Ferai Tınç

Halkın demokratik tepkisi maddesi

21 Temmuz 2008
HAVA Kuvetleri’nde uzun süredir devam eden bir soruşturma, yeni bir olay olmayabilir. Yapılması gereken bu haberi yalanlamak, tekzip etmek, yasal işlem yapılacağını söyleyip tekzip hakkının kullanılmasıdır.

Ama Genelkurmay Başkanlığı’nın yayınladığı metin bu çerçevenin dışına çıkıyor.

Açıklamanın beşinci maddesinde tamamen siyasi bir yorum ve savunma pozisyonu dikkat çekiyor.

"Her fırsatta Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve onun mensuplarını olayların içine çekme gayretinde bulunan ve görünüşte özgürlük ve demokrasi savunucusu olduklarını vurgulayan çevreler, Türkiye’nin istikrarını bozan odaklar haline gelmiş bulunmaktadırlar."

"Odak"
suçlamasının yanı sıra, demokrasi ve özgürlükler adına hareket etmenin istikrarı bozabileceği anlayışı yansıyor açıklamadan.

Bu çevrelerin kimler olduğu net değil. Demokrat olduğunu söyleyen herkese uzanabilir.

Gel de kolay kolay demokrasi ve özgürlüklerden söz et. Asker konusunda bir eleştiri dile getir. "Odak" olmak istersen yap.

* * *

YOLUNUZ
Türkiye’ye tesadüfen düşen biri değilseniz eğer, TSK’nın siyasetin tamamen dışında olduğu, bazılarının da her fırsatta onu olayların içine çektiği yorumunu ciddiye almanız mümkün değildir pek.

Kurum olarak bile siyasete müdahale etme geleneğine sahip bir kuruluşun üyesi olan bazı kişilerin "olaylar"a karışmış, karışıyor, ya da karışmak istiyor olmaları da yeni bir şey değil.

Maalesef, Türkiye’de ordu siyasetin içindedir, bu da başta kurumun kendisinin ve hepimizin "istikrarını" bozmaktadır.

Bazı kişilerin, demokratik süreçleri hiçe sayarak, kendilerine "kurtarıcılık" atfetme hakkı da bu gelenekten kaynaklanmaktadır zaten.

Muhalefet kültürünü budayan da bu gelenektir Türkiye’de.

* * *

AÇIKLAMANIN
tartışmalara yol açan altıncı maddesi gerçekten kafa karıştırıcı.

"Kaynağı neresi olursa olsun bu tür haberlerle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yöneltilen hukuk dışı saldırılara karşı yalnız Türk Silahlı Kuvvetleri’nin değil, onun gerçek sahibi yüce Türk milletinin de yasal ve demokratik tepki göstermesi doğal bir beklentidir" deniyor.

Burada Türk milletine çağrı var ama maksadı tam anlaşılmıyor. Yasal tepki derken, herkesin TSK ile ilgili haber yapan medya kuruluşları aleyhine dava açması mı kastediliyor?

Yoksa "Yüce Türk milleti" olarak bizlerden yasaların içinde kalarak demokratik tepki göstermemiz, yasal gösteri ve mitingler mi düzenlememiz bekleniyor?

Eğer öyleyse, ne cesaret!

Ya halk sokağa inerse, olaylar-provokasyonlar yaşanırsa sorumlusu kim olacak? Böyle bir sorumluluk silahlı kuvvetlere, "yalan haberler"den daha fazla zarar vermez mi?

İkinci olasılık da var.

Ya kimse sokağa inmezse?

O zaman hiçbir odağın yapamadığını yapmış olmaz mı TSK kendi kendine?

* * *

ERGENEKON
davasının, bütün kötülükleri aynı sepete koyma yaklaşımı ve sızdırma haber furyası içinde kafaları iyice karıştırdığı bu günlerde, bu sürecin Türkiye’nin demokratikleşmesinin tek anahtarı olarak sunulması, inandırıcı değil.

Demokratikleşme böyle olmaz.

Ama Silahlı Kuvvetlerin günün koşullarına göre güçlendirileceği reform projesi siyasi gündemimize girmeden de demokratikleşme sürecini derinleştirmemiz mümkün değil.
Yazının Devamını Oku

Basın özgürlüğü ve bedel

20 Temmuz 2008
TÜRKİYE bugün bölgede ciddi arabuluculuk rollerine soyunuyor ve başarıyla sürdürüyor ama demokratikleşme sorunları devam ettikçe bu roller Türkiye’yi bölgesel bir güç haline dönüştürmeye yeter mi? Demokratikleşme sorunları devam ediyor. Basın özürlüğü konusunda ileri adımlar atılacağına durum gittikçe ciddileşiyor.

