Ferai Tınç

Gazze’de duygusal Sudan’da gerçekçi

6 Mart 2009
GAZZE’de duygusal olabiliriz ama Sudan’da gerçekçilik adına insanlık suçu işlenmesine göz yumabiliriz. <br><br>İnanması zor ama öyle. Türkiye Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Sudan Devlet Başkanı El Beşir hakkında verdiği tutuklama kararını endişe ile karşılıyor. Dışişleri Bakanı Babacan’ın dünkü açıklaması böyleydi.

Şimdi Sudan, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, kendisini savunmasını bekliyor.

Başbakan’ın dış politika danışmanı Prof. Ahmet Davutoğlu, geçen cuma günü bir grup gazeteciye Türkiye’nin Afrika açılımını anlatırken, tutuklama kararının hata olacağını söyleyerek Türkiye’nin bu karara karşı mesafeli olacağı işaretini vermişti. Batılı ülkeler Sudan’ı bölmek istedikleri için bu girişimlerde bulunuyorlardı ama Sudan’ın bütünlüğü ve istikrarı Türkiye için önemliydi.

El Beşir Türkiye’ye gelir mi gelmez mi bilmiyorum ama, eğer gelirse Türkiye’nin, mahkeme kararına uyacağını sanmıyorum.

***

SUDAN
sevgisi nereden geliyor diye merak edebilirsiniz.

Askeri darbe ile iktidara gelen, sonra darbe kadrolarını dağıtarak tek başına ülkeye hakim olan El Beşir’in ülkesi petrol ve kıymetli maden zengini. El Beşir’in arkasındaki Çin desteğinin esas nedeni de bu. Türkiye’nin Afrika açılımı çerçevesinde, ülkede duruma hakim bir yönetim ile yakın ilişki içinde olmak ayrıcalıklar sağlayabilir. Bu sevginin altında yatan belki de bu hesap.

Başkent Hartum ve Darfur’u gördüm. Öyle bir yoksulluğu tarif etmem imkansız.

El Beşir, radikal İslamcı hareketlerle yakın ilişkiler içinde. El Kaide’nin lideri Bin Laden’e 90’lı yıllarda ev sahipliği yapmıştı.

Sudan’da Türk iş adamları, sivil toplum örgütleri var. Onlardan bazılarına neler yaptıklarını sorduğumda, Arap ve Afrika kökenli insanların İslamiyeti doğru bir biçimde uygulamalarına yardım ettikleri yanıtını almıştım.

***

EL Beşir
, kabul etmiyor ama, Sudan’ın Afrikalı çiftçileri, hükümet kuvvetlerinin havadan saldırılarından sonra cancavit denen milislerin köylere girip katliamlar yaptıklarını anlatıyorlar.

Binlerce insan köylerini terk ederek yollara düşüyor. 200 bin kişi Çad’a sığınıyor. Binlerce çocuk, kadın ölüyor.

El Beşir yalnız değil.

Gazze’de, kadınların, çocukların göz kırpmadan hedef alınmasına haklı tepki gösteren Türkiye, Sudan’da çocukların, kadınların, kendi halinde Afrikalı çiftçilerin öldürülmesinden sorumlu bir diktatöre destek verebiliyor.

İnsan hakları değerleri, demokratik ilkeler "fayda"lara göre her gün yeniden yorumlanıyor.

Gerçekçi dış politika, anlamaya çalışın!
Yazının Devamını Oku

Ortadoğu’nun en tehlikeli dönemindeyiz, çünkü...

2 Mart 2009
MASANIN etrafı bu kez her zamankinden daha kalabalık. Başbakan Erdoğan’ın Dış politika danışmanı Prof. Ahmet Davutoğlu, Büyükelçi Ünal Çeviköz ile birlikte Cumhurbaşkanı Gül’ün Afrika ziyareti ile ilgili gazetecileri bilgilendiriyorlar.

Davutoğlu, dış politika konusunda yazı yazan gazetecileri yıllardan beri gelişmelerle ilgili bilgilendirir. Kamu diplomasisinin bir parçası olarak tanımlanan bu toplantılar, konuya göre tenha ya da daha kalabalık katılımlı oluyor. Bu, katılımı en yüksek toplantıydı.

Afrika ile ilgili olarak 15 büyükelçilik açılacağını, yakında Türkiye’nin ilk Afrika Strateji belgesinin yayınlanacağını öğreniyoruz. Ama en çok merak konusu Ortadoğu. Gelişmeler hakkında en derin yanıtları verebilecek olan ise Davutoğlu şüphesiz.

Ortadoğu özelikle bu haftadan itibaren yeniden hareketleniyor ve birden fazla konunun kesiştiği bir nokta olarak öne çıkıyor.

