Kılıçdaroğlu, halkın AKP iktidarında en fazla şikâyet ettiği konular üzerinde derinlemesine durmayı tercih ettiği konuşmasında “Dünya ve Türkiye vizyonu”na fazla yer ayırmamıştı.
Tabii, ondan Obama’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ya da Kahire ziyareti sırasında yaptığı konuşmaları beklemiyordum. O konuşmanın ortamı ve hedef kitlesi farklıydı.
Ama benim dikkatimi çeken Kılıçdaroğlu’nun dış politikadan söz ederken öne çıkan yaklaşımdı.
Kıbrıs ve Avrupa Birliği’nden esas olarak söz etti. Bu konularda CHP’nin popülist söylemini aşacak bir çaba göremedim.
İran’dan anlaşmayı iptal sinyalleri gelmeye başladı. Sadece ABD değil, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin diğer daimi üyeleri de, bu anlaşmanın İran’ın nükleer faaliyetleriyle ilgili soru işaretlerini kaldırmadığını açıkladılar. Tahran Yönetimi’nin, Türkiye ve Brezilya’nın girişimini, bu kez kabul etmesi-çünkü geçen yıl benzer bir formülü reddetmişti- dördüncü yaptırım paketiyle ilgili BM Güvenlik Konseyi’nde uzlaşma sağlanması ile bire bir bağlantılıydı. ABD, uzun zamandan beri ikna etmeye çalıştığı Rusya ve Çin’i de yeni yaptırımlar konusunda yanına almayı başarmıştı. Başarmıştı diyorum çünkü bu konuda Rusya ve Çin’i ikna etmek Washington açısından siyasi bir değer taşıyordu. Bu ittifak, şu anda Obama Yönetimi için önemli olduğu kadar Tahran Yönetimi için de hayati önemde.
Washington bu ittifakı korumak için çaba harcarken, Tahran da onu bölmek için uğraşıyor. Türkiye ve Brezilya’nın masadaki uranyum değiş-tokuş önerisine Tahran’ın yanaşmasının ardındaki neden bu. Hem, “Biz ne yaparsak yapalım ‘Batı’ bildiğini okuyacak” tezlerini kanıtlama fırsatı bulacak hem de Çin ve Rusya’ya karşı BM Güvenlik Konseyi’nin iki önemli geçici üyesini yanına alarak ittifakta bir çatlak açmış olacak.
* * *
TÜRKİYE’nin girişimi, sorunun diplomatik yollardan çözümü için harcadığı çaba iyi bir şey. Dışişleri Bakanlığı çeşitli “arabuluculuklar” konusunda olağanüstü gayret sarf ederek geçirdi son yılları. Bu Türkiye’nin görünürlüğünü artırdı. İnkar etmiyorum ama sürekli ortada olma çabası zaman zaman Türkiye’yi, Tahran anlaşmasında olduğu gibi çok riskli pozisyonlara sokuyor. Riskli derken, “ABD’ye karşı çıkılır mı?” gibi modası geçmiş bir soğuk savaş gözlüğü ile bakmıyorum olaya. Risk, atılan adımın temelinin sağlam olup olmadığı ile ilgili. Temel sağlam değilse adımı attığınızda boşluğa düşme olasılığı çok büyük. Burada da temelin sağlam olmadığını görüyoruz. Çünkü, Dışişleri Bakanı Davutoğlu sürecin her aşamasında herkesi bilgilendirdiğini söylese de, bazı önemli anlaşmazlıklar olduğu ortaya çıktı. Örneğin imzalanan anlaşmada ne BM Güvenlik Konseyi’ne ne de Uluslararası Atom Enerji Ajansı’n a atıf var.
Yani, İran’dan istenen, “uranyum zenginleştirmeye son verme” konusunda tam bir mutabakat yok. Zaten bunun olmadığını Tahran, anlaşmanın mürekkebi kurumadan, “uranyum zenginleştirmeye devam edeceğini” açıklayarak ilan etti.
Bazı yorumlarda, Türkiye’nin dünyaya barışçı bir ülke imajı vermek istediği, onun için bu ziyareti kullandığı iddialarını bile gördüm.
Türkiye’nin hem bölgesel, hem de dünya gücü olma yolunda bir ülke olma vizyonuyla hareket ettiğini, Yunanistan’ın zor zamanında yardım elini uzatarak bu imajı kuvvetlendirmek istediğini söyleyenleri de okudum.
