22 Kasım 2010
LİZBON Zirvesi’nden sonra sıra, önümüzdeki ay yapılacak olan AB zirvesinde. Lizbon’da olan biteni anlamak için demeç gazeteciliğinin ötesine geçmek gerekti.
Şimdi aynı döngü AB Zirvesi’nde yaşanacak.
Zirve öncesi dikkatler yine Kıbrıs meselesinde toplanıyor. NATO ile AB arasındaki işbirliği sürecinin işleyebilmesi için de bu tıkanıklığın aşılması gerekiyor.
Kıbrıs Türk ve Rum liderleri, New York’taki toplantılarından iyimser bir hava ile ayrılmadılar.
Bakalım, önümüzdeki günlerde yayınlanacak olan BM raporunda Genel Sekreter durumu nasıl değerlendirecek.
Bazı kaynaklar, Kıbrıs’ta iki devlet formülünün güçlenmeye başladığını ileri sürseler de, bu haberleri temkinli karşılamaktan yanayım.
Güvenlik Konseyi’nin, Kosova’nın bağımsızlık kararından sonra Kıbrıs ile aldığı karar orada dururken iki devlet formülünün öyle, “görüşsek de anlaşamıyoruz, bari ayrılalım” demekle olmayacağı ortada. Bu, geniş bir ittifak cephesi ile yürürlüğe konabilecek bir plan.
Belçika dönem başkanlığı sona ererken yeni fasıllar açabilmek için de kulislerde çeşitli formüller üretiliyor.
Limanların açılmasına karşılık yeni fasılların açılabileceği iddiası en çok konuşulan “söylentiler” arasında.
Yeni fasılların açılması önemli, önemli olmasına da açılmış olan fasıllarda ilerlemeler yeterli mi?
Bunu pek tartışmıyoruz.
AVRUPA Birliği İlerleme Raporu, Türkiye açısından da bir samimiyet testi.
Hükümetin “Avrupa Birliği’ne uyum” gerekçesi ile Meclis’e gönderdiği Tabiatı Koruma Yasa Tasarısı samimiyetsizliğe tipik bir örnek.
Bize, bu tasarının Çevre Faslı’ndaki koşulların karşılanması için hazırlanan bir tasarı olduğu söylenmişti.
Hidroelektrik Santral İnşaatı için gözden çıkartılan İkizdere vadisinin sit alanı ilan edilmesinin ardından Meclis’e gönderildiği için tartışma yaratmış, AKP Hükümeti de, tasarının baraj ile ilgisinin bulunmadığını Avrupa Birliği uyum yasaları gerektirdiği için böyle bir tasarı hazırlandığını açıklamıştı.
Tasarı önümüzdeki günlerde Meclis’te ele alınacak.
BAKIN 9 Kasım’da açıklanan AB İlerleme Raporu tasarıyla ilgili ne diyor.
Çevre faslının değerlendirildiği bölümde Türkiye atık yönetiminde iyi, hava, su ve çevre kirliliği konularında sınırlı, iklim değişikliğine ilişkin önlemlerde çok sınırlı ilerleme gösterdi denirken, “Tabiatı koruma alanında hiç ilerleme kaydedilmedi” notu düşülüyor.
Üstelik rapor, Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasası’nın ileri sürüldüğü gibi Avrupa ile uyumu amaçlayan bir yönünün olmadığı anlatılıyor.
“Tabiatı Koruma konusunda herhangi bir ilerleme kaydedilmedi. Tabiatı koruma ve biyolojik çeşitlilikle ilgili Meclis’e sunulan tasarı endişe uyandırıyor. Özellikle de Türk Natura 2000 ağına yararlı katkıda bulunabilecek birçok alanın mevcut korunma statüsünün kaldırılması konusunda” deniyor.
Yeni bir koruma yasası gerektiği bir kez daha vurgulanırken, hidroelektrik santraller konusuna da dikkat çekiliyor raporda.
