Ferai Tınç

İlkelerimiz kaldı kâğıtlar üzerinde

18 Nisan 2010
SALDIRGANLARI kınamak dururken şiddete mazeret aramak hiçbir kılıfa sığmaz. Hele de bizim meslek ilkelerine hiç sığmaz.
Ahmet Türk’e Samsun’da yapılan saldırıyı sorgulayacak yerde saldırıya mazeret arayan köşeler yalnız değillerdi.
Birkaç gün önce Deniz Baykal’a karşı Van’daki yumurtalı protesto eyleminden sonra da “Büyütmeyin bunları bu kadar” türünden bir köşe yazısı gördüm. 
Bu kez AKP’li bir yazar, Baykal olunca sahip çıkıyorsunuz, Tayyip Erdoğan’a yapıldığında ifade özgürlüğü diyorsunuz diye yorum yapıyordu.
İlgi çekmek için değilse eğer, şiddete karşı çıkmak varken onu sulandırmaya, hatta adalet yerini buldu gibilerden haklı çıkartmaya çalışmak gazetecilik meslek ilkeleriyle bağdaşmaz.
Sorumsuz gazetecilerin okuyucusu çoktur ama başları sıkışıp basın özgürlüğünü savunmaya başladıklarında onları iki yüzlülük çukuruna itiverenler yine o okurlar olur.
* * *
BU Pazar günü amma da sıkıcı dense bile be yine de anımsatmak istiyorum. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Haklar ve Sorumluluklar Bildirgesi bakın ne diyor:   
”Gazeteci, başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslararasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını (veya inançsızlığını) doğrudan saldırı konusu yapamaz.”
Bu maddenin son cümlesine dikkat çekiyorum:
“Gazeteci, her türden şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz.”
Evet gazeteci, Ahmet Türk’e yumruklu saldırıyı haklı gösterici yayın yapamaz!
Bir gazeteci, “Baykal’a yapılan yumurtalı saldırı Tayyip Erdoğan’a da yapılmıştı o zaman nerelerdeydiniz?” de diyemez.
Şiddette ayrımcılık yapamaz, kendi sevdiğine yapıldığında dünyayı ayağa kaldırırken, sevmediğinde göz yumamaz.
* * *
SADE Gazeteciler Cemiyeti’nin değil, Doğan Yayın Holding ve Hürriyet Gazetesi’nin de yayın ilkeleri var.
Üstelik okuyucuya ilan ettiğimiz. Arkasındayız dediğimiz.
“Şiddet ve zorbalığı özendirici veya kışkırtıcı bireyler, topluluklar ve uluslararasında nefret ve düşmanlığı körükleyici yayın yapmaktan kaçınır” diyor Hürriyet Yayın İlkelerinin 17.ci maddesi.
Kutuplaşmadan, huzursuzluktan, ayrışmaktan yakınıyoruz. Endişeliyiz.
Halk siyasetçilerden uzlaşma beklerken, artık oğullarını çatışmaların, savaşın içinde görmek istemediğini yüksek sesle söylemeye başlamışken, ateşi söndürmeye gücü yetmese bile en azından ateşe körükle gitmemektir gazetecinin görevi.
Gazeteci kavgalarını, abuk sabuk polemikleri, tetikçiliği iyi gazetecilik örnekleri olarak okuyucuya da benimsetmeye çalışan zihniyetin hâkim olduğu medyada, “nefret söylemi değil barış dili” diyip durmak umutsuz bir çaba gibi gelse de başka çaremiz yok. O ilkeler kâğıt üzerinde kalsınlar diye durmuyor orada.     
Ahmet Türk, “İlk defa yumruk yesem de her kesimin buna tepki göstermesi acısını unutturdu” diyor.
Evet, artık şiddetin bir çözüm yöntemi olamayacağını iliklerinde hisseden bu toplumun her kesimi ve en önemlisi Samsun’daki bütün siyasi parti temsilcilerinin tepki göstermesi bu olayın tek tesellisiydi.
Yazının Devamını Oku

Çözüm ama nasıl?

