1 Kasım 2010
OKTAY Ekşi’nin Hürriyet’ten böyle ayrılmasını hiç istemezdim. Herkes hata yapabilir. Ve her hatanın bir bedeli vardır. Ama hak, ancak hata ile bedelin “orantılı” olmasında yerini bulur.
Oktay Ekşi’nin Hürriyet Gazetesi’nin baş yazarlığından ayrılışının altındaki görünür neden, yazısında kullandığı hatalı bir ifade, hakaret ama bedeli orantısız.
Muhabirlikle başlayan gazetecilik hayatının her döneminde olaylara gazeteci gözlüğü ile bakan Oktay Bey’in, çevrecilerin ve çevre değerlerinin bilinçli bir biçimde horlanmasına karşı yazdığı yazıdaki, kabul ettiği bir hatanın bedeli, kendi kendisini meslekten mene sessiz kalmak, hatta bunu onaylamak mı olmalıdır?
Böyle bir olayı medyaya karşı “casus belli” (savaş nedeni) saymak demokrasi vaadini dillerinden düşürmeyen yöneticiler açısından doğru bir tavır mıdır?
DİL ve üslubun önemine inanırım.
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2010
LEGATUM kendisini, uluslararası pazarlarda insani kalkınma amaçlı programlara yatırım yönlendiren “küresel yatırım örgütü” olarak tanıtıyor. Yirmi yıllık geçmişi olan örgüt 2010 Refah Listesi’ni yayınladı. 110 ülkenin yer aldığı bu listede Türkiye 80’inci sırada.
Dün gazetelerde yer alan haberdeki ilginç ayrıntılara dikkatinizi çekmek istiyorum.
Ekonomik verilerin yanı sıra sağlık servisi, güvenlik, eğitim gibi alanlarda da derecelendirme yapan araştırma objektif verilerin yanı sıra, halkın sübjektif değerlendirmelerine, hissiyatına da yer veriyor.
Ekonomi alanında, “Türkiye gelişmeye elverişli temele sahip bir ülke” olarak değerlendirilirken 2004-2008 yılları arasındaki kişi başı gelirin gösterdiği artış açısından ortalamanın üzerinde yer alıyor. Yabancı sermaye açısından en cazip ülkeler sıralamasında yedinci sırada, bankacılık sektörünün başarısı küresel averajın üzerinde. Ancak sadece nüfusun yarısı ülkenin finans kurumlarına güvendiğini söylüyor.
Yani Türkiye’de halkın yarısı bu sisteme güvenmiyor. Bu konuda Türkiye küresel sıralamada 81’nci sırada yer alıyor. Halkın para ile ilişkisinin kalitesini göstermesi açısından önemli.
Bu ilişkinin kalitesi toplumda kültürel taleplerin artışını da tetikliyor.
Yaşam koşulları açısından bakıldığında halkın sadece yüzde 45’i koşullarından memnun olduğunu söylüyor. Diğer ülkeler halklarının verdikleri yanıtla kıyaslandığında Türkiye bu noktada 84’üncü sırada.
Ekonomiden beklenti, fırsatlar konusunda ise Türk halkı karamsar. 76 ve 71’inci sırada geliyor.
Son üç yıldan bu yana çeşitli uluslararası kuruluşların yaptıkları araştırmalar temel alınarak hazırlanan listede, Türkiye’de yatırım ortamının kötü olmamasına rağmen, Türkiye, refahın eşit biçimde dağılımı konusunda 110 ülke arasından 79’uncu sırada.
Halkın yarısı ise “işini iyi yapan kazanır”a inanmıyor. Bu da liyakat sisteminin ciddi biçimde çarpık olduğunu gösteriyor. Yani, işini yürütebilmek için mutlaka bir “arka” gerekiyor.
İŞGÜCÜ KALİTESİ YETERSİZ
Listedeki veriler, halkın hükümete ve bürokrasiye güvendiğini ama çevre, eğitim, fırsat eşitliği konularında son derece kötümser olduğunu gösteriyor.