Basın Enstitüsü Derneği’nin düzenlediği "301 sonrası basın özgürlüğü, merkez ve yerel medya buluşuyor" konulu toplantı için Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Kuzey Ege’nin yerel medya ve sivil toplum temsilcileri, merkez medyadan köşe yazarları, muhabirler ve tanınmış hukukçularla Bozcaada’da bir araya geldik.

Düşünce özgürlüğünün, ifade özgürlüğünü de kapsadığını bilimsel çalışmaları ve mücadeleleriyle kabul ettiren iki ünlü hukukçumuz Çetin Özek ve Bülent Tanör’ü sevgiyle anarak başladığımız toplantıda, bugün basın özgürlüğünün ciddi baskılarla karşı karşıya olduğu ortaya çıktı.

İşin kötüsü bu baskılar, andıçlarla sarsıldığımız dönemlerdeki gibi, yani şeffaf olmayan kanallardan gelen uyarılar, tehditlerle devam ediyor. Tek sorun yasalar değil. Hele 301 hiç değil. 301 değişti artık özgürüz denebilir mi? 301 değiştikten sonra bile 132 kişi hakkında dava açılmış. 32 kişi tutuklu.

Avukat Turgut Kazan, Avukat Yücel Döşemeci ve Çanakkale Barosundan Avukat Erdal Gezen’den dinlediğimiz örnekler basın özgürlüğünden rahatsız olan zihniyet var oldukça, basını susturmak ve gerçekleri örtbas etmek için yasal gerekçeler ve maddeler bulmanın hiç zor olmadığını açıkça ortaya koyuyor.

***

KUZEY
Ege rüzgarının taşıdığı kekik kokuları arasında özgürlüğün vazgeçilmezliği içine siniyor insanın. Güvenliğimizi koruma gerekçesiyle bile olsa her yakın takip sinir bozucu, demek 50’lerin, 60’ların, 70’lerin ve 80’lerin uygulamaları hiç değişmeden sürüyor. Kopenhag yerellere uğramamış.

Biz özgürlüklere İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerden baktığımızda Türkiye’deki durumu tam olarak anlayamıyoruz. Bugün Diyarbakır Çermik’te, Konya’da, Adıyaman’da, Elazığ’da ya yerel yetkilileri kızdırdıkları için ya da rüşvet çarkının üzerine gittikleri için gazetecilerin mahkemelerde süründüğünü, 70 yaşında bile olsa bir gazetecinin Adalet Bakanlığı’na yazdığı bir mektup yüzünden hapis yattığını öğrenince, bugün özgürlüğün nasıl lafta kaldığı daha iyi anlaşılıyor.

Çanakkale’de gazetecilik yapan meslektaşlarımızı, dinlediğimizde yerel medyanın ölüm kalım savaşı verdiği bir dönemden geçtiği çıkıyor ortaya. Her zaman iktidarların yandaş medya türettiklerini ama bu dönemde, iktidara doğrudan destek vermeyen gazete ve televizyon kanallarının tamamen devre dışı bırakıldığını anlatıyorlar. Bu durum iktidara ters düşmekten çekinen iş çevrelerini ilan geliriyle ayakta durmaya çalışan yerel medyadan uzaklaştırıyor.

Küçük yerlerde, yolsuzlukların üzerine gitmek, yerel yöneticileri eleştirmek imkansız hale gelmiş durumda.

İktidar ya da muhalefet fark etmiyor, bu durumdan herkes memnun, dikensiz bir gül bahçesi yaratılıyor Türkiye’de yerelden, yerel basından başlayarak.

En küçük yerel gazete olan Bozcaada’nın ilk gazetesi Adaposta’nın sahibi ve sorumlu yazı müdürü, editörü Lisa Lay ile İstanbul’un en eski yerel gazetesi Apoyevmatini’nin sahibi, editörü Mihail Vasiliadis de gazetelerini yaşatmanın ne kadar zor hale geldiğini anlatıyorlar.

Oysa bugün Avrupa Birliği ile müzakere eden bir ülke olduğumuzu söylüyorsak eğer, Avrupa’da yerel medyayı güçlendirmek için özel politikalar uygulandığını, çünkü demokrasinin yerelden başladığını da bilmemiz gerekiyor.

***

TELEVİZYON
yayıncılığı da ciddi engellemelerle karşı karşıya. Gazetede yer alabilen bazı haberler televizyonlar için yasak. Televizyon kanalları sürekli gözaltında. Haber programları sırasında bile, konulara müdahale ediliyor. Üstelik bu müdahalenin kaynağı çoğu kez belli de olmuyor.

