Ferai Tınç

Füze kalkanı ve Türkiye

15 Ekim 2010
TÜRKİYE füze kalkanına karşı durabilir mi? Dün Brüksel’deki NATO toplantısından önce yayılan haberler, Türkiye’yi böyle bir soru ile karşı karşıya bıraktı.
ABD’nin füze kalkanı projesi yeni değil. Dolayısıyla, Türkiye için de “yeni” değil. Eski Başkan Bush döneminde Kuzey Kore ve İran’ın füzelerine karşı, Amerikan savunma sisteminin güçlenmesini tasarlayan bu proje, Polonya’ya bir füze üssü ile Çek Cumhuriyeti’ne radar üssü kurulması gündeme geldiği için askıya alınmıştı.
Rusya, “Bugün sınırlı olan bu sistem ileride bize yönelik casusluk faaliyetlerinde kullanılabilir ve güvenliğimizi tehdit eder” gerekçesiyle füze kalkanının Doğu Avrupa’daki ayaklarına karşı çıktı.
Türkiye’de bu sisteme dahil olmaktan yana bir eğilim vardı.
Hatta daha ABD kararından vazgeçmeden önce, Amerikan kalkanının Türkiye dahil Avrupa’nın bazı ülkelerini dışarıda bırakması bir sorun olarak masadaydı.
Bu o kadar ciddi bir sorundu ki Türkiye kendi füze sistemini geliştirmek için adım atacağını söylemiş, NATO Genel Sekreteri iki yıl önce bir grup Türk gazeteciyle yaptığı görüşmede, “NATO bütün üyelerinin eşit biçimde savunulmasının sorumluluğunu taşıyacaktır” güvencesini verme gereği duymuştu.

OBAMA başkan olarak göreve geldiğinde, “İran’da uzun menzilli füzelerin bulunmadığı, bu nedenle kısa menzilli füzeler için önlem alınabileceği” gerekçesiyle Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ndeki projelerden vazgeçti.
Ama konuyu uluslararası gündemden hiç düşürmedi ve savunma kalkanı, bazı değişikliklerle bir NATO projesine dönüştürüldü.
NATO, Nisan 2009’da Strazburg’daki 60’ıncı kuruluş yıldönümünde kabul ettiği sonuç bildirgesinin 50, 51 ve 53’üncü maddelerinde bu konuya kapısını araladı. “Balistik füzelerin çoğalması müttefik güçleri, toprakları ve halklarını artan biçimde tehdit etmektedir. Füze savunması bu tehdide karşı yanıtımızın geniş bir parçasını oluşturmaktadır” diyerek “Aktif, aşamalı balistik füze savunma komuta kontrol sistemini” genişletme kararı aldı.
Bir yıldan beri süren hazırlıklar, kasım ayında Lizbon’da düzenlenecek NATO Zirvesi’nde karara bağlanacak.

WASHINGTON, adını “Avrupa için Aşamalı, Uyarlanabilir Yaklaşım” olarak belirlediği yeni proje için Türkiye’den şimdilik iki noktada destek bekliyor. Önümüzdeki ay Lizbon’da yapılacak toplantıda, bu projenin NATO tarafından üstlenilmesine onay vermesi. Konu İran’ı da ilgilendirdiği için, BM Güvenlik Konseyi’ndeki gibi bir durumla karşılaşma riskini kaldırmak, Türkiye’nin veto kullanma ihtimalini engellemek istiyor.
İkinci istek ise Türkiye’nin bu projeye katkıda bulunması.
Bunun nasıl olacağı henüz belli değil. Çünkü proje henüz net değil.
Ama net olan bir şey var: Füze Kalkanı 279 milyon dolarlık bir bütçe gerektiriyor. Ve bu yükün müttefikler arasında paylaşılması öngörülüyor.
En baştaki soruya dönersek; Türkiye, İran ile ilişkilerini zedelememek adına bu projeye karşı durabilir mi?
Bu süreç pazarlıklara açık. Hele de seçim öncesi, AK Parti’nin desteğinin “çantada keklik” olacağını sanmıyorum. NATO belgelerinde İran dahil hiçbir ülkenin “hedef” olarak gösterilmemesi ise onayı kolaylaştıracak. İşin özü, Türkiye bu projenin dışında kalmayacak.
Yazının Devamını Oku