“Ülkenin doğusunda yapılacak olan yeni su ve enerji alt yapısının, korunması gereken flora ve fauna cinslerini olumsuz etkilemesi, endişeyi arttırmaktadır” deniyor.
İlerleme raporu olmasa biz uyumlu adımlar attığımıza inandırılacaktık.
LİZBON sonrası NATO süreci ile Avrupa Birliği süreci Türkiye açısından daha ilintili hale geliyor. Önümüzde ciddi müzakere süreçleri var. Bunları zamana yayma, geçiştirmenin iyice zorlaşacağı dönemeçlere hazırlıklı olmak için gerçekten şeffaflığa ihtiyacımız olacak.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2010
NATO Zirvesi ile ilgili olarak “İstediğimiz oldu”, “Türkiye’nin üç talebi de yerine getirildi” manşetleriyle verilen haberleri izledik. Wall Street Journal Gazetesi de ABD’nin başı çektiği Avrupa için aşamalı uyarlanabilir füze kalkanı projesinin, NATO kapasitesi olarak kabul edildiğini duyurduğu haberde şöyle dedi. “Türkiye’nin toplantıdan önceki haftalarda ortaya attığı taleplerinin çoğu ya bir kenara itildi, ya da- kontrol merkezinin Türkiye’de olmasına ilişkin olanı gibi- daha sonra görüşülmek üzere ertelendi. Zirveye katılanlar, Türk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu konuları Cuma günü bastırmadığını söylediler.”
Sadece üyelerinden biri değil, en eski ve en güvenilir üyelerinden olduğumuz NATO ile ilişkilerde bu bilek güreşi üslubu, NATO tarihinde var olagelen pazarlıkların bir siyasi show haline dönüştürme eğilimi Türkiye’nin alışık olduğu bir üslup değil.
Pazarlık olmaz mı? Tabii ki var. NATO ile Avrupa ordusu arasındaki işbirliğinde Kıbrıs pürüzü aşılamadığı için uzun zamandan beri tartışmalar ve pazarlıklar sürüyor.
Afganistan’a asker gönderme konusunda da öyle.
Daha önceki yıllardan, NATO’nun beşinci maddesinin Türkiye’nin terörle mücadelesinde hayata geçirilmesi için NATO kulislerinde ciddi tartışmalar yapıldığını da anımsıyorum.
Ama Rassmussen’in genel sekreterliğe getirilmesinden sonra ikinci kez Türkiye NATO ile alenen restleşiyor. Daha doğrusu öyle bir hava veriliyor.
Neden? Çünkü AKP’nin hedef kitlesi ile NATO’nun hedefleri arasında ayrışma var. Ve bu ayrışma, tartışmaları kulislerden, meydanlara taşıdığı için Türkiye nereye gidiyor sorularına muhatap oluyoruz. Türkiye ile ilgili tartışmalar “istediğini aldı mı almadı mı” noktasına indirgeniyor.
* * *
ABD Başkanı Obama, geçen yıl eylül ayında, Bush’un füze savunma projesinde değişiklik kararına imza atarken, savunma bakanı Gates’in önerilerini dikkate aldığını açıklamıştı. Buna göre, İran’ın uzun menzilli balistik füze programı sanıldığı gibi hızla ilerlemiyordu. Esas tehdidin İran’ın orta ve kısa menzilli füzelerden geldiği belirlenmişti.
O yüzden, kıtalararası füzelere şimdilik gerek yoktu.
Avrupa’daki füze sistemleri ile Amerika’nın Akdeniz ve Doğu’ya yerleştireceği füzeler ve ileri radar sistemleri ile proje NATO şemsiyesi altına alınırsa Moskova’yı da rahatsız etmeyebilirdi.
Obama yeni projenin eskisine göre çok daha “hızlı ve etkili” olacağını açıklamıştı.