Pekiyi neden ses çıkmıyor? Bedeli çok ağır da ondan. Ama ifade özgülüğüne sahip çıkmamanın bedeli çok daha ağır.
Yazının Devamını Oku

İran krizinde Türkiye’nin rolü

18 Temmuz 2008
SOĞUK savaş sonrası, İran’ın dünya sistemine geri dönmesi ihtimali Türkiye’de, bazılarını en çok kaygılandıran olasılıktı. Onlar, Irak savaşı öncesinde Türkiye’nin Bush ve neocon’culara tam destek verilmesi gerektiğini, eğer İran’da politika değişikliği olursa ABD’nin İran’ı Türkiye’ye tercih edebileceğini savunanlardı. İran- ABD ilişkileri düzelirse Türkiye’nin bölgesel güç olma hayalleri suya düşerdi.

Bu endişeler o zaman da yersizdi, şimdi de öyle.

İran’ın nükleer silah sahibi olmamasından daha büyük bir çıkarı olabilir mi Türkiye’nin?

Nitekim, son zamanlarda Türkiye İran ile ilişkilerini gözden geçirdi ve sorunlara rağmen diplomatik kanaların çalışmasına özen gösterildi.

İran, Türkiye’nin Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmasını eleştirse de bu gelişmeden etkilendiği açık.

Suriye’nin İsrail ile ilişkilerinin düzelmesi İran’ı bölgede yalnızlaştıracak.

Türkiye kanalının açık tutulması; her şeye rağmen İran için önemli.

Bush Yönetimi de nükleer krizi tırmandırarak çözme seçeneğini geriye iterek yeni bir adıma hazırlanıyor.

Amerikan Dışişleri’nin etkili isimlerinden William Burns, Avrupa Birliği Dış Politika Sorumlusu Javier Solana başkanlığındaki uluslararası heyete ilk kez katılacak.

Washington, Tahran uranyum zenginleştirilmesine son vermeden hiçbir doğrudan temasın gerçekleşmeyeceğini söylemiş olmasına rağmen geri adım atıyor.

Üstelik İsrail’e de İran’a tek taraflı saldırma planı yapmaması konusunda güçlü sinyaller gönderiyor.

Hem de, geri adım atmayı İran kamuoyuna diplomatik bir zafer gibi sunacağı bazı kolaylıklar sağlamaya da hazırlanılıyor Tahran’a.

* * *

BU gelişmeleri "yumuşama" olarak yorumlamak mümkün mü? Ya da ne oldu da Washington değişti?

Her şeyden önce yumuşamadan söz etmek için henüz çok erken. Kimse İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin devam etmesine göz yumacak değil. Körfez ülkeleri dahil bölgeye ciddi korku dalgaları yayan nükleer silah sahibi olma hayalleri de hiçbir zaman anlayış görmeyecek.

Ama gelişmeleri değerlendirirken ABD’nin, Irak’ta olduğu gibi İran’a karşı da tek başına harekete geçmesi artık mümkün değil.

Eğer diplomatik yolar tükenirse o zaman geniş bir ittifak ile, güvenlik konseyi kararları dahil (ABD’nin Rusya ve Çin’i de yanına almasıyla) İran kıskaca alınabilir. Askeri müdahale ortak bir karar haline gelebilir.

Tabii ki bu girişimlerin tek amacı askeri müdahaleye olanak sağlamak değil. Eğer diplomatik çabalar başarılı olursa ne álá. Bu herkes için çok daha parlak sonuçlar verir.

Dolayısıyla, diplomatik yolun sonuna kadar denenecek olması, ABD Dışişleri Bakanı Rice ve diğer yetkililerin sürekli tekrarladıkları gibi "askeri seçeneği masadan katiyen kaldırmaz."

* * *

PETROL
paylaşımının, enerji yolları denetiminin en önemli kavşak noktalarından birindeyiz. Dünyanın yeniden biçimlenmesinden en çok etkilenen ülkeler arasında Türkiye. İran Dışişleri Bakanı Muttaki’nin, Bush Yönetimi’nin etkili güvenlik danışmanı Hadley’den bir gün sonra Türkiye’ye gelmesi, bu ziyaretin de ABD-İran doğrudan görüşmelerinin hemen öncesine rastlaması Türkiye’ye bu süreçte rol biçildiğini gösteriyor. Bu rol, diplomatik sürecin başarıya ulaşmasını sağlarsa Türkiye’nin yararına olacak. Ama askeri seçenekten başka yol kalmazsa ne olacak?

Türkiye yine rol oynayacak. İşte biz bu rollerin dayanacağı dış politikanın iç siyasi çalkantılarını yaşıyoruz bugün.