Türban bahanesi

11 Ekim 2010
TÜRBAN ya da başörtüsü, kadınların başı üzerinden yıllardır süren siyaset oyunu, seçim sezonu açılır açılmaz yeniden gündeme geldi. Ama yine polemiklerde, yine genç kızların ve üniversite hocalarının aklını karıştırarak, meseleyi karmaşıklaştırarak.
Gerçi türban, AKP’nin sürekli mağduriyet stratejisinin en güçlü taktiklerinden.
Çözümden çok, üzerinde konuşulması yeğlenen bir mesele.
Öyle olmasaydı, kameralar önünde konuşmak yerine, Meclis’te hemen bir komisyon kurulur ve çalışmaya başlanırdı.
Başbakan Erdoğan’ın yaptığı gibi mesele, içinden çıkılmaz bir “kamusal alan” tartışmasına yönlendirilmez, tartışmanın esas alanı olan “üniversite” sınırları içinde mesele çözülürdü.
Bir konuda adım atmak istemiyorsanız, meseleyi büyütüp, dallandırıp budaklandırmak en iyi yoldur.
Bizim sıkıntımız ne? Başlarını örten genç kızların, istedikleri kıyafetle derslerini takip edebilmeleri değil mi?
Bu konuda kesin bir adım atmak varken, meseleyi kamusal alan tartışmasına çekmenin ne gereği var?
Başörtülü, türbanlı kadınların Meclis’e ve Ordu evlerine alınmamaları zaten bana göre bir utanç.
Bu uygulamalar da üniversite konusu çözüldüğünde, korkular ve endişelere yer olmadığı görüldüğünde normale dönecektir. .
Laik devlet düzeninin bozulmasından endişe ederek türbana karşı çıkanların korkularının üzerine üzerine gidip, tartışmayı meydan okuma zeminine çekmenin, esas meseleye bir yararı olmadığı gibi halka da yok.
CHP de bu konuya ciddi biçimde eğilmek zorunluluğunu hissediyor bugün. Kendi içindeki tartışmanın ciddiyeti bunu gösteriyor.
Başörtüsü meselesi normalleşmeli ki, bu mesele kadın hakları açısından, özgürlükler açısından yeni baştan, devlet müdahalesi olmayan bir ortamda ve sosyal gerçekliği içinde tartışılabilsin. /images/100/0x0/55eb5662f018fbb8f8baca64
İKİ BAŞBAKAN VE BİR GOL ANI
ÖNCEKİ sabah gazetelerdeki fotoğrafı gördünüz mü? Türkiye- Almanya milli maçı sırasında çekilen resimde her iki ülkenin başbakanı yan yanaydı. Ama bu sahne sanki VİP tribününde değil de, fanların tribünlerinde çekilmişti. Başbakan Merkel ayağa fırlamış, iki elini yumruk yapmış ve gırtlağının var gücüyle Almanya’nın golünü kutluyordu. Ama ne sevinç. Futbolda aşılmaya çalışılan maço kültürün, karşı tarafı ezmek için geliştirdiği vücut dili Almanya başbakanının coşkusunda kendini ele verirken, Başbakan Tayyip Erdoğan ise takımının yediği gol karşısında kahrolan taraftarın, tepeden tırnağa sinir ve küskünlük fışkıran “halet-i ruhiyesine” gömülmüş oturuyordu.
Bana göre, Almanya Başbakanı sevincini daha ölçülü bir biçimde dile getirebilir, Başbakan Erdoğan da rakibin golünü ayakta olmasa da oturarak alkışlayabilirdi.
Aklıma 1982’deki Dünya Kupası’nda İtalyan Cumhurbaşkanı Sandro Pertini geldi. İtalya, Almanya maçını izlemek için İspanya’ya gitmişti. Maç 3-1 biti. Ama İtalyan milli takımının 3’üncü golünden sonra Cumhurbaşkanı Pertini’nin ayağa fırlayarak çeşitli el kol hareketleri yapması dünya medyasında günlerce konuşulmuş, yazılıp çizilmişti. Devlet temsilcilerinin milli maçlarda hareketlerini kontrol etmeleri gerektiği konuşulmuştu.
Çünkü devlet başkanlarının bir futbol maçını birlikte izlemelerinin, centilmenlik ve dostluk mesajı vermek amacı da var.
Hele, Avrupa’nın en kalabalık Türk nüfusunun yaşadığı Almanya’da bu mesajın önemi daha büyük değil miydi?
Yazının Devamını Oku

