Ferai Tınç

Dink suikastı davası yokuş yukarı

26 Ocak 2009
İKİ yıl önce bir gün, Hrant ile karşılaştığımda "çok baskı var, bırakıp gitmeyi bile düşünüyorum" demişti. Kürt meselesinden, demokratikleşmeye, Avrupa Birliği sürecinden mesleki sorunlarımıza kadar çeşitli konularda çok konuşmuş çok dertleşmiştik. "Sana hiçbir şey yapamazlar, o kadar da değil" demiştim, hem de çok inanarak söylemiştim. Artık kimseye öyle bir şey söylemiyorum. Ne yazık! Herkesin başına her şeyin gelebileceği bir frensiz gidişatta hissediyorum kendimi.

Rumlar, göç kafilelerinin arkasından kalan yalnız kuşlar olarak köşelerinde sessiz, Ermeniler her an yürekleri ağızlarında, Museviler, son günlerde yükselen yüzeysel tahlillerin toptancılığının tehdidi altında.

Hiçbir zaman olmadığı kadar tedirginiz diyor arkadaşlarım.

Irkçılığın ideolojik temelleri, hiç dokunulmadan durup dururmuş da meğer, fark etmezmişiz. Aramızdan birileri dışlanırmış, tedirginmiş ama korkularını gizlediklerini hissetmezmişiz. Bu kadar giz, bu kadar korku, bu kadar vurdumduymazlık sakatlar.

Ne kadar sakatlanmışız da anlamazmışız.

Irkçılığını bilmeyen, farklı düşünceye tahammül etmeyen, paylaşmayı istemeyen, eleştiriye tahammülsüz bir ülkeye uyandık iki yıl önce o suikastle.

***

HRANT Dink
’in öldürülmesinin üzerinden iki yıl geçti. İki koca yıl. Gerçek tam olarak ortaya çıkabilirdi. Çıkmadı. Hayır, doğru değil aslında gerçekler ortada ama üzerlerine gidilmedi

Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Hrant Dink’in avukatları Fethiye Çetin ve Deniz Tuna rapor yayınladılar.

Çok önemli bir noktayı bir kez daha hatırlattılar.

Bu cinayet, genç bir insanın televizyonda görüp olumsuz hisler beslediği bir insanı öldürmesi olayı değil.

Bu olay, avukatların da belirttiği gibi, "Hrant Dink’in hedef haline getirilmesini, cinayetin teşvik edilmesini, güvenlik güçlerinin bu süreçte oynadıkları rolü, tetikçinin hazırlanmasını ve cinayetin işlenmesini" de içine alan bir süreçtir.

Bu süreçte sadece bir unsurun bile dışta bırakılması cinayetin aydınlatılmasına yetmeyecek. Daha da önemlisi bunun gibi feci bir olayın tekrarlanmasını da engellemeyecek.

***

HRANT DİNK
suikastında bugüne kadar yanıtlanmamış çok temel sorular var.

Yaşamının tehdit altında olduğu devletin kurumları tarafından biliniyor olmasına rağmen neden koruma sağlanamamıştır?

Suikast gününe kadar MİT, Jandarma ve Emniyet’in koordinasyon sağlamadaki yetersizlikleri ortaya çıktı. Bu devletin işleyişindeki çok ciddi bir aksamanın göstergesidir. Bu noktanın üzerine neden gidilmiyor, neden ana davanın çerçevesi içinde ele alınmıyor?

Dosyadaki belgelere göre Hrant Dink, öldürülmeden önce devlet tarafından izleniyor, aynı biçimde Rahip Santoro’nun ve Malatya’daki Zirve Yayınevi çalışanlarının da öldürülmeden önce takip altında oldukları biliniyor. Devletin izlediği kişiler öldürülürken, olayların failleriyle ilgili maddi gerçeklere neden ulaşılamıyor?

***

BU
davada yanıtsız kalan sorular yanıtlanmadan, sadece sorumlular değil, sorumluluklar da belli olmayacak. Sorumluların ortaya çıkartılmasının önemi, bu kişilerin aynı zamanda davanın seyrini etkileyecek bilgi ve belgeleri mahkemeye sağlamakla görevli kişiler olmalarından da kaynaklanıyor. Havanda su dövülmesinin bir nedeni de bu.