ÇETİN ÖZEK’E BORÇLUYUZ

ÇETİN Özek’i kaybettik. Dış Haberler Müdürümüz Ayşe Özek Karasu’nun babasıydı ama biz gazeteciler için çok önemli bir hukuksal yorumun da babasıydı. Çetin Özek ilk kez basın özgürlüğünü bir hak olarak yorumladı. Haber alma özgürlüğünün, bireyin bilgiye ulaşma hakkının bir parçası olduğunu söyledi, bu yüzden haberi vermeyi de gazetecinin sadece sorumluluğu değil hakkı olarak yorumladı. Biz, bu hakka yönelik her türlü baskının insan hakları ihlali olduğunu onun yorumuyla öğrendik. Allah rahmet eylesin.
Yazının Devamını Oku

Sarkozy’yi Esad ve Erdoğan kurtardı

14 Temmuz 2008
SARKOZY, bütün engelleri aşarak bu zirveyi gerçekleştirdi. Türkiye için yeni bir formül arayışı olarak aklına geldiği ileri sürülen Akdeniz İçin Birlik projesi, ilk halinden oldukça farklı bir içeriğe bürünse de bugün Sarkozy, Paris’te 14 Temmuz Fransız ulusal bayramını bir kral edasıyla kutlayacak.

Çok önemli sonuçlar elde edilmese de Sarkozy’ye şov için yeterli malzemeyi sağlıyor bu toplantı.

Lübnan ile Suriye’nin tarihlerinde ilk kez karşılıklı büyükelçilik açma kararı zirvenin en dramatik olayı.

Hizbullah’ın önceki gün kurulan Lübnan hükümetinde yer almasından sonra bu adımın çok şaşırtıcı bir gelişme olmadığı düşünülse de Suriye’nin ilk kez Lübnan’ın bağımsızlığını tanıması Ortadoğu için önemli.

Esad’ın, konuşmasında "İsrail" sözcüğünü telaffuz etmesi, her zaman kullandığı "siyonist oluşum" ifadesini kullanmaktan kaçınması da bir ilk.

Sarkozy’ye ihtiyacı olan malzemenin Suriye’den geliyor olması bir tesadüf değil.

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad da, tecrit çemberini kırmak için önemli bir kürsü elde etti bu toplantıda. Türkiye’nin arabuluculuğuyla başlayan İsrail ile dolaylı görüşmeler için Amerika ve Fransa’nın arabuluculuğunun da gerektiğini söyleyerek Washington’a mesaj gönderdi.

Avrupa medyasının "Sarkozy’nin Club Med’i" başlıklarıyla hafife aldıkları dünkü toplantının Sarkozy açısından en önemli kazanımlarından biri de Türkiye’nin üst düzeyde katılımıydı.

* * *

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan
’ın, son anda toplantıya katılması Fransa Cumhurbaşkanı için ikinci bir övünç vesilesi oldu.

Bu, Sarkozy’nin hanesine yazıldı.

Evet 43 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının toplandığı bu zirveyi hiçbir şey olmuyor gibi uzaktan izlemek doğru değildi. Ama Fransız diplomatlardan öğrendiğimiz kadarıyla Türkiye, Fransa’nın bu girişiminin örgütlenmesi sürecinde zaten baştan beri vardı. Dışişleri Bakanı ile de temsil edilebilirdi.

Türkiye’nin bazı isteklerinin (AB adayı değil AB ile müzakere sürdüren ülke olarak tanıtılması) yerine getirilmiş olması, Türkiye Başbakanı’nın gidişini kolaylaştıran bir unsur oldu. Ama Fransa bununla kendi pozisyonundan hiçbir taviz vermedi.

Dönem Başkanı olarak bazı yeni fasılların açılabileceğini söylerken, "katılımla doğrudan ilgili olan fasıllara" Fransa’nın vetosu sürüyor.

Türkiye Başbakanı’nın orada hazır bulunması, Sarkozy’nin, Türkiye ile Fransa arasındaki ikili ilişkilerin Avrupa Birliği yüzünden zedelenmeyeceği iddiasını doğrulamıyor mu?

Akdeniz için Birlik girişiminin merkezinin Fas’ta olacağı söylenirken, İspanya’yı kızdırmamak için merkezin Barcelona olması gündeme gelince Fas Kralı tavrını koydu ve işlerini gerekçe göstererek yardımcısını gönderdi toplantıya.

* * *

AKDENİZ
İçin Birlik girişimi, dünyanın en derin sorunlarına ev sahipliği yapan bu topraklara barış umudunu taşıyabilecek mi?

Daha önce Avrupa Birliği’nin başlattığı Barcelona sürecine bakıldığında karamsar olmak için çok neden var. Avrupa Komisyonu, yedi yıl içinde 6 milyar avroyu nereye harcadığının hesabını yapmakla meşgul bugünlerde. Hesap filan verilemiyor ama hiç değilse o sürecin mali desteğinin nereden geldiği belliydi. Şimdi, girişimin hedefi olan Akdeniz’in temizliği, çevre ve alt yapı projelerinin parası nereden gelecek o bile belli değil.