16 Nisan 2010
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile görüşmek üzere Başkanlık Sarayı’na gider gitmez ilk duyduğumuz şey, Eroğlu Hükümeti’nin halk üzerinde uyguladığı baskıydı. Bu Pazar günü yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerini etkilemek için halka gözdağı verildiğini söylüyorlardı. Bir köyde iki kadının Talat’a sarılmaya hazırlanırken televizyon kameralarını görünce evlerine kaçıp kapıyı yüzüne kapatmaları örneğinden, miting meydanlarına gizli kameralar yerleştirildiği iddialarına kadar çeşitli hikayeler anlatılıyor.
Kamuoyu yoklamalarında kararsızların sayısının yüzde 18 oranında çıkması da aynı nedene bağlanıyor. “Halk anketçilere gerçek düşüncesini açıklamaktan korkuyor” deniyor.
Tabii diğer kanadın da anlattıkları var.
Eroğlu ve onu destekleyenler ise Türkiye’den resmen müdahale olmamasına rağmen, bazı medya ve siyaset erbabının köy köy dolaşıp, AKP’nin Talat’a destek verdiği iddiasını yaydıklarını anlatıyorlar.
İddiaların hepsi doğru mu? Bilemiyorum ama seçim kampanyası bu kez geçen seferlere göre çekişmeli geçiyor. Kıran kırana bile denebilir.
          
SEÇİMLERE iki gün kala sonuçlarla ilgili tahminlerde bulunmayacağım. Ama bu süreçte ilginç gelişmelere dikkat çekmek istiyorum.
İlk dikkatimi çeken şey, adayların çözüm müzakerelerine devam konusundaki tavırları oldu. Herkes çözüm istiyor, ama üslupta ayrılıyorlar. 
Ziyaret ettiğimiz eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş bile, müzakerelerin sürdürülmesi gerektiğini söylüyor.
Örneğin, Başbakan Derviş Eroğlu, Kıbrıs Türk halkının iki devletli çözüme daha yakın olduğuna inansa da, “Müzakereler devam ederken tanınmayı gündeme getirmek doğru değil” diyor.  
Yani, bugün gelinen süreçte kim seçilirse seçilsin, görüşmeler devam edecek. Çünkü masadan kalkan taraf olmanın, tarihi sorumluluğunun herkes farkında.
Kıbrıs’ta müzakereler o noktaya ulaştı ki ne Türk ne de herhangi bir Rum lider masayı bırakıp gidebilir kolay kolay. 
     
BU seçim sürecinde ortaya çıkan bir başka gerçek de Kıbrıs Türk toplumunun çözüm konusundaki inancının Avrupa’nın tavrı nedeniyle büyük bir yara almış olması.
Annan Planı öncesinde, meydanlarda Avrupa Birliği bayraklarını taşıyan kalabalıklar yok artık.
Kıbrıs Türkleri Avrupa Birliği’nin kendisine büyük haksızlık yaptığına inanıyor.
Bu da toplumda adaletsizlik duygusunun derinleşmesine neden oldu.  
Avrupa’nın izolasyonların kaldırılması konusundaki sözlerini tutmaması, şimdi tam da seçimler öncesinde bu konuyu Parlamento gündemine alması da kuşkuyla karşılanıyor.
Bugün KKTC’de halktaki çözüme olan inancının zayıflamasında Avrupa Birliği tek sorumlu değil. 
Çözüm istediğini söyleyip de çözüme hiç katkı yapmayan iki büyük gücün rolünü de dikkatle değerlendirmek gerekiyor.
Biri, Ada’nın garantörlerinden olan İngiltere. Çözüm için gerekli dengenin sağlanması konusunda hiç ama hiç ağırlık koymadı. Annan Planı’nın reddinden sonra BM Genel Sekreteri’nin yazdığı raporun açıklanmasını engelleyenlere göz yuman ABD’nin, çeşitli gerekçelerle Kıbrıs’ta çözümü Brüksel’e terk etmesi de süreci olumsuz etkileyen nedenlerden biri.  
       