Devlet mekanizması gücünü kötüye kullananları, işini gerektiği gibi yapmayanları, sorumluluklarını yerine getirmeyenleri korumak yerine onlardan kurtulmalı. Hrant Dink suikastı tüm boyutlarıyla birlikte ele alınıp değerlendirilmeli. Irkçılığın derin köklerinin ayıklanması, önümüzdeki dönemin sorunlarının çözümünde daha güçlü kılacak bu toplumu.
Yazının Devamını Oku

Türkiye, Obama’nın Ortadoğu’da muhatabı değil

25 Ocak 2009
OBAMA, Beyaz Saray’a geldiğinin ikinci günü Dışişleri Bakanlığı’nı ziyaret etti. Yeni Amerikan Yönetimi dünyaya açık bir mesaj gönderdi bu ziyaretle. Amerikan dış politikasına Pentagon’un damgasını vurduğu günler geride kalıyor.

Obama’nın bu ziyaret sırasında Amerikalı diplomatlara yaptığı konuşmada, "Önümüzdeki yıllarda sağlayacağımız başarılarda Dışişleri’nin kesin olarak kritik bir rol oynayacağını herkesin anlamasını istiyoruz" sözleri de bunu gösteriyor.

Bunun ne anlama geldiğini konuşmasının içinde yine Obama açıklıyor:

"Bu genç yüzyılımız yeni bir Amerikan liderliği dönemini gerektirmektedir. Amerika’nın gücü, sahip olduğumuz silahlardan ya da zenginliğimizin boyutundan değil, inandığımız değerlerden kaynaklanıyor. Ulusal güvenliğimiz ve dünyadaki bütün insanların ortak istekleri açısından bu yeni çağ şimdi başlıyor."

Bu çerçevede göreve gelir gelmez ilk işi üç karara imza atmak oldu Obama’nın, "Amerika işkence yapmayacak", "Guantanamo kapatılacak" ve "terör suçluları ile hukuk devleti sınırları içinde mücadele edilecek".

Bush
’un "terörle mücadele dönemi" böylece sona eriyor. Yeni yönetim, uluslararası ilişkilerde "Ya benimle ya düşmanlasın" keskinliğinin Amerika’yı sürüklediği yerden çıkartma sözü veriyor.

Ancak bu yeni yönetimin terörle mücadeleyi gevşeteceği anlamına gelmiyor.

Bush terörle mücadeleye Irak’tan başlarken Obama, İsrail-Filistin meselesine geri dönüyor.

Kuzey İrlanda sorununun çözümünde etkin ol oynayan Senatör Mitchell’i Ortadoğu özel temsilciliğine atadığını açıklarken Dışişleri’nde yaptığı konuşmada yeni yönetimin izleyeceği yolu da belirliyor.

Washington, kalıcı bir ateşkes için İsrail ve El Fetih muhatap alacak. "Barış sürecinin parçası olabilmek için Hamas şu koşulları yerine getirmelidir: İsrail’in yaşam hakkını tanımalı, şiddete karşı çıkmalı ve geçmiş anlaşmalara uymayı kabul etmelidir."

***

OBAMA
, Dışişleri Bakanlığı’ndaki konuşmasında Gazze’ye yapılacak yardımların El Fetih üzerinden geçmesi gerektiğinin de altını çiziyor. Bu arada Mısır’a seslenerek, bölge liderliği rolünün devam etmesi ve arabuluculuk çalışmalarını sürdürmesi isteğinde bulunuyor.

"Başkan Mübarek’i aradım ve ateşkes sağlanmasında Mısır’ın oynadığı önemli rolü takdir ettiğimi söyledim. Barışın sağlanması için liderliğini ve işbirliğini sürdürmesini istedim" diyor.

ABD’nin yeni başkanının konuşması, açıkça ortaya koyduğu barış koşulları Gazze krizinde, Başbakan Erdoğan’ın, Hamas’ın sözcülüğüne soyunmasının zarar verdiğini açıkça ortaya koyuyor.

Erdoğan’ı sokaklar sevdi. Gerek Türkiye’de gerek Arap dünyasında popüler oldu, çünkü popülizm yaptı.

Ama terörle mücadelede diplomasinin öne çıkacağı bir dönemde, diplomatik dengelerin sağlam kurulması çok önemli.

Bugün Avrupa’da birçok siyasetçi Hamas’ı dışlayarak bölgede barış sağlanamayacağını söylüyor. Bir farkla, bunu yaparken ne bölge ülkelerini, ne El Fetih’i ne İsrail’i karşısına alıyor.

Erdoğan gibi yapan yok. Hamas’ın sözcülüğüne bu kadar gözü kara soyunmak, örgütün muhatap alınması için etkin biçimde lobi yapma imkanını da alıyor Türkiye’nin elinden.