Komutanlarla aynı karede

Bu resim önceki gün Bozcaada’da, Deniz Kuvvetleri Kupası Açık Deniz Yat Yarışları’nın ilk etabı nedeniyle düzenlenen törende çekildi. Bu yarış Bozcaada için /images/100/0x0/55eb2689f018fbb8f8ae925fçok önemli. Ada’nın yalnız rıhtımına marina olma hayali kurduran bu yarışma için düzenlenen törene bu yıl Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Metin Ataç da katıldı. Sol başta Bozcaada Kaymakamı Mustafa Mutay, ben, Deniz Kuvetleri Komutanı Orgeneral Ataç, Çanakkale Boğaz Komutanı Tuğamiral Erhan Akporay. Bu resmin çekildiğini görenler sonra yanıma gelerek, "aynı kareye girmek bugünlerde cesaret işi" diye şakalaştılar. Türkiye’de artık gerçek demokrasi günlerinin özlemini dile getirdiler. Bugün Ergenekon iddianamesi artık yayınlansa da gerçekler açığa çıksa ve herkesin birbirine şüphe ile yaklaştığı, kimsenin işini gönül rahatlığıyla yapamadığı günler hızla sona erse, darbeci-intikamcı zihniyetin yerini barış kültürü alsa ülkemizde.
Yazının Devamını Oku

Senaryo gazeteciliği

13 Temmuz 2008
DARBEYE karşı değil misiniz yoksa? Soru sormak isteyen herkese karşı soru geliyor. Darbeye ve darbecilere tabii ki karşıyım. Hele kendilerini vatan kurtarıcısı ilan eden muhterislere, onların nasıl kolayca provokatör haline getirildiklerini bilen biri olarak çok karşıyım ama senaryo gazeteciliğine de karşıyım.

Okuyuculardan mesajlar geliyor: "Kime inanacağımızı şaşırdık. Hiçbirini izlememek en iyisi!"

Olayları içinden çıkılmaz hale getirip, kamuoyunu körleştirmek demokrasinin en büyük düşmanı.

Türkiye’de ordu da dahil olmak üzere bazı çevrelerde darbe hayalleri kuranların olduğunu tahmin etmek için Ergenekon iddianamesini beklemeye gerek yok.

Ama ortalığı kaplayan bilgi kirliliği, sızdırma haberler ve süzme senaryolar atmosferinin büyük riskler taşıdığını görme zamanı.

Elektronik postama soluk soluğa okunabilecek haberler, uyumlar, ihbarlar geliyor.

Biraz deneyimsizlik, biraz heyecanla, araştırıp soruşturmadan geldikleri gibi köşemde yer versem, olayları ve kişileri birbirlerine bağlayıp derin tahliller yapabilir, gündem sarsan haberler üretebilirim oturduğum yerden. Belki birileri sevinir ama çok kötü ve sorumsuz bir gazetecilik olur bu.

Dün Haluk Şahin, hem gazeteci hem de akademisyen formasyonunun deneyimi ile Radikal’deki köşesinde, sızdırma haberlerin bizzat sızdırıldığı noktalarda yapılacak araştırmacı gazeteciliğin gerçek haberi ortaya çıkartabileceğini yazdı. Sızdırılanın değil.

Hele biz, andıçlardan ağzı yanan gazeteciler olarak bu noktaya çok dikkat etmeliyiz.

***

IRAK
savaşı öncesinde ve sonrasında Bush Yönetimi gazetecileri çok kötü kullandı.

Beyaz Saray Sözcülerinden McClellan, Bush’un medyayı, Amerikan kamuoyunu Irak savaşına hazırlamak için nasıl yönlendirdiğini anılarında anlatıyor. "Ne oldu: Bush’un Beyaz Saray’ında ve Washington’un aldatma kültüründe" (What happened: Inside the Bush White House and Washington’s Culture of Deception) adlı kitabında Bush’un kamuoyunu yanıltma için bütün kaynaklarını kullandığını yazan McClellan, Amerikan medyasını da "gereken soruları sormamakla" eleştiriyor.

Valerie Plame olayı da böyle bir sızdırma skandalıydı. Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olmadığını raporunda yazan ve bunu kamuoyuna açıklayan Amerikalı Büyükelçi Wilson’ın eşi Valerie Plame’in CIA ajanı olduğu, intikam amacıyla sızdırılırken Pentagon’un da 2002’den beri kamuoyu yaratmak için medyayı nasıl kullandığı ortaya çıktı.

Savaşın gerekli olduğuna halkı inandırmak için Fox, CNN, CNBC gibi önde gelen televizyon kanallarında paralı uzmanların kullanıldığı, bunların bir kısmının paralarının da Irak’ta devlette ihale alan şirketler tarafından verildiğini öğrendik dehşet içinde.