NEDİR BU ARABULUCULUK GAYRETİ

EL
Fetih-Hamas hükümeti için çalışmalar ilerlerken İsrail’de hálá yeni hükümetin kurulamamış olması, bölgede yeni çatışma ihtimallerini güçlendiriyor.

ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un Ortadoğu seyahati açısından da durum olumsuz. Eğer hükümet kurulmuş olsaydı, İsrail-Filistin barış süreci ziyaretten sonra hareketlenebilirdi. En azından böyle bir umut söz konusu olabilirdi. Şimdi mümkün değil.

Daha da kritik olan duru ise İsrail’den İran’a yönelik bir saldırı ihtimali. Bu ihtimal İsrail ’deki belirsizlik döneminde daha da güçleniyor. Bunun nedenleri de yok değil.

İran’ın, ilk uydunun arkasından bu yıl içinde üç uyduyu daha uzaya fırlatması bekleniyor. Böylece, uzay savunma sistemi kurabilecek seviyeye ulaşmış olacağı ileri sürülüyor. Bu durum, dünyada alarm zillerinin çalmasına neden oldu bile.

Ayrıca, Uluslararası Atom Enerji Ajansı geçen ay yaptığı açıklamada İran’ın en azından bir nükleer bomba elde edebilecek kapasiteye ulaştığını bildirdi. Yine uranyum zenginleştirme programı dahilinde santrfüj sayısını hızla artırıyor İran.

Bunlara paralel olarak, İsrail’de hükümeti kurmaya çalışan Benyamin Netanyahu’nun, "İran nükleer güç olmadan engellemeliyiz, sonradan değil" yaklaşımı içinde olduğu biliniyor.

Şimdi herkes bu ihtimalin gerçekleşmemesi için çaba harcıyor. Ama küçük bir kıvılcım, bölgeyi tutuşturabilir.

ÇATIŞMA İŞİMİZE GELMEZ

İRAN-İsrail arasındaki çatışmadan Türkiye’nin etkilenmemesi mümkün mü? Bölgede zaten var olan kutuplaşma artacak ve Türkiye, birinin ya da ötekinin tarafını tutmaya zorlanacak. İstikrarsızlık Türkiye’yi hem dışarıda hem içerde kritik durumlarla karşı karşıya getirebilir.

Davutoğlu ile toplantıda bu ayrıntılar konuşulmadı ama arabuluculuk rolünün Türk dış politikasının neredeyse ana ekseni mi haline geldiği sorusuna Davutoğlu’nun verdiği, "Biz bu bölgede düzenin bozulmamasını, korunmasını istiyoruz. İran-İsrail çatışmasını tetikleyecek bütün gelişmeleri etkilemek istiyoruz" sözünün düşündürdükleri bunlar. O zaman, bu coğrafyada bütün güçlere karşı "eşit mesafe"nin korunması Türkiye’nin elini güçlendiren bir şey. Mesafe dengesinin bozulması ise, bir tarafın çok hoşuna gitse de diğer taraf üzerindeki etkiyi azaltacağı için Türkiye’yi etkisizleştiriyor.

AFGANİSTAN VE IRAK’TAN GERİ DÖNÜŞ

ORTADOĞU
böyle kritik günlerden geçerken ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un Türkiye’ye yapacağı ziyarette İran tabii ki önemli bir konu olacak. Clinton’un arkasından Cumhurbaşkanı Gül de Tahran’a gidiyor. Yeni bir arabuluculuk mu? Çözüm arayışlarına katkı demek, daha az fiyakalı ama daha doğru. Hillary Clinton’un ziyaretinde başka önemli konular da var. Afganistan’a giden ve Iraktan dönen asker ve mühimmat konusunda Türkiye’den talepler de gündeme gelecek. Kırgzistan’ın Rusya baskısı ile ABD üssünü kapatması sonucu Türkiye’den gelecek cevap daha da önem kazandı.

Bu konuda temasların sürdüğü anlaşılıyor, ama müzakerelerin yerel seçimlerden önce sonuçlanması mümkün değil.

Ortadoğu’nun uluslar arası gündemde bu kadar ağırlık kazanması, Türkiye’yi de ister istemez bölgeye odaklıyor.
Yazının Devamını Oku

Krizdeki demokrasi ve yöneticileri

1 Mart 2009
İKİ lider yana yana kürsülerde basın toplantısına başlıyorlar. Fransa Devlet Başkanı Sarkozy toplantıyı açarken yanındaki lider, İtalya Başbakanı Berlusconi, kulağına eğilerek bir şey söylüyor.

Ekranlarda izliyoruz.