Arap gazetelerinde çıkan haberlere göre, ateşkes görüşmeleri sırasında Mısır, Türk heyetinin toplantılara katılmasını engelledi. Obama ise muhataplarının kim olacağını İsrail, El Fetih ve Mısır ve Ürdün başta Arap ülkeleri diyerek açıkladı.

Terörle mücadelede diplomasinin öne çıkmakta olduğu dönemin başında Erdoğan’ın gayretleri Hamas’ı diplomatik sürecin bir parçası haline getirmek şöyle dursun, Türkiye’yi Yahudi düşmanlarına yaklaştırdı. Erdoğan sokaklara seslenirken, o sokakların Türkiye’nin Yahudi kökenli vatandaşlarına da ait olduğunu unuttu.
Yazının Devamını Oku

Komisyon ziyaretten neden memnun kaldı?

23 Ocak 2009
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın Brüksel ziyareti ile ilgili Komisyon kulislerinden gelen yorumların olumlu olduğunu söylemek, o ziyaretin kamuoyuna yansıyan yüzünü göz ardı ettirmemeli. Evet, Başbakan Erdoğan’ın ziyaretinden sonra Komisyon çevrelerinden gelen değerlendirmeler ılımlı ve olumluydu genelde.

Bunun iki nedeni var.

Birincisi Komisyon Türkiye’nin üyeliği konusunda Avrupa kurumlarında en olumlu tavır gösteren ve Türkiye karşıtlarını dengeleyen organdır.

Son dört yıldan beri ilk kez Başbakan Erdoğan’ın Brüksel’e gitmiş olması, reformlara devam edileceği sözü vermesi, yeni bir başmüzakereci atanması son iki yıldan beri Türkiye’nin Avrupa yolunda adım atmadığını söyleyenlere karşı Komisyon’un elini güçlendiriyor. "Bakın Türkiye Hükümeti Kürtçe televizyon kanalını açtı, reformlara hız vermek istiyor, yeni görüşmeci atadı" diyecekler.

ENERJİ FASLI AÇILABİLİR

KOMİSYON
çevrelerinin "ziyaret olumlu geçti" demelerinin, görüntünün böyle olmasına gayret göstermelerinin ikinci en önemli nedeni ise Türkiye ile enerji konusunda işbirliğinin sağlanması.

Rusya-Ukrayna krizi nedeniyle kışın en soğuk günlerinde gazsız kalan Avrupa’nın gündeminde enerji sorununa çözüm en önemli madde.

Önceki gün Brüksel’de toplanan Sanayi Komitesi, bir rapor açıkladı ve Avrupa’nın enerji politikaları için yeni önerilerde bulundu. Nabucco projesinin zaman kaybetmeden hayata geçirilmesi de bu öneriler arasında.

Başbakan Erdoğan’ın, Nabucco ile enerji faslının açılmamasını ilişkilendirmesine Komisyon sessiz kaldı ama "Türkiye de Rusya gibi enerjiyi siyasallaştırıyor mu" sorusu da Avrupa gündemine girdi. Almanya Ekonomi Bakanı Michael Glos’un, Türkiye’nin AB ile müzakere sürecini Nabucco’ya ilişkilendirmesinin siyasi şantaj olduğunu söylemesi gibi.

Ama bir gerçek daha var. Avrupa Birliği enerji faslını önümüzdeki dönemde açabilir.

Nabucco projesiyle ilgili olarak kurulan şirketin Müdürü Reinhard Mitschek, Ocak başında İstanbul’da bir grup gazeteciye projeyi tanıtırken bu konuda bir iddia ortaya attı.

Mitschek Brüksel’de Komisyon yetkilileri ile görüştüğünü ve kendilerine "Enerji faslı açılacak mı?" sorusunu yönelttiğini söyledi.

Komisyon çevrelerinden gelen yanıt "Evet"di.

Evet ama bu konunun siyasallaştırılması, pazarlıkları zora sokabilir. Yapılan açıklamalar önemli.

HİÇBİR ŞEY DE OLMAYABİLİR

TÜRKİYE,
Avrupa Birliği sürecine dönüyor mu? Reformlar konusunda samimi mi? Bunu sadece Avrupalı değil ben de öğrenmek istiyorum.

Başbakan Brüksel’de verdiği mesajlarda yerel seçimlerden önce Avrupa konusunda fazla bir şey beklenmemesini söyledi.