Terörle mücadele ve basın özgürlüğü

10 Ekim 2010
DÜNYANIN en etkili basın meslek kuruluşlarının geçen yıl Viyana’da düzenlenen iki günlük toplantıları sonucu kaleme aldıkları “Terörizm, Medya ve Yasa” deklarasyonu Avrupa Birliği’ne taşındı. Amaç, Avrupa Birliği’nin, güvenlik gerekçesi ile baskılar altında kalan basın özgürlüğüne sahip çıkmasını sağlamak ve bu konuda ortak kriterler belirlemek.
Çünkü güvenlik gerekçesi dünyanın birçok yerinde basın özgürlüğü ihlallerine göz yumulmasına neden oluyor.
Viyana Deklarasyonu, güvenlik ile basın özürlüğünün birbirlerine ters düşmediğini vurguluyor. Herkesin farklı haber kaynaklarına “sansürlenmeden” ulaşma hakkı olduğunun altını çizen deklarasyon,  medyada çok sesliliğin sağlanması ve gelişmesi için hükümetlere çağrıda bulunuyor.
Uluslararası Basın Enstitüsü (İPİ)’nin girişimi ile hazırlanan deklarasyonun altında, Dünya Gazeteler ve Gazete Editörleri Birliği (WAN-IFRA), Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ),  Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ), Özgür İfade İçin Kanadalı Gazeteciler Örgütü (CJFE)’nin yanı sıra Filistin’den Filipinler’e, Pakistan’dan Sırbistan’a kadar 39 uluslararası basın örgütünün imzaları var.
 Özellikle 11 Eylül’den sonra güvenlik gerekçesi ile basın özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar ciddi bizimde arttı.
Türkiye ise bu konuda en fazla sıkıntı çeken ülkeler arasında.
* * *
BUGÜN cezaevlerinde 40’dan fazla tutuklu gazeteci bulunuyor.
Çoğu siyaset sahnesinde “uç”larda sayılan yayın organlarının sahibi ya da çalışanı.  
Onları yok sayma, hatta susturulmayı hak ettiklerini düşünerek hapis cezalarını kabullenme tavrı, bugün Türkiye’deki yaygın medyada yüzlerce gazetecinin hapis cezaları ile karşı karşıya olmalarının esas nedenidir.
Çünkü kimi aşırı sol, kimi PKK’ya yakın bu yayın organlarının kapatılmaları, çalışanlarının hapis cezası ile susturulmaları bugün varolan yasalar sayesinde gerçekleşti.
Dün onlara uygulanan terörle mücadele yasası, Kürt meselesinin her yönüyle tartışıldığı günümüzde artık Türkiye’nin en büyük gazetelerinde çalışan muhabirler ve yazarları hedef alıyor.
Türkiye’de basın özgürlüğünün önündeki tek engel Terörle Mücadele yasası değil tabi. Gerçek bir basın özgürlüğünden söz edeceksek, Ceza ve Basın yasalarının da mutlaka gözden geçirilmeleri gerekiyor.
Ama terörle Mücadele yasası, iletişim özgürlüğü ihlallerinin yaygınlaşmasında kamuoyundan daha fazla  “onay” gördüğü için bu konu daha fazla çaba gerektiriyor.
* * *     
VİYANA deklarasyonuna göre medya terör eylemleriyle ilgili özgürce yayın yapabilmeli. Terörist olarak kabul edilen örgütlerin ve üyelerinin görüşleri ve ideolojileri de medyada yer bulabilmeli. Terörle ilgili haberler, “teröristin promosyonu yapılıyor” gibi gerekçelerle engellenmemeli.  Tabii ki basın özgürlüğünü her zaman halka karşı sorumluluklarla bir arada ele almamız gerekiyor. Basın özgürlüğü, terör ve şiddete teşvik ve çağrı özgürlüğü anlamına gelmiyor, o nokta basın özgürlüğünün kırmızı çizgisi.
Deklarasyon, terörle ilgili mücadele politikalarının ve yasaların ifade ve basın özgürlüklerini ihlal etmemesi gerektiğine dikkat çekiyor.
Güvenlik gerekçesi ile “Hükümet ve güç odakları ve belli ideolojilerin çıkarları korunmamalı, insan hakları ihlallerinin, terörle mücadeledeki başarısızlıkların, hataların ortaya çıkması engellenmemelidir” diyor.
Deklarasyonu incelemek isteyenler www.freemedia.at adresinden ulaşabilirler. Türkiye’nin “gazeteci hapisanesi ülke” olarak nitelendirilmesini istemiyorsak, bu konuları soğukkanlı ve derinlemesine tartışmanın zamanıdır artık.
Yazının Devamını Oku

