılar ve bunun sadece bir başlangıç olduğunu söylediler. Çalışmaların değişik yöntemlerle süreceğini açıkladılar.

Ne TOBB’un çalışması ne de Anayasa Uzlaşma Platformu’nun girişimi kendi başlarına tam bir uzlaşma iddiasını taşıyabilir.

***

EVET
herkesi memnun etmek mümkün değil ama, bunu açıkça söyleyip uzlaşma arayışında acele etmek, gelen gelir anlayışı ya da, görüş oluşturma sırasında temsilde bilinçli ya da bilinçsiz eşitsizlikler, yönlendirmeler iyi sonuç vermez.

Her görüş kendi anayasa taslağını hazırlar ve uzlaşma zahmetine girmez.

Bunun nereye varacağını kestirmek ise hiç zor değil.

Sonunda, hükümet oturur ve anayasayı hazırlar. İtiraz edildiğinde ise, "Bu kadar zaman çalıştınız, değişik taslaklar elimizde. Ortak payda hesabını biz yapacağız" der ve söyleyecek sözünüz pek kalmaz.

Ama, Prof. Batum’un vurguladığı gibi temel ilkelerde geniş bir uzlaşma sağlanabilir.

Ayrıntılar üzerindeki uzlaşma ise anayasayı kimin hazırlayacağına bağlı.

Tüm görüşlerin temsil edileceği bağımsız bir komisyon en iyi çözüm. En azından bu, herkesin temsil edildiğine inandığı ve her şeyi kabul etmese bile içinin rahat ettiği bir yöntem olacaktır.

***

ANAYASA
’dan söz açılmışken, bu sürecin dışarıdan da dikkatle izlendiğini söylemeliyim.

Avrupa Birliği zirve sonuç bildirisinde Türkiye ile ilgili bölümde, ne katılım ne üyelik lafları kaldı. Müzakerelere birlikte başladığımız Hırvatistan için "üyelik dokunma mesafesinde" denmesi, bizimle ilgili ifadenin daha doğrusu ifadesizliğin ne kadar kuvvetli olduğunu ortaya koyuyor.

Ama yeni anayasa sürecinin Türkiye’yi Avrupa değerlerine gerçekten yaklaştıracak bir fırsat olduğunun altı çiziliyor.

Tabii bu sürecin, reformları yapmamak için bir gerekçe olamayacağı da hatırlatılıyor.

Avrupa Zirve kararına verilen, tepkinin yumuşaklığına ve sıkıntının sadece Türkiye ile Fransa arasında bir mesele gibi sunulmasına baktığımda hükümetin, önümüzdeki dönemde reformlar konusunda canla başla harekete geçmesini beklemiyorum. Bu sürecin gerçek ve zorlayıcı bir ilişki biçiminden gevşek bir "tabela adaylığı" haline gelmesi herkesin işine geliyor. Artık bu iyice ortaya çıktı.

Ancak, yeni anayasanın alacağı şekil Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine aday olarak ortaya koyduğu iddialara uygun davranıp davranmadığını da gösterecek.

Kısa ömürlü bir maytap mı, kaynağını uzlaşmanın gücünden alan etkili bir ışık mı olacak seçimin sonucu?

Sadece Avrupa değil, uzak yakın komşularımızın, dünyanın gözü bu kararda.
Yazının Devamını Oku

Gümrük birliği tabu değil

14 Aralık 2007
BUGÜN, Avrupa zirvesinde, Türkiye’ye katılım umudu vermemek için müzakerelere yeni bir isim bulunması kabul edilirse, buna tepki artık "Hiç de şık olmadı"yla sınırlı kalmamalı. Avrupa Birliği hiç kuşkusuz kendi içinde bir Türkiye krizine koşuyor. Bu konuda uyarıda bulunmak, siyasi bir yanıt ile mümkün ancak.

Bazı çevrelere göre, bir belgede katılım müzakereleri değil de "hükümetler arası müzakere" dense bir şey olmaz. Çünkü zaten AB içindeki resmi dilde katılım müzakeresi diye bir şey yok. Doğru ifade hükümetler arası müzakere. Ve yine aynı çevrelere göre, Türkiye hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmeli.