Sadece Türkiye için değil Avrupa’nın da bu yıl kritik tarihleri var. Avrupa Parlamentosu, Türkiye raporunu Mart’ta oylayacak. Haziran’da parlamento seçimleri var. Türkiye’ye müzakere için yeşil ışık yakan parlamento değişecek. Bu süreç Avrupa Parlamentosu parlamenterlerinin diken üzerinde oturdukları, iç kamuoyu baskılarının her şeyi belirleyeceği, popülizmin ağır basacağı bir süreç olacak. Parlamentonun giderayak Türkiye’nin hoşuna gitmeyecek bazı adımları atması ihtimali de yüksek. Ayrıca Komisyon da bu yıl değişecek. Barroso yeniden aday ama başka olasılıklar da gündeme gelebilir.

Bu yıl Avrupa kamuoyu Türkiye’ye, her zamankinden daha fazla bakacak, daha çok ilgilenecek. Komisyonun tepkisi kadar kamuoyunun da tepkisi önemlidir derken bunu kast ediyorum. Çünkü bu yıl, Türkiye-AB ilişkilerinde hem Türkiye hem de Avrupa kamuoyunun ağırlığı daha fazla hissedilecek.

Gerçekten AKP reform sürecini canlandıracak mı, bunun için gerekli toplumsal uzlaşma arayışını ciddiye alacak mı, yoksa tribünlere mi oynanacak merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Gazze’de hepimiz kaybettik

19 Ocak 2009
GAZZE’deki El Şifa Hastanesi’nin doktoru sedyedeki kızının rengi kaçmış yanaklarına, soğuk ellerine öpücükler kondururken kuru kuru ağlıyordu. "Çocuklarımla evde oturmuş konuşuyorduk. Taradılar, öldürdüler onları. Artık barışı bulamayacağız".

Bir İsrail televizyon kanalının Gazze’deki durumu öğrenmek için sık sık telefonla aradığı doktordu. Ben de onu bir Fransız kanalından izledim.

Tek yanlı ateşkes, bizi biraz teselli ediyor ama Gazze’yi değil.

Kararı alan İsrail hükümeti hemen ardından zafer ilan etti.

Kim inandı?

İsrail’in Kanal İki Televizyonu’nun Dış Haberler Şefi, "Gerçeklerin yarısını bile göstermiyoruz. İzleyicilerimiz savaş zamanlarında askerlerin arkasında durmak gerektiğine inanıyorlar. Ama burada sorun şu, günün birinde generallerimizden biri savaş suçlusu ilan edildiğinde hiçbir şey anlamayacaklar."

Halktan gerçekleri kaçırarak zafer hikayeleri anlatmak mümkün, ama nereye kadar?

En fazla çocuğun öldüğü savaşın kahramanı olmak mı zafer?

Şiddet politikaları yüzünden İsrail Lübnan’dan sonra ikinci kez kaybediyor.

***

HAMAS
da kazandığını söylüyor. İsrail’i dünya kamuoyunun baskısı ile ateşkese mecbur etmekle övünüyor.

Hamas’ı terörist ilan edenler yakında onunla masaya oturmak zorunda kalacaklar büyük ihtimal.

Ama yüzlerce ölünün üzerinden kazanılan meşruiyet kalıcı olabilir mi?

Hamas da, halkı kırılırken Şam’da sıcak odalarından talimat yağdıran liderleri de kaybetti.

El Fetih? Mahmud Abbas’ın bakanlık süresi geçen hafta zaten doldu. Bir süre sonra kendi aralarında başlayacak iktidar mücadelesi kuşkunuz olmasın Gazze üzerinden yapılacak.

***

ARAP
Dünyası da Gazze’nin kaybedenleri arasında. Arap Birliği darmadağınık. Kim neden kimden yana, kimin tavır almasını hangi çıkarlar engelliyor. O kadar derin ki çatlaklar, tek tek sayması zor. Arap Birliği, bir türlü kendini toparlayıp bir tavır koyamadı bu süreçte.

Arap Birliği Genel Sekreteri, Mısır Dışişleri Bakanı Amr Musa, bu hafta başlayacak olan Arap Birliği Ekonomik Zirvesi’nin mutlaka başarıya ulaşması gerektiğini söylüyordu cumartesi yaptığı açıklamada, "Mutlaka Birliği desteklemek zorundayız, yoksa Araplık diye bir şey kalmaz" diyordu. Gazze’nin yenilgisini ekonomik işbirliği zaferi ile aşmak için.

Birleşmiş Milletler? Bundan daha ağır yenilgiye uğradığını anımsamıyorum Güvenlik Konseyi kararlarının dokunulmazlığı tuzla buz oldu. İsrail ateşkes kararını takmadı, hiçbir yaptırımla da karşılaşmadı.

Yalnız burada bir parantez açıp, Birleşmiş Milletler’in itibarını önce Bush Yönetimi sarstı Irak’ı işgale giderken.