Berlusconi, "Sana kadınını ben verdim" diye fısıldıyor, Fransa first lady’si Carla Bruni’yi kastederek. Bruni İtalyan, onu kast ediyor.

Sarkozy önce duraklıyor. Şaşırdığı yüzündeki ifadeden anlaşılıyor. Sonra başını öne eğip yarı çapkın, yarı mahcup gülüyor. Ama bu soğuk espriye katılarak Berlusconi’ye dönüyor, "İstersen bunu söylemeyeyim" diyor, öteki de "aa yok yok" yapıyor.

Salı günü meydana gelen bu olay günlerdir konuşuluyor. Palazzo Chigi’den yapılan açıklamada Berlusconi’nin aslında "Ben de Sorbon’da okudum" dediği, "Sorbonna"nın "donna" (kadın) şeklinde anlaşıldığı ileri sürülse de, İtalya’da olay, siyasi polemik konusu olmaya devam ediyor. İtalyan kadın milletvekilleri Berlusconi’yi kadınları aşağıladığı gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şikayet etme kararı alıyorlar.

Berlusconi’nin ilk gafı değil. Yoksulluktan şikayet eden bir kadına, "evlen de kurtul" demesi, Danimarka Başbakanı Andres Fogh Rasmussen için "o kadar yakışıklı ki karımla tanıştırmalıyım" sözleri, Obama’yı, "genç, yakışıklı ve iyi bronzlaşmış" diye tarif etmesi gibi ırkçı ve kadınları aşağılayıcı üslubu terk etmiyor Berlusconi. Ama seçimlerin galibi hep o. Sarkozy ve Berlusconi, yeni bir toplumsal gerçeğin ifadesi iki lider.

***

NICOLAS Sarkozy
nasıl cumhurbaşkanı oldu? Fransız tarihçi ve sosyolog Emanuel Todd’un "Apres La Democratie" (Demokrasiden Sonra) adlı kitabını okuyorum. Bu soruyu o da kendine soruyor ve yanıtını veriyor. Yanıt sadece Fransa ile sınırlı değil. Bu yaygın bir "tuhaflık".

"Nicolas Sarkozy, nasıl Cumhuriyet’in başkanı oldu? Hararetli, agresif, kendine aşık, Amerika’nın Bush’çu zenginlerine hayran, diplomaside olduğu gibi ekonomide de yetersiz olan bu adam nasıl seçildi? İktidara geldiğinde hiçbir kural, hiçbir gelenek, hiçbir değer, bu yöneticinin davranışlarını sınırlayamıyordu."

Sarkozy
’nin seçilmesiyle ülkede "Sarkozy moment"i diye tanımladığı yeni bir dönemin başladığını söylüyor Todd. Bu dönemle birlikte siyasi uzlaşmalar dağılıyor, ideolojik gelenek yok oluyor, adetler kayboluyor.

"Fransa Devlet Başkanı’nı, en acımasız biçimde eleştirmek gerekli bir egzersiz olabilir ama yetmez. Bu durumu ciddiye almalıyız çünkü bu Fransız toplumunun psikolojik, ideolojik ve ekonomik bir kriz içinde olduğunun göstergesidir" diyor Todd. "Eğer Fransız halkının yüzde 53’ü Sarkozy gibi, tutarsız bir düşünce sistemine sahip, entelektüel olarak vasat, agresif, para düşkünü, duygusal açıdan dengesiz bir insana oy veriyorsa o zaman o toplum sağlıklı bir toplum değildir."

Todd
bu yorumu yaptıktan sonra devam ediyor, "Sadece deli bir toplum, deli bir başkana normalmiş gibi davranabilir? Bu Başkan, Fransa’nın hasta olduğunun kanıtıdır."

***


BİR toplum hasta olabilir. Kalitesiz eğitim, serbest rekabetin yıkıcı etkisi karşısında yoksullaşan orta sınıf, üst sınıfın yolsuzluğu ve boş vermişliği bir toplumun hastalanmasına yol açar. Toplumsal doku bozulur.

Todd, buna "demokrasinin krizi" diyor.

Ben Sarkozy’nin ve Fransa’nın yalnız olmadığını düşünüyorum. Muhafazakar ama temayüllere meydan okuyan, kendi tarzı ile damgasını vuran Berlusconi, Putin ve Erdoğan da demokrasi krizi toplumlarının liderleri. Bu toplumların en belirgin ortak paydası aydın düşmanlığı.

Todd, "Sağlıklı bir demokrasi, seçkinlerinden vazgeçemez. Demokrasiyi popülizmden ayıran budur. Bir toplumun seçkinlere olan ihtiyacının halk tarafından kabul edilmesi" diyor.

Bu tek taraflı bir mesele değil. Seçkinlerin de halkın güvenini kazanması gerekir.