Her televizyon kanalında aynı kişiler günlerce, aylarca Saddam’ın silahlarının öldürücülüğünü, menzillerinin ne kadar uzun olduğunu anlattılar. Aynı kişiler, Bush savaşa devam etmek için istediği bütçeyi Kongre’den geçiremeyince de devreye girdiler. Bu kez Irak’a götürüldüler ve Amerikan askerlerinin ne kadar başarılı olduğunu, Irakta durumun ne kadar düzeldiğini anlattılar televizyonlarda.

Şimdi dönüp o günlere baktığımızda, gerçeğin sızdırılan haberlerde ve yorumlarda olmadığını daha iyi görüyoruz.

***

TÜRKİYE
geçmiş darbelerin hesabını düzgün bir biçimde çıkarmadıkça gelecekte de darbe hikayeleri ile başı ağrıyacak. Bu, güvenliğimiz kadar geleceğimizin de yumuşak karnı oldu. Darbelerle ve darbeci zihniyet ile yüzleşmemiz gerekiyor. Ama nasıl? Darbe yüzleşmelerinin ve bu zihniyeti bir daha dirilmemek üzere mahkum etmenin yolu sızdırma haberler, senaryo gazeteciliği ve intikamcı siyasi hesaplaşmalardan geçmiyor. İtirafları kolaylaştıracak tanıklıkları teşvik eden bir formül bulunabilir. Güney Afrika’daki "Gerçek Komisyonları" gibi mesela.
Yazının Devamını Oku

Kendine demokratlar

11 Temmuz 2008
ÇOK dikkat çekici bir durum bu. Düşünceleri nedeniyle en fazla kenara itilenler, bugün başkalarını düşünceleri yüzünden mahkum ediyorlar. Dün, Avrupa Birliği’ni savunan ve demokrasiden yana olanları, Kürt sorunundan söz edenleri, Kıbrıs sorununda çözümsüzlük politikaları bir yere götürmez diyenleri "mütareke basını" ilan ediyorlardı. Onlar bugün Ergenekon zanlısı.

Bugün de, AKP’ye karşı her türlü muhalefeti "Ergenekonculuk"la damgalayan bir koro var.

Benim için, "al birini vur öbürüne."

Çünkü, Türkiye’yi kurtarmak için silaha sarılmayı, provokasyonla ülkeyi yönetilemez hale getirmeyi mübah görenlerle, siyasi iktidara hakimiyet amacıyla "düşman kampa" savaş açanlar halkın üzerinde tepindiklerini umursamazlar.

Dün de öyleydi, bugün de.

* * *

DÜN
AKP’ye çok yakın bir gazetede bir meslektaşımız kendisinden hiç beklemediğim hırçınlıkla gazetecilere çullanıyordu.

AKP muhalifi bazı gazetecileri, yazıları nedeniyle darbecilikle suçluyordu.

Düşüncelerin ifadesi ne zamandan beri suç oldu?

Daha doğrusu hangi demokraside düşünce ifade etmek, yazmak, düşünceleri yaymak suçtur?

Türkiye’de Kürt gazeteciler üzerindeki baskılara karşı çıkarken, fikirleri nedeniyle terör örgütü üyesi sayılamayacaklarını söyleyenler biz değil miydik?

İnsan haklarını ve özgürlükleri savunurken, bizim gibi düşünmeyenlerin özgürlüklerini göz ardı edersek darbeci zihniyetle gerçek bir mücadeleden söz edebilir miyiz?

* * *

İFADE
ve basın özgürlüğünün temeli bu anlayışta yatar.

Herkes düşüncelerini ifade etmekte özgürdür.

Düşünceleri nedeniyle kimse terör örgütü üyesi ilan edilemez.

Ama ne gariptir ki, bugün birçok önemli politikacı ve önemli gazeteci, düşünce suçunu savunur hale geldiklerini bile fark etmiyorlar.

Düşünce suçunu savunarak demokrasi yolculuğuna çıkmak mümkün değil.

Olsa olsa bu bir ahbap çavuşlar yolculuğu olur.

Ondan da halka hiçbir fayda gelmez.

* * *

DARBELERE
ve darbecilere karşı mücadele, demokratik dönüşümü tam anlamıyla sağlayamıyorsa başarıya ulaşamaz.

Türkiye’de darbe girişimleri ve darbeciler hakkında soruşturmalar açıldı, mahkemeler kuruldu. İdam edilenler bile oldu. Sonuç?

Darbeler ve darbe tehditleri sürdü. Yapılanlar, bir kliğin diğerini tasfiyesine yaradı sadece.