Bürokrasinin politikaları uygulamadaki yeterliliğiyle ilgili veriler nispeten olumlu. Bu sonuçlar Türkiye’yi 110 ülke arasında 49’uncu sıraya taşıyor. 10 kişiden 6’sı hükümete güven duyuyor. Halkın yarısı hükümetin yoksullukla mücadelesini yeterli buluyor. Bu açılardan Türkiye listedeki 110 ülke arasından ilk üçte, yani birinci kümede yer alıyor.
Askere ve adalete güven de yüksek. Bu unsurlar dikkate alındığında karşımıza çıkan Türkiye resmi ile eğitim, kişisel özgürlükler ve güvenlik konularındaki algılarla ilgili veriler ele alındığında gördüğümüz Türkiye resmi ile taban tabana zıt.
Eğitim kalitesi ve çocukların eğitimde fırsat eşitliği noktalarında Türkiye 110 ülke arasında son üçte birde, orta okul eğitimli Türk işçisinin oranı Türkiye’yi 80. sıraya düşürüyor, zaten raporda Türkiye’de “insan sermayesinin düşük seviyelerde” olduğu vurgulanıyor.
GÜVENSİZ BİR TOPLUM
Araştırmaya göre Türkiye ifade ve inanç özürlüğü, örgütlenme hürriyetleri açısından 53’üncü sırada ama halka “Türkiye’de siyasi düşünce açıklama özgürlüğü var mı?” sorusuna verilen yanıtlar ülkeyi son 15 ülke arasına sokacak kadar kötümser.
Türkiye’de cemaat ve aile bağları güçlü. Toplumun yüzde 65’i evli. Evlilik oranı açısından 110 ülke arasında Türkiye 13’üncü sırada.
Buna rağmen insanların birbirlerine güveni yok. Bu açıdan Türkiye listede 97’inci sırada. Sivil toplum örgütlenmesinin zaafının altında bu güvensizlik var.
Legatum indeksi Türkiye’de “zenginlik” eğrisi ile “eğitim ve kültür kalitesi eğrisinin” arasındaki ayrışmanın derinliğini ortaya koyarken, yaşadığımız en önemli sorun olan uzlaşmazlık-çözümsüzlük sorununun özünü de gösteriyor.
Devletine, hükümetine, cemaatine güvenen ama birbirine güvenmeyen, zengin ama eğitimsiz, evli ama mutsuz Türkiye.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2010
GÜNÜMÜZDE üniversitelerin tek sorunu türban mı? Değil tabii, örneğin Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nin düzenlediği ve dünyanın 370 üniversitesinden binden fazla öğretim üyesinin katıldığı uluslararası toplantıda üniversitelerin geleceği ile ilgili çok önemli sorunlar tartışıldı. “Günümüzde üniversitelerin yeni misyonu ne olmalıdır” sorusu masaya yatırıldı.
Üç buçuk yıl süren çalışmalar sonucu, 20-24 Ekim tarihleri arasında gerçekleşen Dünya Üniversiteler Kongresi’nde, katılımcılar günümüzün sorunları karşısında artık üniversitelerin yeni sorumluluklar üstlenmeleri gerektiği konusunda görüş birliğine vardılar.
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali Akdemir, “Günümüzde üniversiteler işlevlerini, toplumsal sorunlardan, insani sorunlardan, krizlerden, gidişattan izole olarak yerine getiremezler. Bunun yerine, üniversiteler; küresel terörü, küresel ısınmayı, felaketleri, afetleri, krizleri, küresel açlığı, gelir dağılımı adaletsizliğini, sağlık hizmetleri yetersizliğini, bölgesel çatışmaları, küresel göçün neden olduğu felaketleri, eğitim olanak yetersizliği vb. tüm insanların sorunlarını çözmeyi, önlemeyi, gidermeyi klasik üç işlevin içinde ya da onlara ilave olarak (eğitim-öğretim-öğrenme, araştırma, kamu hizmeti) misyon edinmelidirler” diyor.
Rektör, kongre sonuçlarını değerlendirirken Kongre sırasında sunulan bir bildiriden söz etti. Bugün yoksullukla mücadele için gerekli miktar, silahlanmaya harcanan paradan çok daha azmış. “Demek ki yoksullukla mücadele emek için gerekli parayı bulmak zor değil. Ama bulunsa bile nasıl mücadele edebileceğimizi bilmiyoruz. İşte üniversite bu sorulara yanıtlar bulmak zorunda” diyor.