Çin Başbakanı’nın ziyareti rahatsız etti

8 Ekim 2010
ÇİN Başbakanı Wen Jiabao, dört Avrupa ülkesini kapsayan gezisinin son durağında bugün Türkiye’ye geliyor. 2 Ekim’den bu yana Avrupa’yı turlayan Başbakan Wen, Atina, Brüksel ve Roma’da önemli temaslarda bulundu.
Ekonomik krizin etkilerini hâlâ ciddi biçimde hisseden Avrupa için Çin Başbakanı ile ikili ilişkiler hiçbir zaman bu günlerde olduğu kadar ilginç değildi.
Bugüne kadar AB’nin üçüncü ülkelerle işbirliği çerçevesinde gelişen ilişkiler, bu sıkışık zamanda bulduğu boşluklardan sızarak Komisyon kararlarını zorluyor ya da çok yakında zorlayacak.
Brüksel’de, “Yuan’ın değerini artırma baskısı yapmayın. Yoksa Çin’de büyük ayaklanmalar olur, bu da sizin için felaket olur” diyerek Avrupa’ya kafa tutan Çin Başbakanı, İtalya ve Yunanistan ile ikili ticaret anlaşmaları imzalarken son derece nazikti. Hatta Yunanistan’ın borçlarını satın almaya bile talip oldu.

BUGÜN G-7 ülkelerinin maliye bakanları, değeri düşük tutulan Yen’in global krize tehdidini masaya yatırırken Çin Başbakanı Türkiye’de çok önemli konuları ele alacak.
Bu ziyaret, dört ülkeyi kapsayan bir paket program dahilinde olsa da bazı ülkelerin sinirlerini oynatmaya yetiyor.
Tabii, esas konu bu ziyaret değil, bir süre önce Çin’in Türkiye’de, Anadolu Kartalı tatbikatları çerçevesinde ortak bir hava tatbikatına katıldığının ortaya çıkmasıyla doğan soru işaretleri. .
Geçen hafta gizlice gerçekleştiği ileri sürülen Türkiye-Çin tatbikatında resmen açıklanmasa da Çin’in Sukhoi SU-27 savaş uçağı ve F-16’da eğitilmek üzere pilot gönderdiği ileri sürülüyor. Aslında Sovyet menşeli olan bu uçaklar, bir savaş sırasında NATO’nun AWACS sistemini çökertmek amacıyla geliştirilmişti.
Türkiye’de Çin ile ilk kez gerçekleşen bu tatbikattan sonra ABD Yönetimi, neden bu tatbikatın yapıldığını ve ne tür savaş oyunlarının sergilendiğini öğrenmek için bilgi istedi.
Bu uçakların İran üzerinden geldiği iddiaları ise Türkiye-Çin-İran aksı mı sorularını yol açtı.