CHP’nin darbeci zihniyete sahip çıkışını umursamadan, AKP’nin insan hakları ihlallerine göz yumuşunu görmezden gelerek Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde hızla ilerlediğini söylemek mümkün mü bugün?
Yazının Devamını Oku

Kars’a sözüm vardı

7 Temmuz 2008
HÜRRİYET Treni Kars’tan yola çıkarken verdiğim bir sözü tutuyorum. İstasyonda bizi geçirmeye gelen bir grup Karslı kadın, "Şimdi yola çıkıyorsunuz ve buradan ayrılır ayrılmaz bizi unutacaksınız" dediler "Ama bu treni biz günlerce, aylarca konuşacağız. Sizlerle görüşmelerimizi tekrar tekrar birbirimize söyleyecek, üzerinde düşüneceğiz." Bizim de unutmadığımızı söyledim. Gittiğim her yer, dertlerini dinleyip konuştuğum herkes aklımda, anılarım onlarla, paylaştıklarımızla dolu. Ama onlara ayırmam gereken yeri ayıramadığım da gerçek.

"Keşke bir gün bana da Hürriyet’te bir yer ayrılsaydı da ben de kendimizi Türkiye’ye tanıtabilseydim" diyen Zehra Karabatak’ın samimi iç geçirişine ilgisiz kalamadım. Siz bana yazın ben bir yer bulurum dedim.

Şimdi onun, çocuklarından yardım alarak elektronik posta ile gönderdiği mesajdan bir bölümü burada paylaşıyorum.

"Ben Kars’tan Zehra Karabatak. Serhat Kentimiz, medeniyetler diyarımız, Cumhuriyet balolarının yapıldığı yayla havalı Kars’ımızdan selamlar, sevgilerle kucaklıyorum hepinizi. Dün Hürriyet treninin gelişiyle çok güzel bir hava soluduk Kars’ımızda. Renkli bir o kadar da ahenkliydi. Çok ama çok güzeldi her şey. Belki çoğunuz Kars denince karıyla kışıyla hayal edersiniz kentimizi. Evet, kışımız uzun ama çok güzeldir. Yazımız da çok güzeldir. Batı’da siz cayır cayır yanarken bizler burada tabiri caizse donuyoruz. Elele gönül gönüleyiz, hürriyetimize düşkünüz. Fikirlerimizde ve hareketlerimizde oldum olası özgür olmuşuzdur. Bunun da yaşadığımız ilimizin bizlere verdiği ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. En önemli özelliğimiz de ilimizde kız çocuklarına çok değer veriliyor olması. Türkülerimiz buna örnek. Arzu kızım, Cemile kızım, Asude kızım, Ceylanım, Maralım? Ana babaların varını yoğunu ortaya koyarak kızlarını okutmaktır emelleri. Tıpkı rahmetli babamın bana ve ablama sunduğu imkanlar gibi. Kasım ayındaki Kaz Film Festivalimize tüm halkımızı bekliyoruz. Kar kadar temiz ve aydınlık geleceklere temennilerimle."

Kars gerçekten çok güzeldi.

SURİYE’NİN GİZLİ PAZARLIĞI KİMİNLE?

HÜRRİYET’in
İnsan hakları treniyle Kars’tan Erzurum’a doğru yola çıkarken, bölgemizin geleceği ile ilgili pazarlıkları izlemeyi de bırakmadım. Tam da o sıralarda Türkiye’de, Suriye ile İsrail arasındaki gizli pazarlıkların üçüncü toplantısı yapılıyordu.

Taraflar bu ay sonuna doğru dördüncü kez bir araya gelme kararı ile ayrılırken İsrail’den çok önemli bir haber geldi. Haber, dün İsrail gazeteleriyle aynı zamanda İngiliz Sunday Telegraph gazetesinde de yayınlandı.

İsrailli emekli bir diplomat Alon Liel, "Eğer ABD askeri ve ekonomik yardım sözü verirse Suriye İran ile ilişkilerini kesecek" diyordu.

Liel’in bu açıklaması Suriye-İsrail arasında aylardan beri alt seviyede ilişkiler sürdüren bir diplomatın açıklaması olarak ciddiye alınmalı.

Alon Liel, İsrail ve bölge dış politikasının etkili aktörlerindendir. Türkiye’de 80’li yılların başında Büyükelçilik Müsteşarı olarak görev yapmış olan Liel’in doktora tezi "Dışarıdan satın alınan enerjiye bağımlılık ve bunun Türk dış politikasına etkileri." Ayrıca yine Türkiye ile ilgili iki kitabı var. 1993’de yayınladığı "Ortadoğu’daki Türkiye, Petrol-İslam ve Politika" ile 1999’da yayınladığı "Türkiye-Asker, İslam ve Politika."

Liel, Türkiye’nin İsrail-Suriye arasındaki arabuluculuğunun devreye sokulmasında da etkili bir stratejist.