KONGRE’nin kapanış bildirisinde, “Üniversiteler, küresel sorunların önlenmesine katkı sağlamaya ve STK’lar konusunda farkındalık yaratmaya yönelik olarak yeni fakülte, yüksekokul ve bölümler açmalıdır. Sorunların çözümüne katkı sağlayacak uzmanlar, liderler ve girişimciler üniversitelerde eğitim almalıdırlar” deniyor. Dünya Üniversiteler Kongresi’nde tartışılan konular yani küresel ısınma, çevre, terörle mücadele, yoksulluk, gelir dağılımındaki eşitsizlik, bunlar çok tartışmalı konular.
Hele bugün Türkiye’de bu konularda düşünmek, görüş açıklamak kolay değil. Çevrecilerin, birinden para alan çıkarcılar olarak suçlandığı, kültürel miras kavramının rant uğruna görmezden gelindiği, üniversitede özgürlük meselesinin sadece türbana özgürlük olarak anlaşıldığı bir zihniyet ikliminde bu konuların sağlıklı bir biçimde tartışılabileceğini düşünmüyorum.
Günümüz sorunlarına çözüm yaratabilmek için üniversitelerde düşünce, ifade, tartışma özgürlüklerinin güvence altına alınmış olması gerekir. Ama Ocak ayından bu yana 376 üniversite öğrencisinin tutuklu bulunduğu Türkiye üniversitelerinde böyle bir ortamın varlığından söz edilebilir mi? Her görüş, kendisini özgürce ifade edebilecek ortamı bulabiliyor mu? Bazı görüşlerin geçerli, bazılarının ise sakıncalı sayıldığı ortamlarda tartışma adabının sağlanması, sağlıklı bir tartışma ortamının bulunması mümkün değil.
YİNE de, içinde bulunduğumuz koşullar elverişli olmasa da, Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nin Dünya Üniversiteler Kongresi’nde kabul edilen kararlar doğrultusunda Üniversite’nin yeni misyonuna hazırlanma kararlılığı, günümüzün sorunlarına çözüm üreten akademik ortamın yaratılması için harcadığı çaba umut verici. Üstelik Rektör Akdemir, üniversitede yeni misyonu yerine getirecek özgürlük ortamının hakim olduğuna da inanıyor.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2010
EN son Sınır Tanımayan Gazetecilerin raporu açıklandı. Türkiye, 178 ülkenin bulunduğu dünya basın özgürlüğü listesinde 138’inci sırada.
AKP’nin “özgürlükler” söylemine taban tabana zıt düşen bir durum bu.
Şikayetimiz yeni değil.
Yedi yıldan bu yana şikayetçiyiz. AB ile uyum yasaları çerçevesinde ceza yasasında yapılan değişiklikler sırasında basın ile ilgili düzenlemelerin özgürlükçü değil, tamamen baskıcı bir zihniyet ile ele alındığını söylüyoruz. Değişiklik istiyoruz.
Ceza Yasası, Basın Yasası ve Terörle Mücadele Yasası bu ülkede medyayı darbe dönemlerinde bile az görülen baskılarla karşı karşıya bıraktı.
Hapisteki gazeteciler bir yana, hapis cezalarıyla karşı karşıya kalan yüzlerce gazeteci var.
Hükümetin bu konuda bir hazırlık içinde olduğunu duymuştum. Doğruymuş.
Geçen hafta Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Bugün televizyonuna önemli bir açıklama yaptı.
Bakan, “Ergenekon davasıyla ilgili yaptıkları haberler nedeniyle yargılanan gazeteciler var. İstisnasız bütün medya gruplarında çalışan gazeteciler bunlar. İlk defa bu programda açıklıyorum. Buna ilişkin yaptığımız bir hazırlık var. Epeyce üzerinde çalıştığımız bir metindi. Ümit ediyorum ki Pazartesi günü Bakanlar Kurulu’nda bilgilendirme yapacağız. Ondan sonra da kamuoyu ile paylaşabiliriz. Bu sıkıntıyı giderme noktasında basın mensuplarını biraz daha rahatlatacak bir çözüm getiriyoruz” dedi.