Devreye bile giremeyen Avrupa Birliği, İslam dünyasının örgütleri, savaşın hedefi olan uluslararası yardım kuruluşları da çırpınmalarına rağmen etkisizlikleri ile yenilgiden paylarına düşeni aldılar.

***

İSRAİL
ile Suriye arasında arabuluculuk süreci ile bölgede ağırlıklı bir yere sahip olmaya başlayan Türkiye, savaşın sonunda Hamas’ın Suriye’deki yöneticilerinin sesi olmak zorunda bırakan bir sürece soktu kendisini. Bu rolün izdüşümünün iç kamuoyuna yansıması ise Yahudi düşmanlığının yükselmesi oldu. Türkiye’yi, hiç öngörmediği, AKP Hükümeti’ni düşmek istemediği bir konuma sürükledi Gazze saldırısı.

Ama en büyük darbeyi barış, insan hakları, uluslar arası hukukun itibarı yedi.

Bundan sonra 21’inci yüzyıl bu yenilginin yaralarını nasıl saracak? Hatalardan dersler çıkartarak yine her zaman olduğu gibi.
Yazının Devamını Oku

Avrupa’ya geri dönüş

18 Ocak 2009
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, dört yıl aradan sonra bugün Brüksel’e gidiyor. Demek Başbakan, müzakereler başladıktan sonra Brüksel’e adımını atmamış.

Avrupa ile temas tamamen Dışişleri Bakanı’na bırakılmış.

Bir aday ülke değil de, komşu ülke gibi.

Müzakere kararının ardından geçen dört yıl, Türkiye’yi Avrupa’ya yaklaştıracağına uzaklaştırmış.

Aday ülkelerdeki sürece baktığımızda ilk kez böyle bir durum Türkiye’nin başına geliyor.

Bunda Avrupa Birliği’nin isteksizliği var tabii. Ama tek neden mi?

Türkiye’de de özellikle 2007’den sonra müthiş bir yavaşlama oldu.

Bunun da gerekçeleri var.

AKP’nin kapatılma davasını bahane ederek hükümet siyasi risk gerektiren reform adımlarını atmadı.

Brüksel de, bu süreçte Türkiye hükümetini sıkıştırmamayı seçti.

İşine de geldi. "Biz üzerimize düşeni yapıyoruz, haydi siz de verdiğiniz sözleri tutun" diyen bir aday olsaydı Türkiye, Avrupa’nın işi bu dört yıl içinde hiç de kolay olmayacaktı.

Kesin bir karar almak zorunda kalacak, "Biz ne yapacağız, devam edecek miyiz yoksa etmeyecek miyiz" sorusunu kendilerine soracaklardı.

Oysa, karşılarında "Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri haline getirir, biz kendi yolumuza devam ederiz" diyen bir hükümet vardı.

Türkiye ile Avrupa ilişkilerine hakim olan muğlaklık herkesin işine geldi.

* * *

BAŞBAKAN
Brüksel’de Avrupa Komisyonu yetkililerinin yanı sıra düşünce kuruluşlarına da seslenecek. Bu görüşmelerde mutlaka İsrail’in saldırıları ve enerji konusu gündeme gelecek.

Çok merak ediyorum. Acaba İsrail konusunda nasıl bir üslup kullanacak.

Şiddete karşı çıkmak ile Yahudi karşıtlığı arasındaki ince çizgiyi doğru biçimde çekeceğini umuyorum. Bugüne kadar yaptığı gibi değil.

Enerji konusu da Avrupa için çok ciddi. Rusya vanaları siyasi araç olarak kullanıyor. Bu yüzden Avrupa, Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmak ve enerji kaynaklarını çeşitlendirmek istiyor. Türkiye üzerinden geçecek Nabucco doğalgaz boru hattı projesinin bugünlerde yeniden canlanması bu yüzden.

Acaba Erdoğan bu konuyu nasıl ele alacak? Avrupa’nın Türkiye’ye muhtaç olduğunu söyleyerek mi yoksa enerji kaynaklarının çeşitlenmesi için önümüzdeki dönemde daha sıkı işbirliği ve uyumu yakalama zorunda olduğumuzu anlatarak mı?

***

ŞİMDİ
AKP yeniden Avrupa Birliği konusunu gündeminin üst sıralarına taşıyacağını söylüyor.

Başbakan Brüksel ziyareti ile Avrupa’ya dönüşün işaretini veriyor.

Umuyorum öyle olsun.