Aydın düşmanlığının yol açtığı sonuçları, bugün yaşanan demokrasi krizinde, vasatlığın ve popülizmin yüceltilmesinde izliyoruz.
Yazının Devamını Oku

Halka başka dışarıya başka

27 Şubat 2009
CUMHURBAŞKANI Gül, gerilimi yumuşatmak için İsrail’i ziyaret etmeyi planlıyor.<br><br>Haber, İsrail’in önde gelen gazetelerinden Haaretz’de dün yayınlandı. Başka ilginç ayrıntılar da vardı haberde. İşadamı Jak Kamhi’nin İsrail’i ziyareti sırasında Gül’den bir mesaj götürdüğü belirtiliyor. Kamhi’nin İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e ilettiği notta, Cumhurbaşkanı l, İsrail’i ziyaret etmek istediğini söylüyor.

Ama bu yılın ikinci yarısında.

Haberde ziyaret tarihiyle ilgili yorumlar da var.

Yerel seçimler öncesi böyle bir ziyaretin mümkün olmayacağı için yıl sonuna doğru bir randevu tarihi istendiği yorumu yapılıyor.

Yoruma katılıyorum. Seçmenin kafası karışmaz mı sonra? Sen bu kadar bağır çağır, sonra Cumhurbaşkanını özür dilermiş gibi ayağına gönder.

Olmaz imajı bozar.

Zaten haberden anladığım kadarıyla bu gerekçe de makul karşılanıyor. Şunun şurasında herkes politikacı değil mi, seçimler denen o sırat köprüsünü geçene kadar her şey mubah.

Bir küçük ayrıntı daha var haberde, "Türkiye Cumhurbaşkanı, ocak ayında İsrail’i ziyaret edecekti ama kulağındaki rahatsızlık nedeniyle ziyareti iptal etmişti" dendikten sonra bu gerekçenin de muhtemelen İsrail’in Gazze operasyonuyla bağlantılı olduğu söyleniyor.

Yine de Gül’ün ziyaret mesajı memnuniyet yaratmış.

İsrail, Türkiye ile ilişkilerini düzeltmek istiyor. İçinde bulunduğu geçiş dönemi, yani hükümet kurulmadan önce yaraların sarılmasına önem veriyor.

Türkiye’ye ABD ve Avrupa’dan gelen mesajlar da ilişkilerin bir an düzeltilmesi yönünde.

***

OBAMA
’nın Ortadoğu özel temsilcisi George Mitchell, dün Ankara’daki temaslarından sonra yaptığı açıklamada son derece dikkatli bir üslupla açık mesajlar verdi.

"Başkan Obama’nın Ortadoğu barış çabalarında Türkiye’nin anahtar rol oynayacağını" söyledi.

Açıklamasını da tam şu ifade ile yaptı:

"Ankara’nın İsrail ve Arap ülkeleriyle yakın ilişkileri Başkan Obama’nın, Ortadoğu barışını dış politika önceliği yapma vaadinde önemli rol oynamıştır."

Yani, Türkiye’nin İsrail ve Araplarla iyi ilişkide olması, ABD’nin Ortadoğu politikalarını hayata geçirebilmesinin ilk koşullarından biridir. Dolayısıyla Türkiye pusulasını şaşırmamalıdır.

Mitchell’in "monşer" ifade ile dile getirdiği mesajın özü budur.

Bu, Türkiye’ye her yerden gelen mesaj. Anlaşıldığına da inanıyorum.

Başbakan Erdoğan’ın seçim mitinglerinde, meydanların heyecanını yükseltmek için yarattığı düşmanlar arasına İsrail’i koymamaya dikkat etmesi, halktan gelen seslere, "Davos İsrail seçimlerinde yerini bulmuştur" gibi ne anlama geldiğini bir türlü çözemediğim yanıtlar vermesi de Türkiye’ye çeşitli kanallardan gelen bu mesajın zaten farkında olunduğunu gösteriyor.

***

İSRAİL
ile gerilimin aşılmasını tartışacak değilim bunun için çaba harcamak da doğru bir karar.

Ama içeride başka, dışarıda başka konuşmak halkı ahmak yerine koymaktır.

Bir yandan İsrail’e posta atarak içeride prim toplamaya çalışırken, öte yandan arabulucular gönderip gönül almak halkı ahmak yerine koymak, hem de ahmaklaştırmaktır.

Halkın desteğini almayan dış politika adımları kalıcı ve etkili olabilir mi? Türkiye sadece coğrafi konumu ya da hükümetlerin yetenekleri sayesinde değil, halkı ile birlikte bölgenin önemli ülkesi.