Bu açıklamaya göre metnin bugün Bakanlar Kurulu’na gelme ihtimali var.
Aman dikkat.
ERGENEKON davası, basın özgürlüğü konusunda bugüne kadar gözlerini yuman, meslektaşlarına yönelik baskılar karşısında mesleki dayanışma göstermek şöyle dursun, “bir de ben vurayım” sırasına girmek için sabırsızlık gösteren, muhalefete muhalif gazetecileri de ciddi baskılarla ve hapis tehdidiyle karşı karşıya bıraktı.
Umuyorum, yapılacak değişiklikler sadece Ergenekon davası nedeniyle artış gösteren dava ya da soruşturmaları etkileyecek değişiklikler değildir.
Türkiye’de basın özgürdür diyebilmek için köklü yasal değişiklikler gerekiyor.
Her şeyden önce hapis cezasının kaldırılması ya da “prensip” olmaktan çıkartılması gerekir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Konseyi gazetecilerin meslekleriyle ilgili suçlar nedeniyle cezaevlerine gönderilmelerini kabul edilemez buluyor. Tam tersine bunun en son başvurulacak bir yöntem olduğu tartışılıyor.
Gazetecileri düşüncelerini açıklamaktan ve eleştirel haberler yapmaktan ala koyan bir başka mesele de tazminat cezaları. Basın yoluyla işlenen suçlara göre son derece orantısız. Amaç caydırıcı olmak değil sanki karşıdakini yok etmek.
BUGÜN hapis tehdidiyle haklarında soruşturma açılan, davaları devam eden ya da hapiste olan gazeteciler sadece Ergenekon davasının iddianamelerini yayınlayanlar değil.
Eğer yapılacak düzenleme sadece bu çerçevede kalırsa, biz yine basın özgürlüğü ile ilgili sorunlarımızı atlatamayız.
Madem bir değişiklik yapılacak. Köklü ve etkili olmalı. Ceza Yasası, Basın Yasası ve Terörle Mücadele yasaları birlikte özgürlükçü bir zihniyetle ele alınmalı.
Çünkü sonra geri dönmek zor. Yine zaman kaybedilecek.
Tıpkı Anayasa meselesinde olduğu gibi.
Artık yeni bir Anayasa değişikliğini kim bilir ne zaman gündeme getirebileceğiz?
Oysa basın özgürlüğünü kısıtlayan yasakçı zihniyetin kökleri, referandumla değiştirilmiş Anayasa’mızın, 12 Eylül kalıntısı 26-27 ve 28’inci maddelerinde tüm haşmet ve gericilikleriyle duruyorlar.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2010
CHP’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri geliştirme kararı Avrupa Birliği sürecinin yeniden canlanmasını sağlayabilir.
Bu iş artık bitti demek, bundan sonra sürecin direksiyonunu tamamen Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı olanlara bırakmak anlamına gelir.
Evet Avrupa Birliği diye bir şey kalmadığını düşünebilirsiniz, haklı olduğunuzu gösteren kanıtlar çok. Ben de katılıyorum.
Ama bu süreç başı sonu belli durağan bir şey değil. Adı üstünde bir süreç.
Karşılıklı bağımlılığı, kontrolü, birlikte gelişmeyi teşvik eden bir süreç.
İnişli çıkışlı bir yol.
Avrupa’nın, yaşadığımız küreselleşmiş dünyaya yön veren dinamiklerden biri olduğu inkâr edilebilir mi?
Pekiyi, Türkiye’nin bu dinamiğin unsurlarından biri olmaya ihtiyacı yok mu?
Bugün Türkiye eğer çok yönlü bir dış politikayı geliştirebiliyorsa, bunda ittifaklarının etkisi büyük.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2010
AVRUPA Birliği’nin yeni anayasası, yani Lizbon Anlaşması yürürlüğe girdikten sonra KKTC’ye verilen doğrudan ticaret sözünün tutulabileceği yorumları yapıldı. Çünkü Lizbon Anlaşması’na göre bazı kararlar oy birliği ile değil oy çokluğuyla alınabilecekti.