ABD Genelkurmay Başkan Yardımcısı Cartright geçtiğimiz yıl proje ile ilgili basına verdiği bilgide Raytheon firması tarafından üretilecek olan standart füze interseptörü (SM)-3 lerin, 2011’den itibaren Akdeniz ve Kuzey Denizi’ne konuşlanacak Amerikan Deniz Kuvvetleri’ne ait gemilere yerleştirileceklerini açıkladı.
Bush’un projesinde her tarafa bakan
ve Çek topraklarına yerleştirilmesi düşünülmüş olan radardan farklı olarak sadece İran’a bakan radarlar tarafından desteklenecek. Sistemin temelini bu radar oluşturuyor. Türkiye’ye yerleştirilmesi planlanan yüksek kapasiteli radarın, bir komuta kontrol merkezi, enerji santralinin olacağı ve 70 bin metrekarelik bir alanı kapsayacağı tahmin ediliyor.
* * *
TÜRKİYE’nin talebi doğrultusunda NATO belgelerinde hedef ülke olarak İran’dan söz edilmiyor ama bu durum, İran’ı ikna ediyor mu?
Eğer öyle olsaydı, Tahran gelişmeleri “son derece şüpheli bulduğunu” söyler miydi?
Cuma günü Lizbon’da NATO öneriyi onaylarken, İran Devrim Muhafızları Komutanı General Amir Ali Hacizade, Tahran ve ülkenin bazı bölgelerinde ulusal füze kalkanı geliştirmekte olduklarını açıklar mıydı.
Ve “Topraklarını bize karşı füze fırlatma rampası olarak kullandıracak her ülke düşman ülke muamelesi görecektir” der miydi?
Bütün bunlar göz önüne alındığında NATO’da yeni dönemin eskisinden çok farklı, Türkiye’nin rolünün soğuk savaştakinden daha kolay olacağını söylemek mümkün mü?
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2010
SOĞUK Savaş araçlarından en önemlisi NATO, kendisine yeni bir gelecek yaratmaya çalışıyor. Bugün Lizbon’da yeni stratejik konseptini masaya yatırırken, NATO’nun anti balistik füze kalkanı için de tarihi karar alınacak.
Bugünkü toplantının odağına oturan Savunma Kalkanı Projesi, soğuk savaştan sonra NATO’nun en önemli projelerinden biri olacak.
Reagan’ın yıldız savaşları ile başlayıp, Bush’un adını füze kalkanı olarak değiştirdikten sonra Obama Yönetimi tarafından NATO şemsiyesi altında “sevimli” bir hale getirilen proje için NATO üyesi ülkeler “evet” derken Türkiye sanki sorun yaratan bir ülke gibi lanse ediliyor.
Günlerdir yabancı basında “Türkiye Problemi” tartışılıyor.
TÜRKİYE’nin itirazlarında haklı noktalar var. Çünkü diğer üyeler dikkate alındığında Türkiye’nin durumu farklı.
Önceki programa göre füze ve radarların konuşlandırılacağı Polonya ve Çek Cumhuriyeti, topraklarını açmakla kalmamışlar, projenin devam etmesini de çok istemişlerdi.
Onların Rusya’dan tehdit algılarıyla Türkiye’nin Rusya ve İran’da tehdit algıları bir değil.
Üstelik Türkiye, bu iki ülke ile son yıllarda işbirliğini derinleştirdi.
Türkiye’nin durumu, farklılıklar olsa da Rusya’nınkine benziyor.
Rusya NATO dışında, projenin güvenlik çıkarlarına yararı da zararı da olabileceği hesabını yapıyor. Ve ancak kendi koşulları çerçevesinde işbirliği yapabileceğini söylüyor.
Türkiye ise NATO üyesi ama Soğuk Savaş sonrasında, diğer üyeler gibi kendisini ittifakın siyasi iklimi içinde tam olarak hissedemiyor.
“Batı”nın, “Türkiye nereye gidiyor?” sorusunu sorup da, “Biz Türkiye’yi nereye itiyoruz?” yüzleşmesini bir türlü yapamamasından kaynaklanıyor bu.