Sarkozy’nin Türkiye ile iki fasılda müzakere açılması karşılığında "Akil adamlar" komitesinin kurulmasını sağlamasını da önemli bir taviz olarak görmeyenler var.

Fransa 2002-2030’da Avrupa’nın sınırlarının ortaya çıkması ve bunun içinde Türkiye’nin olamayacağının belirlenmesi için böyle bir öneride bulunuyor. Ama Türkiye’yi sakinleştirmek isteyenler, komitenin Türkiye’yi ve Avrupa’nın sınırlarını tartışmayacağını ileri sürüyorlar. Le Monde Gazetesi’ne kimliğinin açıklanmaması koşuluyla konuşan bir diplomat ise bakın satır arasında ne diyor: "Avrupa projesini, sınırlarını ele almadan konuşmak mümkün mü?"

İster satır aralarından, ister başlıklardaki ifade değişikliğinden, nereden bakarsanız bakın, Avrupa Birliği, Türkiye’nin tam üyeliği konusunda siyasi iradeye sahip değil.

* * *

BUGÜN
geldiğimiz noktada sadece Fransa’yı sorumlu tutmak doğru olur mu?

AB’nin herhangi bir politikası ile ilgili bir azarlık değil tartışma yaratan, "eşit" adaylık verilen daha sonra tam üyelik müzakerelerine davet edilen bir aday ülkeye karşı tavır belirleniyor. Bu noktada "Maalesef Fransa’yı aşamadık" gerekçesi kabul edilemez.

Bu, AB’deki siyasi irade eksikliğidir.

"Avrupa ne yaparsa yapsın biz kendi yol haritamızı çizip hazırlıklarımızı yapacağız" diye alaturka bir formüle sarılarak bu siyasi iradeyi harekete geçirmek imkansız.

Avrupa Birliği, sadece teknik çalışmaların yeterli olduğu bir bürokratik birlik mi?

AB sürecinin işleyebilmesi için yapılacak şey işte eksik olan bu siyasi iradeyi yeniden canlandırmaktır.

O da, ne eyyamcılıkla olur ne de "şık"lıkla. Siyasetin tüm araçlarını harekete geçirmeden siyasi iradenin canlandırılması, mutabakatların hatırlatılması mümkün değil. Laf uçar, siyaset biçimlendirir.

* * *

NE
yapılabilir? Haziran ayında Komisyon, "Türkiye ekonomik ve mali birlik alanına hazır, bu fasıllar müzakereye açılsın" derken Fransa’nın "Yok bu tam üyelik alanıdır onları katiyen açamayız" gerekçesiyle engel koyduğu zaman yaptığımızı yapmamalıyız.

Hükümetin içeriye dönüp "Bu çok ince, uzun ve zor bir yoldur biz yürümeye devam edeceğiz" demesinin artık anlamlı olmayacağı idrak edilmeli.

Çünkü bu koşullarda hiçbir şey ilerlemez. Örneğin Gümrük Birliği Anlaşması, siyasi birlik olmadıkça ilerlemesi mümkün olmayan bir anlaşma haline geldi.

1995 yılında imzalanan anlaşmaya göre Türkiye tam üyelik süreci doğrultusunda 2001 yılında anlaşmayı tam olarak uygulayabilecek bir duruma gelecekti. Bu olmadı. 66 maddeye göre Türkiye Avrupa Adalet Divanı kararlarını uygulamakla yükümlü olduğunu kabul etmişti, bu maddeyi de tam üyelik perspektifine göre kabul etti. Bu durumda yükümlülüğün sürmesi mümkün değil. Ayrıca AB üçüncü ülkelerle yaptığı anlaşmalardan Türkiye’yi de sorumlu tutuyor. Çin ile anlaşıyor Türkiye’ye "indir duvarlarını" diyor.

Tam üyelik perspektifi olmadan artık Gümrük Birliği anlaşmasının devamı mümkün görünmüyor.

Teknik uyum, siyasi uyumu sağlamaya yetmez. Ne bugün ne yarın. Bu ikili bir süreç. Biri olmazsa diğeri olamaz.
Yazının Devamını Oku