KKTC ile doğrudan ticaret tüzüğü de böylece Rumların veto engelini aşacaktı. Karşılığında, Kıbrıs bandıralı gemi ve uçaklar Türk limanlarına uğrayabileceklerdi. Böylece, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki müzakerelerin önünü tıkayan en önemli engel ortadan kalkacaktı.
Bu hafta başından beri peş peşe gelen haberler, gelişmelerin hiç de o yönde olmadığını ortaya koydu.
Avrupa Parlamentosu Hukuk İşleri Komitesi, KKTC ile doğrudan ticaret tüzüğünün kabul edilebilmesi için oy çokluğu değil, oy birliği gerektiğini açıkladı.
KARARIN açıklanmasından sonra, Türkiye’nin ilk tepkisi Başbakan Erdoğan’dan geldi.
Başbakan, “Bu bağlayıcı bir karar değildir. Bu Avrupa Birliği’nin kendi birimlerinde, komisyonlarında aldığı bir karar da değildir” dedi.
Bütün mesele de burada. Başbakanı doğru bilgilendirmiyorlar.
Gelişmelerin ne anlama geldiğini iyi anlatamıyorlar.
Bunlara verilecek yanıtlar konusunda yeterli hazırlamıyorlar. Avrupa sözünü tutmazsa biz de sözümüzü tutmayız denklemi dışında bir şey duyulmuyor Türkiye’den.
Strasbourg’da Parlamento Hukuk İşleri Komisyonu’nun aldığı karar Avrupa Birliği’nin nihai kararı olmasa da o yönde çok önemli bir gelişme.
Bence daha da önemlisi, Türkiye’nin o kulislerden uzak olması.
Evet Başbakan’ın dediği gibi bu karar Komisyon kararı değil ama Doğrudan Ticaret Tüzüğü ile ilgili karar AP Başkanlık Divanı’nda da kabul edilirse, Komisyon ne yapabilir?
KKTC’ye verilmiş sözlerin bir anlamı kalır mı? Kalmaz.
AK Parti Hükümeti, Avrupa Birliği sürecini en başından beri çok ciddiye almadı. Eğer öyle olsaydı, haksızlıklara karşı verilecek tepkiler de daha yüksek olur, Türkiye’nin bu süreçle ilgili B planları da bulunurdu.
Brüksel-Ankara ilişkisi, her iki tarafın “işine geldiği” biçimde sürüyor.
Avrupa ilişkiyi, Türkiye’yi süreç içinde imtiyazlı ortaklığa hazırlamaya yarayacak bir seviyede tutuyor.
Türkiye Hükümeti için ise bu ilişki, iç ve dış politikada kullandığı bir “meşruiyet zemini”.
Türkiye ile Avrupa Birliği arasında gerçek ilişki, müzakere kararı ile birlikte nitelik değiştirdi. Her iki taraf için de bu sürece “sürdürülebilir ayrışma” demek istiyorum ben.
AVRUPA Parlamentosu Hukuk İleri Komisyonu’nun kararı ile Türkiye’nin müzakere süreci ağır bir darbe daha aldı.
Şimdi ne yapılacak?
“Biz de limanları açmayız” demekle yetinecek mi Türkiye?
İlk işaretler onu gösteriyor.
Başörtüsü gündemine saplanmış kalmış bir Türkiye’den, Avrupa’nın dikkatini çekecek bir yanıtın yükselmesi mümkün değil.
AB, AKP’nin gündeminin öncelikleri arasında değil. Olmayınca da hükümetin ne bir B planı, ne C planı var.
“Ben yokum arkadaş” başlıklı Z planı nasılsa hazır diye mi düşünülüyor?
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2010
BÜYÜK çoğunluğa göre terör örgütüne katılmak için; kendilerine göre ise özgürlük ve halklarının kurtuluşu amacıyla dağa çıkan gençleri indirmek için yıllardır uğraşıyor bu ülke. Ama süreç başlarken tuhaf bir şey oluyor şehirdekiler hapislere atılıyor.