DURUM bu. Tabii ki Türkiye kendi önceliklerini belirleyecek. Beni ilgilendiren “samimiyet”. Gazze’de insan haklarını ve demokrasiyi bu denli savunan bir hükümetin Çin ile ilişkilerde Uygur katliamını görmezden gelmesi. Belki de yanılıyorumdur, Uygur halkının insan hakları da gündeme gelir.
Yazının Devamını Oku

Irak’a güvenerek Kürt politikası

4 Ekim 2010
TÜRKİYE ile Irak arasında ilişkilerin iyi olmasına kimsenin bir diyeceği olamaz.

Irak Kürdistan Yönetimi ile siyasi ve ticari ilişkilerin geliştirilmesi de çok doğru bir adım.

Barzani’ye hakaret ederek Kürt meselesinin çözülmeyeceği artık herkesin gördüğü bir gerçek.

Ama PKK meselesinin çözümünde Irak ve Barzani’ye büyük roller biçmeyi planlayanlar da yanlış hesap peşindeler.

Mesele Kürdistan Yönetimi’nin güvenilirliği ya da güvenilmezliği değil.

Yazının Devamını Oku

Ağaçları için ağlayan birileri daha var

3 Ekim 2010
BU hikayeler bize yabancı değil. 20’nci yüzyılın içinden geçip bugüne gelenler için, birbirinden renkli mega projeler uğruna ağaçlara göz dikenlerin hoyratlığı ile ağaçlarına ağlayanların hikayeleri yabancı değildir.
İstanbullu bir arkadaşım, “Bu kentte sevdiğimiz ne varsa elimizden gittiğini izledik adım adım. İyi ki aklımızı kaçırmadık” demişti bir gün. 
Dün İstanbul’da 3. Köprü için kesilecek olan ağaçlara ve doğal kaynaklara yönelik tehdide dikkati çekmek için “2 milyon Ağaç için 2 milyon İstanbullu” adıyla bir kampanya başladı.
Üçüncü köprünün İstanbul için hem doğal hem de toplumsal yıkım olacağını düşünen 21’den fazla sivil toplum kuruluşunun İstanbulluların içindeki, evine sahip çıkma dürtüsünü uykusundan uyandırabilecek mi bilemiyorum.
Ama insanın çevresine ve kaderine sahip çıkma dürtüsü, “ileri demokrasi”yi harekete geçirecek olan en canlı dinamik.
* * *
STUTTGART hayatın tek düze aktığı izlenimi veren sıkıcı bir Orta Avrupa kenti.  
Şimdi o sessiz ve sıkıcı kentte yer yerinden oynuyor, kaynamalar Berlin’den duyuluyor.
Nedeni 300 ağaç. Stuttgartlı 200 yıllık ağaçların Stuttgart-21 adı verilen hızlı tren projesine değişmek istemiyor. 
Tarihi istasyon binasının yıkılmasına ve daha da önemlisi 300 tane asırlık ağacın kesilmesine karşı çıktıkları için günlerden beri sokaktalar.
Perşembe günü, ağaçlara ilk kepçeler değdiğinde polisle çatışma çıktı.
Polisin halka karşı biber gazı ve aşırı güç kullanması sonucu yüzden fazla kişi yaralandı.
Bu gösterinin en ilginç yanı Angela Merkel’in partisi Hıristiyan Demokrat Birliği’nin en güçlü kalelerinden olması. 
Muhafazakarların oy deposunda hükümete karşı yükseliyor bu isyan.
Gece ağaçların başında nöbet tutanlar, ertesi gün sokaklarda buluşmak üzere randevulaşıyor.
Alman medyası, Stuttgart’ta sokağa inenler arasında sadece gençlerin ve kampanyanın başını çeken çevrecilerin bulunmadığına, eylemin kadın, erkek, emekli ve çalışan bütün kesimlerden destek aldığına dikkat çekiyor.
* * *
CUMA günü Başbakan Merkel, polisin şiddeti nedeniyle özür diledi ama Stuttgartlıların isyanını yatıştıramadı.
Çünkü özde bir şey değişmedi. Mega Proje’den dönüş yok.
Şimdilik dört milyar olarak tahmin edilen bütçeye sahip hızlı tren projesinden geri dönülmesi halinde Almanya’nın bundan sonra hiçbir mega projeye imza atamayacağı endişesi taşıyan yöneticilerin bu ısrarı, aleyhlerine dönebilir. 
Stuttgart’taki olayların Alman siyaset sahnesinde yeni bir gelişmeye yol açtığı söyleniyor. 
Bundan sonra bu tip mega projelerle ilgili karar vermeden o bölge halkının görüş ve onayının alınması gerektiği tartışılıyor. Açıkça bundan sonra bu gibi kararlardan önce referanduma gidilmesi isteniyor. Doğrudan demokrasi bu, deniyor.
Stuttgart-21 projesiyle ilgili bütün yasal işlemler tamamlanmış. Yöneticilerin savunması ise kararın Meclis’te onaylanmış olması. Sivil toplum örgütlerine göre ise: “Yasal olan her şey mutlaka meşru demek değildir.”
* * *
ÖNCEKİ gün Stuttgart’ta, dün İstanbul’da ağaçları için ağlayan insanlar vardı. İnsanı ıskalayan mega projelere, kararı merkezden verilen dönüşüm planlarına karşı, doğrudan demokrasinin meşru isyanı yansıyordu gözlerinden.
Yazının Devamını Oku