Nabza göre şerbet vermenin sınırı olmadığı için, şerbet yüklemesi ile toplumu komaya soktuktan sonra, yani düşmanlıkları körükledikten sonra dışarıda barış politikalarına katkıda bulunmak mümkün değildir.

Zaten bu yüzden, her gelen "aman sizin oynadığınız rol çok önemliydi" hatırlatması yapıyor.
Yazının Devamını Oku

Dış politika ve dışlananların hamiliği

23 Şubat 2009
TÜRKİYE, dışlananların hamisi olmaktan, dış politika önceliklerini karıştıran bir ülke haline geldi. Sürekli projeler üreten, ve arabuluculuk gönüllüsü bir dış politika, ama ortada bir şey yok. Çünkü derinlik yok. Türkiye’nin dış politikasındaki renksizliğin nedeni bu.

Gerek ekonomik kriz, gerek Obama sonrası dünyanın koşulları dışlayıcı değil, kapsayıcı dış politika trendini öne çıkartıyor.

Ama bu kapsayıcılık, amok koşucusu gibi her önüne gelenin koluna girmek anlamını taşımıyor.

Dışişleri Bakanı Babacan’ın, bir açıklaması bu konuyu yeniden düşünmeme neden oldu.

Bakan, Nabucco projesine Rusya’nın da katılmasını istiyormuş.

Avrupa’nın Rusya’ya enerji bağımlılığını azaltmak amacıyla ortaya atılan bu projeyi, Rusya baştan beri engellemeye çalışıyor. Anlaşılır bir şey çünkü Putin yönetimi Eski Sovyet coğrafyasının enerji kaynakları üzerindeki denetimini sürdürmek istiyor, ancak bu şekilde Rusya’nın güçleneceği hesabını yapıyor.

Bu, Rusya’nın stratejik seçimi ve onu devam ettirmeye kararlı. Duma Dış ilişkiler Komitesi başkanı bir ay önce Ria-Novosti haber ajansında yer alan açıklamasında piyasada yeni rakiplerle baş başa kalmamak için Rusya’nın çatışmaları bile göze alabileceğini söyledi. Tabii ilk akla gelen bölge de Kafkasya.

Tamam, Rusya’nın bu projeye dahil edilmesi için daha iyi bir neden olabilir mi?

Doğru.

Ama doğruyu söylemek marifet değil.

***

NABUCCO
Rusya’ya kapalı değil. Avrupa Konseyi daha bu ay başında Rusya’nın da dahil edilmesini gündeme getirdi. Bu konuda çalışmalar var.

Üstelik, boru hattı şirketi, isteyenin istediği kadar doğal gazı bu hatta yükleyebileceğini de açıkladı.

Ama Türkiye’nin proje konusundaki tavrı belirsiz. Henüz net bir startejik seçim yapılmamış gibi görünürken, bu projeden neler beklenebileceğini belirleyip, bu noktalar üzerinde çalışmak gerekirken, neden "Rusya olmadan asla?"

Rusya ile ilişkiler tabii ki Türkiye için önemli. Ama Azerbaycan örnek olabilir bize. Bir yandan Rusya ile gaz anlaşmaları imzalıyor aynı zamanda "Bu boru hattını dolduracak gaz yok bölgede" diyenlere karşı yanıtını veriyor. Nabucco’yu açıkça destekliyor (Bu iddiayı Başbakan Tayyip Erdoğan da dile getirmişti Brüksel ziyareti sırasında).

Azerbaycan Ulusal Petrol Şirketi SOCAR’ın Başkanı Hoşbaht Yusufzade, geçen hafta Perşembe günü "Nabucco boru hattını doldurmaya yetecek rezervlere sahibiz" dedi.

Azerbaycan bu projeyi destekliyor.

Bölgedeki diğer doğal gaz üreticisi ülkeler de Kazakistan ve Türkmenistan gibi, karşı çıkmıyorlar. Dünya pazarlarına çıkış yollarını çeşitlendirmek üreticilerin de işine geliyor çünkü.

***

BABACAN
, Rusya’yı dahil etmekten söz ederken, " Rusya’yı dışlayan, kuşatmışlık hissine sevk eden, rekabet çekişme havasının oluşmasına karşıyız" diyor.

Bu yaklaşım çok doğru, ama son zamanlarda Türk dış politikasında öne çıkan tek şey bu, dışlananların hamiliği.

Üstelik ne böyle bir hamilik talebinde bulunan var ne de dışlanan.