BUGÜN KKTC’de adayların ikisi de ne Avrupa, ne de ABD’den destek gelmesini istiyor. Çünkü oralardan gelen her açıklamanın, çözüm çağrısının halkta olumsuz etki yarattığının farkındalar. Hillary Clinton’ın Talat’a destek telefonu bile arzulanan etkiyi doğurmamış gördüğüm kadarıyla.
Kıbrıs Türk halkı, her zaman dünyaya açık bir halk olmuştur. Bugün dışarıdan gelen her açıklamayı “müdahale”, verilen her iyi haberi “boş laf” diye yorumluyorsa, işlerin bu noktaya varmasında derin bir “haksızlığa uğramışlık” duygusunun bulunduğu artık görülmelidir.
Yazının Devamını Oku

Bıkmadan usanmadan Kıbrıs

12 Nisan 2010
ESKİ hikâyeler, örümcek ağlarıyla kaplı bavullardan çıkan yıpranmış tozlu kumaşlar gibi neresinden tutsan elinde kalıyor.

Kıbrıs’a gitmek üzere dün yola çıkarken, apar topar izinden işe çağrıldığım o günü anımsıyorum. KKTC’nin ilan edildiği günü. Sonra bitmek tükenmek bilmeyen Denktaş-Kleridis, Denktaş- Papadopulos görüşmeleri, İsviçre, New York buluşmaları gözümün önünden geçiyor.

Annan Planı öncesinde Birleşmiş Milletler merkezinde yukarıdaki görüşmelerden gelecek kararın açıklanmasını beklerken,  Türk, Yunan ve Kıbrıslı gazetecilerle birlikte gece yarısından sonra bulduğumuz tek yemek olan lahmacunların kasalarla BM’ye gelişini anımsıyorum. O kocaman salonun buram buram soğan kokması ve daha nice anılar geliyor aklıma.

“Çözümsüzlük çözümdür”den, çözüm için tam bir iğne ile kuyu kazma süreci olan Talat dönemine kadar uzanan yirmi yedi yıl.
Ama şimdi durum değişiyor. Kıbrıs yeni bir döneme giriyor.

Yazının Devamını Oku

Eskileri anarken bir Polonya trajedisi daha

11 Nisan 2010
ÇARŞAMBA günü ilk kez Polonya ve Rusya başbakanları, esir kamplarında topluca ölüme yollanan Polonyalıları andılar.

Daha önce Rusya, tarihin bu kirli sayfası ile yüzleşmişti.
İlk kez Gorbaçov 1990’da, Sovyet rejimi tarafından anti komünist oldukları gerekçesiyle Katin ve çevresinde kamplara yollanan ve aralarında Polonya’nın önde gelen asker sivil aydınları, yerel yöneticileri, din adamlarının bulunduğu binlerce kişinin katledildiğini kabul etmişti.
Stalin’in onayıyla 22 bin kişi kurşunlandı 2 Nisan 1940 yılında. 
Yeltsin ise resmen özür dileyen ilk Rusya Devlet Başkanı olmuştu. 
Putin bir ilke daha imza attı. Polonya Başbakanı’nı davet eden ilk Rusya Başbakanı olarak çarşamba günü, Smolensk bölgesinde bulunan Katin’de katliamı andılar.
Avrupa bu buluşmayı büyük bir dikkatle izledi. Özellikle de Almanya. 
Ertesi günden itibaren Alman ve Polonya basını Putin’in konuşmasını sert biçimde eleştirmeye başladılar.

RUSYA Başbakanı’nın, Stalin döneminde işlenen bu cinayetleri eleştirdiği ama özür dilemediği yazıldı. 

Yazının Devamını Oku

Ermenistan ile zigzagların nedeni

9 Nisan 2010
ERMENİSTAN ile protokol sürecini canlandırmak için Ankara’nın yeniden hareketlenmesi, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun Başbakan’dan Ermenistan Devlet Başkanı’na mektup götürmesi filan hepsi iyi de, bu telaş niye? Eğer mesele sadece, Washington’a boş bavulla gitmemek ise ya da amaç ABD Başkanı’na iki hafta sonra yani 24 Nisan’da yapacağı konuşmada “soykırım” dedirtmemek ise yazık.
Evet yazık.
Türkiye ile Ermenistan’ın yakınlaşması, sadece iki ülke halkı ve bölge barışı öncelik alınarak düşünülüp tasarlanması gereken bir şeydir.
Öyle olmalıydı.
Daha iyi bir başlangıcı olmalıydı.
Her iki ülke halkının ön yargı sorunlarını aşacak bir süreci harekete geçirebilmeliydi.
Azerbaycan’ın hassasiyetini yatıştırabilmeli, soykırım kampanyasının gölgesini de aşmalıydı.
Bölgedeki bütün aktörleri, Rusya ve Azerbaycan dahil, dikkate alan bir çerçeve çizilebilirdi.
Rüzgarın estiği delikleri tıkamak için oradan oraya koşuşturulmayabilinir, bir ülke bu kadar tepe sersemine çevrilmeyebilirdi.
Demek istediğim şu ki, protokollerin imzalanmasıyla ayağa kalkan Azerbaycan kamuoyu daha usturuplu bir şekilde yatıştırılabilirdi.
Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin protokolleri imzalanamaz hale getirdiği bahanesine iç kamuoyu bu kadar derin bir biçimde inandırılmayabilirdi.
      