AKP, iktidarının ilk döneminde olduğu gibi yine iç politika ihtiyaçları nedeniyle değil, kararlı bir biçimde Avrupa Birliği sürecine sahip çıksın AKP Hükümeti.

Egemen Bağış’ın başmüzakereci olarak seçilmesi bir değişim umudu veriyor.

Pek ayrıntılı biçimde açıklanmadı ama anlaşılan Avrupa Birliği işlerinden sorumlu bir devlet bakanlığı da oluşturuluyor.

Baştan beri, müzakere sürecinin Dışişleri Bakanı tarafından yürütülmesinin zor olduğu söylendi, eleştirildi ama hükümet bunu hiç kabul edilmedi.

Şimdi değiştiriliyor. Hiçbir özeleştiri yapılmadan.

Hatanın neresinden dönülürse kárdır.

Ama hiç akıldan çıkarılmasın, bu süreç sadece Brüksel ile ilerleyemez. Oraya Türkiye’yi anlatmak yetmez.

Avrupa vizyonu etrafında halkı seferber edemedikten sonra, reformlar gerçekleştirilemez.
Yazının Devamını Oku

Uluslararası operatör kim?

16 Ocak 2009
ERGENEKON uluslararası bir operasyon mu? Ergenekon’un sulandırılmaması için toplumu uyaranlar, son dalgadan sonra operasyonun arkasında Avrupa ve ABD’nin olduğunu söylemeye başladılar.

Tuncay Güney de, önceki akşam TRT2’de bir numaranın Türk olmadığını söyleyerek aynı şeyi vurguladı.

İşte tam da bu nokta beni ürkütüyor.

Derin devlet ya da Gladio ne derseniz deyin, bu ülke kendisini memleketin sahibi gören çetelerin ve o zihniyetin elinde büyük acılar çekti. Her türlü değişime direnen bu çetelerin tetikçileri, patronlarının siyasi modellerini topluma yerleştirmek için cinayetler işlediler.

Susurlukla kapağı aralanan bir geçmişin üzerine gitmenin zamanı çoktan gelmişti.

Avrupa, Sovyetlerin dağılmasından sonra "stay behind" adı da verilen Gladio örgütlenmelerini belli ölçüde temizledi.

Türkiye de temizleyecek.

Ama ABD’nin desteği ile Türkiye’de Sovyet işgaline karşı kurulan, solun ortadan kalkması için faaliyet gösteren bu örgüt bugün yine ABD’nin, ya da oradaki bazı çevrelerin etkisi ile ortadan kaldırılırken beklediğimiz değişimi sağlayabilir miyiz?

* * *

İŞTE
beni endişelendiren de bu.

ABD kurdurdu ABD temizliyor.

Bir darbe girişimine karşı bir başka darbe.

Türkiye değişime direniyor. Bu doğru ama bu değişim direncini dışarıdan yönlendirilen bir süreçle kırmak mümkün değil.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın yaşam ihlalleri ile ilgili 2008 raporuna göre, geçen yıl Türkiye’de 34 faili meçhul cinayet işlenmiş. Aradım konuştum, bunlar daha çok güneydoğuda ve siyasi ağırlıklı.

Rapor, faili meçhullerde geçmiş yıllara göre 2008’de artış olduğunu yazıyor.

Hani bu süreç başladıktan sonra Türkiye’de faili meçhuller artık görülmüyordu?

* * *

GLADIO
süreci de İtalya’da bize benzer bir biçimde ilerledi. Savcılar topun ağzına kondu, devletin tüm kurumları birbirine girdi ve birinci cumhuriyet çöktü.

Ama oradaki fark neydi biliyor musunuz?

Bir defa hedefte olan iktidardı. Muhalefetteki Komünist Parti süreci destekliyordu. Siyaset sınıfına karşı güvenini tamamen yitirmiş olan halk da bu operasyonun arkasındaydı. Bu sayede Gladio ile başlayan süreç, kısa zamanda Temiz Eller operasyonuna kadar uzandı. Cumhurbaşkanının, başbakanın ve toplumun önde gelen aktörlerinin çok sarsıcı itiraflarıyla derin devlet-mafya ve yolsuzluklar zinciri ortaya çıktı. Hatta o hale geldi ki, karşısında başka bir nedenle oraya gelen iki jandarmayı gören ünlü bir iş adamı kendisine sorulmadan yolsuzluklarını açıklayıverdi.

Halkın desteğine dayanan bu süreç, sistemi dönüştüren yeni Anayasa için gerekli uzlaşma zeminini sağladı.

Dışarıdan müdahalelerle ilerleyen bir süreç değil, halk desteğine dayanan bir değişim yolu oldu.