Seçmeli dil meselesi

1 Ekim 2010
ARAPÇA için kollar sıvandı. Beş ay önce, Milli Eğitim Bakanlığı’nın önerisi Bakanlar Kurulu tarafından onaylanınca bu yıl lise düzeyinde Arapça’nın seçmeli ders olması kesinleşti. Anayasa paketiyle ilgili tartışmalar nedeniyle bu adım pek dikkat çekmedi.
Bir iki itiraz dışında çok tartışılmadı da.
Uygun eleman arayan Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu hafta gazetelerde yayınlanan ilanlarıyla konu yeniden gündeme geldi.
Mecburi yabancı dilin yanında seçmeli olarak öğrenilen diller arasına Arapça’nın da dahil edilmesi bana göre yerinde bir karar.
Türkiye’nin Ortadoğu’ya yakınlaşması, İslam dünyasında Arapça’nın ortak dil haline gelmesi için yapılan çalışmalar göz önüne alındığında Arapça’nın eğitim programına alınmasında anlaşılmayacak bir yan yok. Kaldı ki, Türkiye’de Güney ve Güneydoğu’da geniş bir kesimin anadili de Arapça. Bakanlar Kurulu’ndan sessiz sedasız çıkan bu karar nedensiz değil. Talep olmasa bu karar da çıkmazdı.
Bunu isteyen, çocukların Arapça öğrenmelerini gerekli gören, yeni istihdam olanakları sağlayacağını hesap eden birileri mutlaka var.
Beni rahatsız eden de tam bu noktada yapılan bir haksızlık. Birilerinin talepleri sessiz sedasız yerine getirilirken, Hükümet’in Kürtçe eğitimle ilgili talepler konusundaki katı tavırları.

KÜRTÇE ile ilgili talepler konusunda en radikal sesler muhatap alınıyor ve onlara yanıt verirken bütün kapılar en baştan kapatılıyor. Örneğin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Kimse bizden resmi olarak anadilde eğitim beklemesin” dedi. Bu açıklamaların, ana dil konusunda en makul isteklerde bulunan insanların bile kalbini kıracağı, kimlikler arası bir ayrım, ırkçı bir inkârcılıkla karşı karşıya oldukları hissine kapılmalarına yol açacağı hesap edilmiyor.
Bunun ne olduğunu anlamak için, ana diliniz konusunda sizin ülkenizin başbakanının ya da siyasetçisinin meydanlarda ileri geri konuştuğunu düşünün. Devletin size karşı hiçbir yükümlülüğü olmadığını oy verdiğiniz insanların ağzından duyduğunuzu farz edin.
Nasıl bir tepki yükselir içinizden değil mi?
Bu ülkede her gün birilerinin içinden bu tepkiler yükseliyor. Başkasının ana diliyle ilgili konuşurken dilimize biraz daha hakim olmamız gerekmiyor mu? Biz resmi olarak anadilde eğitim veremeyiz demek de, ana dilde eğitim isteği kadar muğlak. BDP çevrelerinden politikacılarla, Kürt aydınlarla yaptığım görüşmelerde bu konuda net bir görüş olmadığını fark ediyorum.