ŞİMDİ ne olacak? O Anayasa kararlarının, Ermenistan’ın bağımsızlık bildirgesine atıfta bulunduğu, dolayısıyla Kars Antlaşmasını geçersiz gördüğü ileri sürülerek frene basan hükümet şimdi ne diyecek?
AKP Hükümetinin durumu kolay değil. Obama Yönetimi ve Avrupa Birliği’nden gelen baskılar sonucu protokol sürecini canlandırmak için harekete geçilmesi, hiçbir şey yapılmamasından tabii ki iyidir.
Ama bundan sonrası ne olacak? Hükümet protokolleri Meclis gündemine getirebilecek mi?  
Anayasa değişikliği tartışmalarıyla iyice gerilen bir gündemde Ermenistan ile imzalanan protokollerin Meclis onayına sunulabileceğini ben düşünemiyorum.
Her şeyden önce, referandum hazırlığındaki AKP Hükümeti’nin böyle bir mücadeleyi göze alabilmesi zor.
Ermenistan Yönetimi’nin, protokolleri Parlamentoya sunmaya hazırlandığı haberleri ise önümüzdeki günlerde işlerin daha da zorlaşabileceği ihtimalini taşıyor.
Protokollere göre, her iki ülkede de eş zamanlı onaylandıktan sonra ilk ayın ilk günü anlaşmanın yürürlüğe girmesi gerekiyor.
İçinde bulunduğumuz kutuplaşma ortamında bu sürecin sorunsuz, sıkıntısız başlaması mümkün değil.
 
WASHINGTON’da, Türkiye ve Ermenistan kamuoylarının kabul edebileceği yeni bir formül hazırlandığı ileri sürülüyor.
Umuyorum bir işe yarar.  Çünkü aceleyle kararlar alınması, sonuç vermeyecek adımlar atılması, göstermelik el sıkışmalarının yararı olmuyor.
Tersine kamuoylarını olumsuz etkiliyor.
Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerde öncelik, “soykırım” sorununu aşmaya ya da Ermenistan’ın “izolasyonunu” kaldırmaya verildikçe, halkları yakınlaştıracak işbirliği adımlarının atılması mümkün değil.
Yakınlaşmada samimiyet ve sahicilik olmazsa, zorla açılan yollar da zigzaglı ve yorucu oluyor ister istemez.  
Yazının Devamını Oku

Doğru bir geri adım

5 Nisan 2010
BİR ay içinde ne değişti ki Türkiye Büyükelçisi Namık Tan Washington’a dönüyor?

Ya da ne değişti ki Başbakan Tayyip Erdoğan ABD’ye gitmeme kararını geri alıyor demeyeceğim.

Çünkü, ABD Dışilişkiler Komisyonu’nda soykırım tasarısının bir oy farkla geçmesi üzerine alınan o kararlar yanlıştı. İç kamuoyu kaygısına yanıt verme telaşı ağır basıyordu.

Hem Büyükelçi Tan’ın bir an öce Washington’a dönerek görevine başlaması, kontrol kulesinin başına geçmesi, hem de Başbakan Erdoğan’ın Washington’da düzenlenecek olan nükleer zirveye katılmama tutumunu değiştirmesi doğru karar.

Ermeni karar tasarısının önünü kesmek için, restleşmelerle sürdürülen politikalardan sonuç alınamayacağı artık kesin biçimde ortaya çıktı.

Çok yönlü ve önleyici denklemlere dayalı “yumuşak” gücünüzü harekete geçirebildiğiniz ölçüde uluslararası sahnede etkiniz de artıyor.