Ergenekon operasyonu da bu uzlaşmayı yakaladığı zaman sağlıklı ilerleyecek. Dış operatörler marifetiyle değil.
Yazının Devamını Oku

Rusya neden gazın musluğunda ısrarcı?

12 Ocak 2009
DÜN akşam saatlerinde Rus gazı Avrupa’ya gitmek üzere Ukrayna topraklarına gelirken, Avrupa kulislerinde, Türkiye’nin adı yine öne çıktı. Enerji konusu, bu yıl Avrupa gündeminde ilk sıradaki yerini korumaya devam ediyor. Avrupa’nın, Rusya’nın enerji kartını gerektiğinde siyasi bir koz olarak kullanacağını anlaması için 2006’yı, Turuncu Devrim’in çalkantısını yaşayan Ukrayna’ya gazı kestiği yılı beklemesi gerekmişti.

O kış Avrupa yine soğukta kalma tehlikesiyle yüzyüze gelmişti. Bu ikinci deneyim.

Doğal gaz ihtiyacının beşte birini Ukrayna’dan gelen Rus gazı ile karşılayan Avrupa’nın 18 ülkesi bu yıl ikinci şoku yaşadı.

Rusya gazı kesince kara kışta soğukta kaldı.

Neyse ki görüşmeler çok uzamadan sonuç verdi. Avrupa Birliği, Ukrayna ve Rusya’nın göndereceği temsilcilerden oluşacak bir heyet, Ukrayna ve Rusya’da beş ayrı merkezde Ukrayna ve Rusya’nın Avrupa’ya taahhütlerini yerine getirip getirmediğini denetleyecek. Rusya’nın iddia ettiği gibi çalınıyor mu, yoksa Ukrayna’nın söylediği gibi gaz mı kesildi, belirlenecek.

Avrupa önümüzdeki günlerde doğal gazı ihtiyacının belli bölümünü başka bir kaynaktan almak için harekete geçecek. Rusya buna izin verecek mi?

***

PUTİN
22 Aralık 2005 yılında Ulusal Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmada "Rusya’nın egemenlik kuracağı tek alanın enerji" olduğunu açıklıyordu.

Rusya bir enerji süper gücü değil, uluslararası gözlemcilerin görüş birliğinde oldukları gibi bir "energokrasi".

İhracatının yüzde 80’ini enerji ürünleri oluşturuyor. Ve bunu uluslararası ilişkilerinde istediği gibi kullanıyor.

2005- 2006 yıllarında Avrupa’ya verdiği doğalgazın 1000 metre kübüne 235 dolar fiyat biçen Rusya, eski Sovyet bloku ülkelerinden kendisine yakın olanlara aynı miktar için 46 ile 54 dolar arası bir fiyat istiyor. Batı yanlısı olarak gördüğü Ukrayna için 220 dolar fiyat biçebiliyor. Ama örneğin dostu Belarus’a ise 46,70 dolardan satmaya devam ediyordu gazını.

Rusya energokrasisi, bu kozdan vazgeçemez. Bunu zaten Avrupa’da gaz dağıtım yollarına ortak olarak da garanti altına almakta. Dağıtım şebekelerinin ve enerji yolarının kontrolü Rusya’yı energokrasi yapan bir diğer araç. İtalyan ENİ, Gaz de France, Penine Naturel Gas Limited gibi Avrupa şirketlerini alması ya da ortak olmak istemesi bu ihtiyacın gereği.

Ayrıca eski Almanya Başbakanı Gerhard Schröeder ve AB Komisyon başkanlığından sonra İtalya Başbakanlığı yapan Romano Prodi’yi Gazrom’a danışman olarak maaşa bağlaması da, Ukrayna gibi bazı sorunlu ülkeleri aşarak Avrupa’ya Rus gazını taşıyacak olan iki alternatif yol stratejisinin North ve South Stream’in gerçekleşmesi de ne içindi?

***

ŞİMDİ
Türkmenistan ve belki de Kazakistan gazının Hazar Denizi üzerinden Türkiye’ye, oradan da Avrupa’ya ulaşmasını amaçlayan Nabukko Projesi yeniden ciddi biçimde konuşuluyor.

Enerjide tek bir kaynağa bağımlılık, ister istemez siyasi bağımlılık demektir. Bu proje, Türkmenistan, Azerbaycan gibi ülkelerin ekonomik ve siyasi gücünü arttırır. Bu açıdan destekliyorum. Türkiye’nin enerji haritasında daha etkili rol almasını ve Avrupa Birliği ile yakınlaşmasını sağlar, bu açıdan da destekliyorum. Ama Avrupa’nın, Rusya’nın itirazı ve engellemeleri karşısında etkili bir cephe oluşturabileceğine inanmıyorum. Göreceğiz.