Türkiye’ye sürekli bir rol biçme ve başrolü kaptırmama endişesi, dış politikayı da havaileştiriyor.
Yazının Devamını Oku

Sansürün yöntemi de değişti

22 Şubat 2009
EKONOMİK yaptırımlar sansürün yeni yöntemi. <br><br>Gazetelerin, okuyucuya ulaşmadan önce sansüre gönderildiği dönemlere yetişmedim, beyaz satırlı gazete haberlerine arşivlerde rastladım. Ama yasaklı dönemleri bilirim. Toplatılan gazeteler dönemini yaşadım. Özgürce ifade edilmesi engellenen düşünceleri anlatabilmek için gazetecilerin nasıl binbir dereden su getirdiğimizi bilirim.

Hatta, Kürt sözcüğü yasaktı, "bölücü" sözcüğü kullanılırdı. Ama her durum için. Hürriyet Dış Haberler servisinde, 1980’li yıllarda Iraklı Kürtlerle ilgili bir haber yazarken berbat bir durumla karşı karşıya kalmıştım. Iraklı Kürt’ü nasıl ifade edecektim, Iraklı bölücüler demedim tabii.

İşte o ahmaklık günlerini yaşadım.

Artık zaman değişti. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir yönetim haberleri sansürlemeye, gazeteleri yasaklamaya kalkmıyor. Ekran karartma işine bulaşmak istemiyor.

Bugünün dünyasında sansür artık böyle işlemiyor.

* * *

İMAJ
dünyasında kimse kendisine demokrasi düşmanı yaftası yapıştırtmak istemiyor. Yönetimlerinin imajı önemli. Otoriter rejim damgası yemeden demokratik özgürlükleri kısıtlamanın yeni yolları var artık.

Ekonomik yaptırımlar. İşletmeyi ağır yükler altına sokan para cezaları ile karşı karşıya bırakmak.

Bir "büyük"ten öğrendiğim tabirle ifade edersem, basın özgürlüğünün "ümüğünü" sıkmak böyle de mümkün.

Putin gibi. Yeltsin döneminde zenginleşen medya patronlarından kendisine biat etmeyenleri hapislere attırdı, ilk başlarda halk da bu patronları eleştirdiği için yapılanlara ses çıkartmadı, yolsuzluklara karşı önlem alınıyor sandı. Çeçenistan’da durumun hiç de hükümetin anlattığı gibi olmadığını yansıtan haberlerden yoksun kalmayı da pek önemsememişlerdi ilk başlarda. Gazeteci cinayetleri başladığında artık çok geç kaldıklarını anladılar.

Güney Kore eski Devlet Başkanı Kim Dae Jung da, JongAng Ilbo grubuna 1999 yılında denetçiler gönderdi. Soruşturma iki yıl sürdü. Bu ülkedeki tüm sektörlerde yapılan denetlemenin en geniş kapsamlısıydı. Devlet Başkanı ve onun politikalarını eleştiren gazeteler ağır para cezalarına çarptırıldı ve yöneticileri tutuklu yargılandılar.

İşte sansürün alası.

* * *

MEDYA
’ya ayrıcalık tanınmalı demiyorum. Bugün, Doğan Medya Grubu’na kesilen vergi cezasına itiraz eden hiç kimsenin böyle bir talebi olduğunu düşünmüyorum.

AKP çevreleri, basın özgürlüğü gerekçesine sığınarak imtiyaz talep edildiği havasını yaymaya çalışıyorlar.

Doğru değil. Ama ceza sisteminde orantı diye bir şey yok mudur? Ceza, bir hatayı düzeltmek amacı taşır ama Doğan grubuna, kendi değeri üzerinde kesilen cezanın amacının yok etmek olduğu açık.

Üstelik bu gizli de değil. Gazete okumayın kampanyası başlatan Başbakan daha birkaç gün önce Kastamonu’da, "Gazeteleri almayın onları yokluğa mahkum edin" demedi mi?

Abraham Lincoln’un bir sözü geliyor aklıma. "Hangisi daha önemlidir. Özgür seçimler mi, özgür basın mı? Özgür basın. Çünkü o olmadan özgür seçimler mümkün değildir."

Ama bir noktaya dikkat çekmeden de geçemem. Eğer bugün bir iktidar medyayı yok etmekten söz edebiliyor ve böyle bir kampanya yürütebiliyorsa bu cesareti ona verdiğimiz için bizim de kendimizi sorgulamamız gerekiyor.

Bir sektörün içinde, yöneticisinden gazetecisine kadar her kesimde bu kadar çatışma yaşanıyorsa böyle bir sonucun ortaya çıkmasına şaşırmamalı. Medyanın dokunulabilir ve hırpalanabilir hale gelmesi özgürlüklere dokunmayı sıradanlaştırıyor. Vazgeçilmez özgürlüklerimize.
Yazının Devamını Oku

ABD, Kıbrıs’ta devreye girebilir

20 Şubat 2009
ONLARIN ziyareti, Başkan’ın mektubuna tesadüf etti. <br><br>İlginç bir gelişme oldu, ABD’nin yeni Başkanı Obama’nın, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Mehmet Ali Talat’ın tebrik mektubuna verdiği yanıt Ada’ya ulaşırken, Sanatör Richard Durbin de bölgeye gedi. Durbin de Demokrat ve Obama gibi Illinois Senatörü. Yani Başkan’ın yakın çevresinden.