Yakınlaşma sürecinin tıkanması üzerine yeni bir arayışın başladığı anlaşılıyor. Bu süreç bir öncekinden farklı.

Geçtiğimiz dönemde Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin düzelmesi için harekete geçen çevreler Karabağ faktörünün mutlaka hesaba katılması gerektiği gerçeğini de gördüler. 

Karabağ ve Azerbaycan topraklarının işgali sorunlarında Bakü ve Erivan’ın razı olabileceği açılımlar yapılmadan, güvenceler sağlanmadan Kafkasya’da herhangi bir barış denkleminin kurulması mümkün değil.

Yazının Devamını Oku

Paris’te Erdoğan heyecanı

4 Nisan 2010
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın 6-7 Nisan tarihlerinde Fransa’ya yapacağı ziyaret için günlerdir hazırlanan Paris’te heyecan var.

Fransa, bu gezinin en iyi biçimde tamamlanması için titizlik gösteriyor.

İkili ilişkileri rehin alan Avrupa Birliği sürecinin olumsuz havasını dağıtmak için kolları sıvayan Fransızların, bu ziyarete gölge düşürmek istememeleri doğal.     

Türkiye Başbakanı ve Fransa Cumhurbaşkanı’nın görüşmesinden sonra ortak basın toplantısı düzenlemeyecek olmalarının da nedeni bu, büyük bir ihtimalle. Birbirine çok benzeyen iki liderin, dobralıklarından çekiniliyor anlaşılan.   

Başbakan Tayyip Erdoğan, Fransa’da yaşayan Türk toplumu ile de görüşecek. Ziyaretin ikinci riskli noktası da bu toplantı.

Erdoğan’ın önündeki metinden çıkarak konuşmaya başlaması ihtimali daha şimdiden, Fransa ve Türkiye kamuoyları arasında köprüler kurmak için çalışan birçok kişi ve sivil toplum örgütü temsilcilerinin uykularını kaçırıyor.

Bu gezinin bir özelliği de, Başbakan’ın 30 Haziran 2009’da başlayan Fransa’daki Türkiye Mevsimi’nin kapanışına katılımı olacak. Türkiye mevsimi nedeniyle 80’den fazla kentte 600 etkinlik yapıldı. Bu proje  ürkiye’nin iş dünyasından entelektüel kapasitesine, sanattan gençliğe kadar çeşitli yüzlerinin Fransız halkına tanıtılmasında çok olumlu rol oynadı. Ben bu etkinliklerin bazılarına davetli olarak, bazılarına tesadüfen orada bulunduğum için, ama görkemli Bizans sergisi, Louvre Müzesi’ndeki kaftanlar ve İstanbul’un modernleşmesine katkıda bulunan, belediyenin ilk kurucusu Camondo ailesinin Paris’e uzanan hikayelerini anlatan sergiyi izlemek üzere, turist olarak gittim. Her seferinde büyük bir kalabalık ve ilgiye tanık oldum. 

¡¡¡

SON

Yazının Devamını Oku

Allavi’nin seçimi ve Kerkük

29 Mart 2010
IRAK seçimlerinde en ilginç gelişme bana göre Kerkük’te yaşandı.

Çünkü İyad Allavi’nin Irak Koalisyonu, yapılan açıklamalara göre, Kerkük’ün bağlı olduğu Tamim eyaletinin 12 sandalyesini Kürt ittifakı ile bölüştü. 12 sandalyeden 6’sını alan Allavi bunun yanı sıra bölgedeki oylarını Kürt ittifakının beş bin oy önüne çıkardı. Ve Kerkük’te Kürt ittifakı, siyasi üstünlüğünü yitirdi.
Bu durumda yenilikçi Goran ve Kürt İslamcı partilerinin Kürt oylarını bölmesinin de rolü var kuşkusuz.

Ama Kürt siyasi hareketlerinin artması, Kerkük ile ilgili Kürt politikalarında da farklılaşmaların meydana gelebileceği anlamını taşımıyor.

Çünkü Kerkük, bütün Kürtler için ulusal bir mesele olduğundan, Kerkük’ün Kürdistan’a bağlanması noktasında hepsinin birleşeceği kesin.

Yazının Devamını Oku