Bu kadar bilgiyi vermemdeki neden onun açıklamalarının dikkate alınması gerektiğini söylemek için. Dr. Liel, "Suriye, sadece İsrail’in Golan’dan çekilmesini değil ama Washington’un Suriye’nin tecrit durumunu değiştirecek adımlar amasını da istiyor" diyor. Türkiye’nin arabuluculuğuyla başlayan gizli görüşmelerin taraflarından birinin de ABD olduğu anlaşılıyor.
Yazının Devamını Oku

Fransa temkinli

6 Temmuz 2008
AVRUPA Birliği dönem başkanlığını devralan Fransa, Türkiye ile ilgili mesajlarını verirken her konuda çok kararlı. Türkiye’nin üyeliğine karşı çıksa da, dönem başkanı olarak AB’nin çizgisini sürdüreceğini net biçimde söylüyor.

Müzakere sürecinin Türkiye’nin AB’ye "katılımını" amaçladığına artık itiraz etmiyor.

Ama "sonu açık müzakereler" şerhini her fırsatta tekrarlayarak, sürecin AB üyeliği için bir güvence olmadığını tekrarlıyor.

Başkanlık sürecinde bir iki fasıl açmak istiyor, aynı zamanda Türkiye’yi imtiyazlı ortaklık statüsü dışına taşıyabilecek fasıllar üzerindeki vetosunu devam ettireceğini de gizlemiyor.

Buralarda net olmasına rağmen Fransa’nın kafasının karışık olduğu bir tek konu var.

AKP’yi kapatma davası.

Avrupa Birliği bu dava açıldığında nasıl bir tepki verecek?

***

GÖRÜŞTÜĞÜMÜZ
bir Fransız yetkili, "Bekleyip göreceğiz" diyor. AKP’nin kapatılması konusunda Komisyon Başkanı Barroso, Türkiye’yi ziyareti sırasında daha kesin tavırlıydı. Bu davanın müzakere sürecini sona erdirebileceğini söylemişti.

Dönem Başkanı Fransa ise temkinli. Müzakere süreci durursa yeniden başlamak için oy birliği gerekecek. Bu da ilişkileri rafa kaldırmaktan çok daha zor bir şey. Bitirebilirsiniz ama yeniden müzakereleri açmak mümkün olmayabilir.

"Bu ülkede tam 23 parti kapatılmış. Oysa bu sayı Avrupa’da iki ya da üçü aşmaz" diyen Fransız diplomatlar, tabii ki kapatma davasının ve sonuçlarının tartışmalara yol açacağını söylüyorlar.

Ama, "tepki göstermeden önce olayın derinlemesine irdeleneceği" kesin.

AKP’nin, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi cezalandırma beklentisi gerçekçi değil.

Ne yazık ki, ülkedeki muhalefet partileri Avrupa Birliği’ne karşı bir tavır içinde oldukları için AKP, doğal müttefik olarak destekleniyor. Ama Türkiye’nin sadece AKP’den ibaret olmadığı da biliniyor.

Dönem Başkanı Fransa’nın temkini ve Avrupa Birliği’nin son mesajlarındaki daha soğukkanlı yaklaşımın nedeni bu.

KIBRIS VE TOZ DUMAN

TÜRKİYE
’nin içinden geçtiği bu dönemi, dünyanın durumundan bağımsız değerlendirmek mümkün değil. ABD’de başkanlık seçimleri öncesi İran’a savaş açılacak mı, ABD mi İsrail mi saldıracak, Türkiye’den ne bekleniyor gibi sorulara yanıt aramaya çalıştığımız bu günlerde Türkiye’deki bu derin tasfiye hareketini, sadece iç iktidar kavgası olarak görmek eksik değerlendirme olur.

Bazı şeyler öne çıkarken, bazı gelişmeler de gölgede kalıyor.

Ergenekon operasyonu için ikinci kez düğmeye basıldığı gün, Kıbrıs’ta liderler bir araya geldi.

Bir süre önce Kıbrıs’ta iken 1 Temmuz görüşmesinde Hristofyas’ın tek devlet ve tek egemenlik üzerinde ısrar edeceği biliniyordu. Buna karşılık Talat’ın bazı koşullar ileri sürebileceği söyleniyordu.

Görüşme gerçekleşti ve tek egemenlik tek vatandaşlık kabul edildi. Kapsamlı görüşmeler için 1 Eylül tarihini belirlendiği bile sonuç bildirisinde yer alamadı. Ada’da çözümün hızla sağlanmasından yanayım. Ama bu görüşmenin böyle Türkiye’de sessizce geçirilmiş olması ilginç değil mi?

"Eşitliğe dayalı yeni bir devlet" üzerinde uzlaşmaya varmadan bu anlaşmanın yine iki tarafta farklı yorumlanacağını, yeni anlaşmazlıklara zemin hazırlayacağını ve gerçek barış görüşmelerini zora sokacağını tahmin etmek zor değil. Türkiye daha farklı bir ortamda olsaydı mutlaka daha fazla tartışmaya yol açacak olan bu toplantı sessiz sedasız geçiştirildi.

Bu günlerin toz dumanı sayesinde.
Yazının Devamını Oku