Kıbrıs, Atina, Ankara ve İstanbul’da temaslarda bulunmak üzere bölgeye geldi.

Durbin, Başkan Obama’nın resmi temsilcileri değil ama "resmi arkadaşları" olduklarını söyleyerek dolaştı Kıbrıs ve Atina’da nabız yokladı.

Obama Yönetimi’nin Türkiye ile ilk teması Kıbrıs konusu ile başlıyor.

***

SENATÖR’ün ziyareti, Dışişleri Bakanı Clinton ya da Başkan Yardımcısı Biden kadar üst düzey bir ilk temas değil. Ama ciddi bir nabız yoklama, son zamanların moda deyişiyle ciddi bir Kıbrıs açılımı.

Zaten kendisi de bunu söylüyor ve "bu gezinin izlenimlerini, mesajlarını Obama’ya ileteceğim" diyor.

Bu yüzden de her durakta sorular soruyor.

Kıbrıs sorununun çözümü Kıbrıs Türklerinin ekonomik durumunu düzeltir mi? Türkiye’nin rolü nedir? Kıbrıs’taki Türkiye kökenlilerin etkisi nedir? Bir çözümden sonra kaçı kalacak kaçı gidecek? Çözüm mümkün mü?

Durbin’in temaslarından ve dinlediklerimden, Washington’un Kıbrıs barış görüşmelerinde devreye girmeye hazırlandığı sonucunu çıkardım.

Durbin’in, "ABD’nin özel bir önerisi yok. Ama eğer iki başkan da isterse Kıbrıs görüşmelerine yardım ederiz. Bu önerimize katılmaları için liderleri de cesaretlendiriyoruz" sözleri de bu niyeti açıkça ifade ediyor bana göre.

Obama da KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a gönderdiği mektupta, "Daha güvenli bir dünya yaratmak adına barış ve dostluk içinde birlikte çalışma arzusunu" iletiyor.

***

KIBRIS, Obama Yönetimi’nin, Kıbrıs sorununun çözümünü de dış politika öncelikleri arasına aldığı anlaşılıyor.

Bunun nedeni açık. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinin rayına oturması yeni yönetimin üzerinde önemle durduğu bir konu.

Sadece Obama ve Başkan Yardımcısı Biden değil, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da, ABD’nin çıkarları açısından yüzünü Avrupa’ya çevirmiş, AB vizyonunu kaybetmemiş bir Türkiye’nin önemini defalarca dile getirdiler.

Durbin, ziyaretinin nedenleri arasında "Obama Yönetimi’nin bölge güvenliğine verdiği önemi" de sayıyor. Türkiye’nin Avrupa vizyonunu kaybetmemesi ve Kıbrıs meselesinin çözümü bölgesel istikrarın güvencesi olarak değerlendiriliyor.

Avrupa Birliği-NATO ilişkilerinin bu ziyaretin gündeminde olması da bununla ilgili.

NATO ile Avrupa Birliği arasında işbirliğinin karşısındaki en büyük engel, Türkiye’nin Kıbrıs vetosu. ABD daha birkaç gün önce açıkça Türkiye’den vetosunu kaldırmasını istedi.

Bu sorun da Kıbrıs’ta çözüm olmadan imkansız görünüyor.

***

KIBRIS görüşmeleri şu sıralar sessiz sedasız sürüyor. Ama KKTC ve Türkiye’deki seçimlerden sonra yaz aylarından itibaren süreç hızlanabilir. Kapalı kapılar ardından gelen haberlerde, şimdi tarafların pozisyonlarının saptandığı ama bir süre sonra karşılarına uzlaştırıcı öneriler konabilir. Liderlerin bu önerileri ellerinin tersiyle itememeleri için de ABD’nin sürece ağırlığını koyacağı kulislerde dile getiriliyor. Bu yıl sonuna kadar ya da önümüzdeki yılın başında Kıbrıs’ta önemli değişiklikler olabilir.
Yazının Devamını Oku

Kadınlar kampanyada da yok

16 Şubat 2009
SADECE listelerde değil kadınlar seçim kampanyalarında da yok. <br><br>Kimse kadınlara seslenmiyor. Kadınlara vaat yok.

Ne düşündükleri önemli ne de istekleri.