Rusya enerji musluğunu elinde tutmaya kararlı, çünkü elindeki tek güç o.
Yazının Devamını Oku

Başmüzakereci partilerüstü olmalı

11 Ocak 2009
AVRUPA Birliği müzakerelerinin başlama kararı alındığında, bu işin nasıl yapılacağı çok da tartışılmamıştı. 25 Mayıs 2005’te Başbakan Erdoğan AKP grup toplantısında, "Başmüzakereci olarak Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ı görevlendirmiş durumdayız. Bu süreci Ali Bey ile birlikte yürüteceğiz. Oturup konuşacağız. Allah yardımcımız olsun. Ali Bey inşallah bu işi başarıyla yürütecek" diyerek açıklamıştı Ali Babacan’ın başmüzakereciliğini.

Bu seçimden sonra Avrupa Birliği ile müzakere sürecinin "iki karpuzun bir koltuğa sığdırılıp sığdırılamayacağı meselesi olmadığı" çok tartışıldı.

Erdoğan bu eleştirilere kulak vermedi. Dışişleri Bakanı olduğu zaman da Ali Babacan müzakerecilik görevini sürdürdü.

Daha düne kadar da bu görevi bırakmaya niyeti olmadığını her fırsatta söyledi.

Babacan müzakereleri Avrupa ile yakın temas içinde götürülen bir mücadele süreci olarak görmedi. Farklı bir yaklaşım benimsedi.

Avrupa’nın tavrı bizi fazla da ilgilendirmez, biz müktesebatımızı Avrupa standardı ile uyumlu hale getirmek için kendi adımlarımızı atarız, bunu da işimize geldiği biçimde yaparız anlayışını her fırsatta dile getirdi.

Müzakereleri, teknik bir süreç olarak ele aldı. Her bakanlık üzerine düşeni yapıyordu, bu da sürecin ilerlediğini gösteriyordu.

Ama müzakere süreci bu değil. Tek başına teknik bir süreç değil.

Siyasi tarafı da var.

Siyasi liderlik olmadan, teknik çalışmaların kağıt üstünde kalması kaçınılmaz.

Yeni ulusal programın hazırlanıp onaylanması bile uzun gecikmeyle yayınlandı. Kamuoyuna yansımadı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kısa, orta ve uzun vadede neleri değiştirmeyi vaat ettiğini bilen var mı meraklıları dışında?

***

BAŞBAKAN
ani bir kararla başmüzakereciyi değiştiriyor. Görev Egemen Bağış’a verildi.

Bağış’ın, son yıllarda Amerika’daki siyaset kulislerinde ve medyada yürüttüğü AKP lehindeki lobi faaliyetleri çok başarılı sonuçlar verdi.

AKP hükümetinin ve Başbakan Erdoğan’ın Amerika’daki sesi olmuştu.

Ama Brüksel’de hayat farklı. Avrupa Birliği konularında deneyimli bir gazeteci olan arkadaşım Zeynep Göğüş’ün dün Hürriyet’te yazdığı gibi, "Egemen Bağış’tan beklentiler yüksek olacaktır. Çünkü bu görev sadece müzakere heyetine başkanlık etmekten ibaret değildir."

Hele AKP hükümetinin lobicisi olmak hiç değildir.

***

GENİŞLEME
sürecinde aday ülkelerin en başarılı başmüzakerecilerinin, hükümetler üstü kişiler olduğunu birlikte izledik. Hükümetler değişse de onlar değişmedi. Avrupa kurumlarında süreklilik önemlidir, hükümetler üstü müzakerecilerin sağladıkları güvenilirlik müzakere sürecinde olumlu sonuçlar verdi.

Bu güven sadece Avrupa Birliği kurumları açısından önemli değil. Avrupa vizyonuna uyum sağlaması beklenen iç kamuoyuna bu vizyonun anlatılmasında da önemli.

AB ile uyum müzakereleri bir değişim süreci demektir. Avrupa ne derse onu yapmak veya hiçbir şey yapmamak değil.

Başmüzakereci, bu süreçte arkasına sadece iktidarı alırsa yetmez. Muhalefetin desteğini de alabilecek özelliklere sahip olmalıdır.

Bulanıklaşan Avrupa vizyonunu, Türkiye’nin tarihi perspektifi doğrultusunda canlandırmayı sağlayabilirse Bağış, başarılı olur. Olmasını da dilerim.
Yazının Devamını Oku