Bileklerinden naylon kelepçelerle bağlayıp sıraya sokuluyor ve resimleri çekiliyor.
Sanki birileri dışarıdakilere göz dağı vermek istiyor. “Gelirseniz sizi de böyle yaparız” diyor. .
Bugün Diyarbakır’da başlayacak olan KCK davası, işte tam da budur.
Dağdakileri indirmeye çalışırken, şehirdekileri cezalandırmak!
SEÇİLMİŞ BELEDİYE BAŞKANLARI TUTUKLU
KÂH silahla caydırmak, kâh şiddetle yola getirmek için harcamadığımız kalmadı.
Karşılığı para ile ölçülebilecek harcamalar yaptık. Daha iyi eğitim, daha kaliteli sağlık verebilecekken, daha zengin bir ülke olacakken savaşa, silaha harcadık elimizdeki- avucumuzdakileri.
Karşılığı hiçbir şey ile ölçülemeyecek tadar değerli olan gençlerin ölümlerini engelleyemedik. Paramparça hayatlar ile dolu çeyrek asır.
Şimdi artık dağların boşaltılması gerektiğini rahatça konuşabiliyoruz.
PKK saflarına katılanların geri dönüp hayata uyum sağlamaları için “açılımlar” yapıyoruz. Daha doğrusu yapacaklarını söyleyenlere inanıyor, destekliyor, geciktikçe sabırsızlanıyoruz.
İşte referandum da sonuçlandı.
AKP, Anayasa paketinin kabul edilmesi halinde Türkiye’nin demokratikleşeceğini, 12 Eylül’den hesap sorulacağını söylemedi mi?
O dönem ve sonrasında en ağır darbeyi yiyen, faili meçhullere kurban gidenler ve gençleri PKK’nın peşinde dağlara kaçırtan ortam 80 darbesi değil mi?
Hani referandumun sonuçları? Kürtler nefes alabildiler mi? Hayır. 80’lerin hayaleti hâlâ bölgede dolaşıyor.
Seçilmiş belediye başkanları bile kelepçelenip cezaevlerine atılıyor, gizli tanıklı, telefon dinlemeli iddianameler ile toplu davalar açılıyor.
KCK DAVASI
BİR yandan Ergenekon davası ile milliyetçi laik muhalefet, öte yandan KCK tutuklamalarıyla Kürt milliyetçisi muhalefetin “törpülenmek” istendiği bir dönemin bütün kaosunu yaşıyor Türkiye.
İzler birbirine karışmış durumda.
Her iki davanın da gerçek payı var. Ama öyle havuzlar açıldı ki, ilgili ilgisiz herkes o terör bağlantılı unsurları da olan o havuzlarda toplandı.
Türkiye toplu davaları darbeler döneminde yaşadı. Ve o davaları yönlendiren dinamiğin esas olarak “siyaset” olduğu da çok iyi biliniyor.
O zaman da yaşanmıştı, bugün de ciddi hukuk ve insan hakları ihlalleri yaşanıyor.
Muhalefet susturulunca ülkeyi yönetmek kolay olabilir.
Ya sorunlar? Sorunlar baskılarla çözülebilir mi?
Değil çözülmek, daha da içinden çıkılmaz hal aldıklarını her baskı döneminden sonra görmedik mi?
Geçmişte örnekleri o kadar çok ki!
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2010
AMERİKAN Yönetimi’nin Kasım ayındaki NATO Zirvesi’nde Avrupa’ya füze kalkanı projesini kabul ettirme süreci hız kazanırken, Türkiye, tavır belirleyemiyor. İç politika kaygıları öne geçiyor. Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün açıklamalarına bakılırsa, proje, Türkiye’nin kendi füze savunma sistemi ile örtüşebilir ve bu da savunma harcamalarındaki mali yükü hafifletebilir.
Başbakan Erdoğan’a göre ise henüz ortada bir şey yok.
Evet, pazarlıklar henüz bitmedi; ama genel çerçeve üzerinde mutabakat sağlanmak üzere.
Kasım ayında Lizbon’daki zirvede bu çerçevenin kabul edilerek bir NATO projesi haline gelmesine kesin gözüyle bakılıyor.