Zaten eğer merak edilseydi Allah’ın bir kulu da çıkar, alışveriş merkezlerini oraya buraya dikmeden önce, onları en fazla kullanacak olan kadınların da fikrini almak gerektiğini akıl ederdi.

Tabii demokrasi meselesi. Yaşadığınız yerle ilgili olarak ne zaman sizin görüşünüz soruldu ki? Ben bir tek Boğaz vapurlarını anımsıyorum.

Ne günlük yaşam mekanım olan alanı kongre vadisi yapmaya kalktıklarında fikrimi aldılar, ne kapımın önünü otomobil parkı olarak kiralarken ne diyorsun diye sordular.

Ne bahçelerimizi, nefes aldığımız parklarımızı önce yeşil alan ilan edip sonra "büyük projeler"e iliştirirken itirazlarımızı umursadılar.

Bu kentte doğup büyüyen bir İstanbul mirasçısı olarak, halktan kopuk yönetimin sonucu olarak hızla eğretileştirildiğimin farkındayım.

"Bir medeniyet yıkılır yerine bir yenisi dikilir" diyen bir belediye mimarının anlayışıyla bir kentin kültürü yok edilir, yerine yeni bir kültür yükseltilirken tabii ki bir öncekinin mirasçısı halka bir şey sormaya gerek yoktur. Yeni inşaatçılar kendi tarihlerinin damgasını nasıl vuracaklarından fevkalade emindirler çünkü.

Yollar, kaldırımlar defalarca yapılırken de bir şey sormazlar size, ama siz gidip, "acaba bizim evin trafo ile bağlantısı nereden geçer, kanalizasyon nereye gider" diye sorduğunuzda da, ne bir harita ne de ciddi bir kroki bulursunuz. Bulamadığınız gibi, onları soracak bir muhatap bile yoktur. Elinde bir kazma ile kapınızın önünü, hazine arar gibi kazmaya başlayan bilinçsiz bir belediye ya da kurum çalışanı ile kendinizi baş başa bulursunuz sadece.

***

DEMOKRASİ
kültürü yerel yönetimlere uğramıyorsa eğer kadınların sesleri de haliyle hiç duyulmaz.

Hele yerel seçim bizimki gibi "büyük savaş" atmosferinde geçiyorsa o zaman sadece tüneller, barajlar, betonlar, çelikler konuşulur, dosyalar açılır, oltalar atılır, siz ve biz de halk olarak bir ona bir ötekine bakar, acaba kime oy verelim diye sorar dururuz da, "Neden"ini merak etsek de karşılığını alamayız. Çünkü biz öylesine yokuzdur o kampanyada.

Yerel seçimlerde kadınların daha fazla listelerde yer alması içi KADER ve diğer birçok kadın örgütü, partilerin kadın kolları, sivil toplum örgütleri çaba harcadı.

Ama ne yazık ki bu kez de listeler eşitliksiz. Kota vaatlerine karşın sadece on ilde ve 54 ilçede kadın aday yarışacak. İllerde en çok başkan adayını CHP’nin göstereceği söyleniyor. Listeler kesinleşmeden partilerin kadın adayları ile ilgili sayı vermek istemiyorum çünkü, kadın adayların üzeri o kadar kolay çizilebiliyor ki.

Neden kadınlar?

Çünkü temsilde eşitlik olmadan demokrasiden söz etmek mümkün değil. Sayısa mesele mi? Hayır. Kadınların yönetim sürecine katılması daha iyi bir yönetim ve daha iyi bir siyaset için gerekli.

Araştırmalara göre, eşit işe eşit ücret, aile içi şiddete karşı mücadele ve çocuk bakımı ile ilgili konularda en doğru politikalar kadın temsilcilerin sayısının yüksek olduğu meclislerden çıkıyor. Aslında bütün toplumu ilgilendiren bu konuları kadınlar daha ısrarla dile getiriyor ve demokratik sürece taşıyor.

Bir başka örnek de Norveç’ten. Sanayi Bakanı şirket yönetimlerinde yüzde 40 kadın kotası uyguluyor. Neden? Çünkü bunun ülke ekonomisine olumlu yansıdığı belirleniyor.

Goldman Sachs 2007’de yayınladığı bir raporda iş dünyasında kadın erkek temsilindeki eşitsizliğin ekonomik gelişmeyi olumsuz etkilediğini söylüyordu. Dünya Bankası, eşitlik sağlanmadan yoksulluğun ortadan kalkmayacağını açıklıyor.

Kadınlar yönetimlerde eşit biçimde temsil edilmeden demokrasi toplumu olamayız. Daha fazla kadın aday listelerde yer almadan kadınlar seçmen olarak da kimsenin aklına gelmez kampanyalarda.
Yazının Devamını Oku