EN genel anlamda bu istek, müfredattaki bütün derslerin ana dilde görülmesi anlamında yorumlanıyor. Çünkü bunu isteyenler de var.
Ama bu eğitim biçimi Avrupa’da denendi ve çok kötü sonuç verdi. Özellikle Hollanda da 80’li yılların başında Türk çocukları için Türk okulları açıldı ve yirmi yıl sonra paralel kültürler oluştu diye Hollandalı yetkililer ciddi özeleştiri yaptılar. Hollanda siyaset sahnesinde ırkçı partilerin yükselişinde, entegrasyonun önünü tıkayan ana dilde eğitim uygulamasının etkisi büyüktür.

ANA dilde eğitim ve ana dil eğitimi kırmızı çizgilerle konuşulmayacak kadar ciddi, hassas. Ama iyi niyet ile konuya yaklaşıldığında yaratıcı çözüm yollarının bulunacağına inanıyorum.
Yazının Devamını Oku

Anadil meselesini ortak dil çözecek

27 Eylül 2010
OKUL boykotuna karşı olduğumu söyledikten sonra bazı okuyucularım, her vatandaşın ana dilinde eğitim hakkı olduğunu vurgulayan mesajlar yazarak boykotu desteklememi beklediler. Boykotu desteklemiyorum ama ana dilde eğitim konusunu da artık daha açık bir biçimde tartışmak gerektiğini düşünüyorum.
Ama gerek BDP gerek değişik çevreler tarafından ortaya atılan ana dil meselesinin ve eğitim talebinin ne olduğunu henüz anlayabilmiş değiliz. Her kafadan ayrı ses çıkıyor, ayrı talepler ortaya atılıyor.
* * *
ZATEN en sıradan sorunların bile büyük tartışmalara yol açarak çözümsüzlüğe saplanmasının altında yatan neden de bu.
Talepler muğlâk. Bir o yana çekiliyor, bir öte yana.
Çıtayı, daha aşağıdaki bir noktanın kabulünü sağlamak için önce yukarıya çekmek eğer bir taktik ise çok hatalı.
Çünkü doğan tepkinin şiddeti tartışmaya değil kapışmaya ve savunma duvarlarının yükselmesine neden oluyor. 
Özerklik talebinin damdan düşer gibi ve iki bayrakla sembolize edilerek ortaya atılması öyle olmadı mı?
Ana dil eğitimi talebi de Türkiye gündemine muğlâk bir çerçeve içinde geldi.
Bu mesele, ‘Türkçe tek resmi dil olmasın’dan, “Güneydoğu’da resmi dil Kürtçe olsun” a kadar bir uçtan diğerine yalpalayarak giden bir tartışma ortamı içinde çözümlenebilecek bir mesele değil.
Talepler, net ve bütün Türkiye kamuoyunun anlayabileceği şeffaflıkta  olmalı. Çünkü eninde sonunda bu “ortak” bir karar olacak.
* * *
BİR dil, ne de bir kimlik yasaklamalarla yok edilebilir. Dil, insanlar onu konuştuğu sürece yaşar. Konuşmayı bıraktığı zaman ise canlılığını yitirir ölür.
Ama o kararı ne devletler verebilir ne de dışarıdan müdahalelerle böyle bir şey mümkün.
Türkçe bunun en somut örneklerinden biri değil mi? Öztürkçeleştirme zorlamalarına karşı dil direnmedi mi?
Türkiye artık bu noktayı aştı. Kürtçenin Türkçe kadar bu toprakların dillerinden biri olduğu konusunda kimsenin itirazı yok.
Şimdi mesele bu dilin nasıl geliştirileceği. O da tek taraflı ve dayatmalarla olacak bir şey değil. Çünkü hepimizin meselesi.
Karşılıklı dayatmalarla kırıcı, dışlayıcı, bölücü olmadan bu sorunu Türkiye, ortak kültür temeline zarar vermeden çözer.
Yeter ki çözüm istensin. Ortak dilimiz çözüm olsun.
Yazının Devamını Oku