Brüksel’deki toplantıda en büyük tartışmalardan biri Fransa ile Almanya arasında çıktı. Almanya, füze kalkanının aşamalı olarak Avrupa’ya yerleştirilmesini ve üye ülkelerin NATO şemsiyesi altındaki kapasiteleri ile örtüştürülmesini, nükleer silahların indirimi hedefine tâbi kılmak istiyor. (Bu görüş Rusya’nın da işine geliyor.)
Fransa ise kendi nükleer silahlarını korumak istediği için buna kesinlikle karşı çıktı.
Ama önceki gün kimliğini açıklamayan bir Fransız diplomat, ajanslara bir açıklama yaparak projeye katılmak istediklerini, ekonomik olarak de destekleyeceklerini açıkladı.
Tabii bu taktikler Kasım’daki zirve sonuç belgesindeki paragraflarla ilgili. Almanya’nın istediği paragrafa karşılık, Fransa’nın da bir talebinin yerine getirileceği sinyali verilmiş olabilir.
* * *
TÜRKİYE ise iç kamuoyuna projeyi nasıl “satacağını” henüz belirleyebilmiş değil.
Bu öneriye asker “sıcak” bakıyor; en azından tartışmak, pazarlığını yapmak istiyor. Radarın yeri, personelin hangi yasalara tâbi olacağı gibi ayrıntıların bile masada olduğu anlaşılıyor.
Ama Hükümet için mesele daha zor. Seçim ortamına bodoslama dalmış olan AKP’nin, İran’ı hedef alan ve büyük sponsoru ABD olan bir savunma projesine imza atması, kendi kendisini sıkıştırır.
Eskiden, böyle dikenli konular “askere” havale edilir siyasiler halka hesap vermekten kurtulurlardı. Ama artık öyle değil.
Türkiye bu projenin taşıyıcılarından biri olacaksa, halka bunun nedeninin ve bedelinin anlatılması, siyasi sorumluluğunun yüklenilmesi gerekir. .
Projenin İran’a karşı olmadığını savunmak, mesele bu kadar ortaya dökülmüşken kolay değil. Çünkü son NATO belgelerinde, hedef ülkenin adı belirtilmiş olmasa bile, bu projenin Amerikan ve Avrupa kamuoyuna kabul ettirilebilmesi için (Çünkü proje için savunma harcamalarına büyük paralar gidecek), hedef ülkenin İran olduğunu herkes biliyor.
* * *
ZATEN 17 Eylül 2009 tarihli Beyaz Saray damgalı “fact sheet”te, “Başkan Obama, Savunma Bakanı Gates ve Genelkurmay Başkanı’nın Avrupa’da füze savunmasına ilişkin aşamalı, uyarlanabilir yaklaşım önerisini kabul etti. Bu yaklaşım, İran’dan gelecek füze tehdidi algılaması temeline dayalıdır” deniyor.
Aynı belgede, Kara ve denizde konuşlu füzelerin yanı sıra, Avrupa’nın çeşitli bölgelerine yerleştirilecek radarlara dayalı bu projenin takvimi de açıklanıyor. 2011’de başlayıp 2020’de tamamlanacak sürecin sonunda, ABD’ye ulaşabilecek uzun menzilli kıtalararası füzeleri engelleyecek güçte sistemleri de içerecek. Ama henüz o füzelerin çoğu deneme aşamasına bile gelmiş değil.
Reagan’ın “Yıldız Savaşları” hayaliyle başlayıp, 2000li yıllarda Bush Yönetimi tarafından daha gerçekçi bir temele oturtulan “Füze Kalkanı”, Obama’nın işbaşına gelişinden sonra uygulanabilir bir projeye dönüştürülmeye çalışılıyor. Uzayın paylaşımı ve silahlandırılmasının altyapısı hazırlanıyor.
Yoksa 21’inci yüzyılın tehditlerine karşı koymak için askeri önlemlerin yetmediğini artık herkes biliyor. İşte Irak, işte Afganistan.. Çok boyutlu, ekonomik, sosyal ve siyasi önlemlere ağırlık verilmeksizin, füzelerle ne güvenlik ne de barış sağlanabilir.
Yazının Devamını Oku