Yunanistanlı sevgili meslektaşlarım;
Evet, bu ziyaret sırasında Ege’de kıta sahanlığı, kara suları ve FIR hattı konularında adım atılamadı. Kıbrıs’ta da tutum değişikliği olmadı.
Türkiye nükleere giriyor. Üstelik de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “İlk defa nükleer enerjiyle ilgili yatırım yapıyoruz ve nükleer enerjide ilk yatırımımızı Rusya ile yapmamız çok manidardır” sözcükleriyle ifade ettiği bir adım atılıyor.
Rusya Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev’in Ankara ziyaretinde, Rusya ile Akkuyu’da nükleer santral anlaşması imzalandı.
Konu yeni değil. Daha önce TETAŞ ihale açmıştı.
İhale öncesi istekli olan adaylardan sadece birinin ihale yolu açılmıştı. Kulislerde diğerlerine kenarda durmalarının tavsiye edildiği iddiaları dolaşmıştı o sıralar.
Gönderdikleri haberlerin, merkezlerde kimi zaman daha çarpıcı olsun diye, kimi zaman da ideolojik kaygılarla abartılmasından, özünden kopartılmasından rahatsızlar.
Bazen de bölgedeki politikacıların, verdikleri olumlu mesajlar, yaptıkları iyi işler görülmüyor, haberden bile sayılmıyor.
Bu şikâyetin çok tipik bir örneğine ismini vermek istemediğim bir gazetenin dünkü haberinde rastladık. Bir muhabirin toplantıyla ilgili bir haberi, genel yayın yönetmeninin herkese köşesinden gazetecilik dersleri verdiği çok iddialı ve çok satan bir gazetede, rakip olarak gördüğü bir gazeteyi vurmak için cımbızlanıp, çarpıtılıp verilmiş.
Medyanın toplumda çatışmaları derinleştirmekten nasıl kaçınabileceğini tartıştığımız bir toplantıdan çatışma haberi çıkartabilmiş. Pes doğrusu.
Ama Diyarbakır’da o kadar güzel şeylere tanık olduk ki bu sakillikler keyfimizi kaçırmadı.
ÖĞLE arası verdiğimiz sırada bir genç yanıma yanaşarak, “Diyarbakır’da Güzel Sanatlar Lisesi ve Yüksek Okulu öğrenci ve öğretmenleri ile Dicle Üniversitesi konservatuarı öğrencilerinden oluşan 17 kişilik bir yaylı sazlar orkestrası kurdum. İzin verirseniz size bir konser verebilir miyiz?” dedi.
Bundan daha güzel bir sürpriz olabilir mi? Çalıştayın sonunda, ellerinde kemanları, çelloları ile içeri girip hemen düzen kuran gençler bize büyük bir hediye verdiler. Bugün Diyarbakır’da verecekleri ilk konserden önce, bu kadim kentte bir ilke tanık ettiler bizi.
Türkiye Cumhuriyeti’ni savaşarak birlikte kurduğumuz ve şimdi “Barışın kenti” olan Çanakkale’den geliyorum. Düşmanıyla kardeş olmuş bir kentin hem ana, hem kadın hem de bir kadın gazetecisi olarak barışı en çok, kadınlar, analar, aydınlar-demokratlar ve onlarla birlikte bu acıları görerek yaşamış olan bizlerin, gazetecilerin istediğini biliyorum.”
Bu sözleri Çanakkale Olay Gazetesi sahibi, gazeteci Aynur Narler, Diyarbakır Gazeteciler Cemiyeti’nde Elazığ Karakoçan Gazetesi sahibi Nursel Şengezer ile gazetelerini kardeş ilan ettikleri sırada söyledi.
Basın Enstitüsü Derneği olarak, Bursa Spor ve Diyarbakır Spor arasındaki maçlardan sonra, konunun medyada ulusal güvenlik sorunu yaratacak kadar sorumsuzca işlenmesi üzerine Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti ile birlikte Diyarbakır’da bir medya çalıştayı düzenledik.
Medya, Empati, Barış başlıklı çalıştaya, sadece ana akım medyadan ve Güneydoğu’dan gazeteciler değil, akademisyenler, bölgeden iş adamları da katıldı.
Amacımız Kürt sorununu tartışmak değildi.
Çatışmaları derinleştirmeyen, doğru dürüst bir gazetecilik yapabilmek için mesleki eksikliklerimizi tartışmaktı.
Basın özgürlüğünü savunmak için, gazetecilerin görev ve sorumluluklarını da en doğru biçimde yerine getirmeleri gerektiğini bildiğimizden bu çalıştaya çok önem verdik.