Avrupa Birliği’nden gelen “itici” mesajlar sonucunda kendisine yeni ittifaklar arayışı içine girmiş olan bir üye Türkiye.
Üstelik, nükleer bir güç komşunuz ise onu düşmanlaştırmak yerine, işbirliğini derinleştirmeyi tercih etmeniz de çok normal.
AVRUPA için aşamalı uygulama adı verilen bu proje, iç politika nedenleri yüzünden tam olarak tartışılamadı.
Hükümetin koşullar koyarak masaya oturduğu izlenimi yaratan yaklaşımı, tartışmanın yönünü etkiledi.
Böyle bir proje, NATO üyesi bütün ülkelerin füze sistemi sahibi olmaları, savunma harcamalarının artması, bir üçüncü ülkeden istihbarat alındığı iddiasıyla füze saldırısının başlayabileceği gibi sorunların da tartışılmasını gerektirirken, biz projeyi baştan kabul edip ayrıntılarıyla ilgili koşulları dinledik ve Türkiye karşı çıkıyormuş sandık.
Dışarıda da esas algı bu oldu.
OYSA bugün Lizbon’da ne komuta meselesi tartışılacak ne istihbarat paylaşımı.
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon önceki gün yaptığı açıklamada bunların “sonraki işler” olduğunu söyledi.
Bugün sadece bu projenin NATO kapasitesi olarak kabul edilip NATO kararı haline gelmesi gündemde.
Türkiye ise “evet” diyeceğini Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Wall Street Journal Gazetesi’ne yaptığı bir açıklamada, “Türkiye’nin ittifak için çok büyük önem taşıyan bir konuya engel olmayacağını” söyleyerek belli etmişti.
Tartışma şimdi başlıyor ama geri dönülmez adım atıldıktan sonra.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2010
IRAK’ta sekiz aydan beri kurulamayan hükümet nasıl oldu da bir hafta içinde kurulabildi? Sünni El İrakiya geçtiğimiz mart ayındaki seçimleri kazanmasına rağmen nasıl oldu da, ne Cumhurbaşkanlığı ne de başbakanlığa sahip olabildi.
Hükümet sorununun aşılmasında Washington ile bir başka bölgesel güç arasındaki “ittifak”ın rol oynadığı iddia ediliyor.
Kim bu bölgesel güç?
Türkiye mi? Hayır değil.
Ankara, hükümetin kurulabilmesi için taraflarla uzun zamandan beri görüşüyor ve telkinde bulunuyordu. Ama son kararda bir başka bölge ülkesinin daha etkili olduğu söyleniyor.
İran.
Iraklı Sünni çevrelerden gelen bu iddia hayali görünmüyor.
Geçen mart ayında yapılan seçimlerde Sünniler oyların çoğunu aldı ama hükümeti bir türlü kuramadılar. İktidarı vermek istemeyen Şiilerin arkasındaki İran desteğini görmemek mümkün değil.
Sünnilerin ağırlıkta olduğu bir hükümetten Kürtler de memnun değillerdi.
Özellikle, eski Baas’çıların affına ilişkin yasanın gündeme getirilmesine karşı çıkıyor ve Sünni iktidarın böyle bir girişimde bulunması sonucu, özerklik alanlarının sınırlanabileceği endişesi taşıyorlardı.
El İrakiya Lideri İyad Allawi, Talabani’nin cumhurbaşkanlığına da karşı çıkıyordu.
İşin ilginç yanı, Amerikan Yönetimi’nin de Talabani’nin görevi bırakmasından yana olmasıydı.
ABD Başkanı Obama ve Başkan Yardımcısı Biden’in Talabani’ye “görevi bırakması” için telkinde bulundukları haberlerini bir süredir duyuyorduk.
Bu iddia AFP’nin geçen hafta yayınladığı bir haberle doğrulandı. Bir Kürt yetkiliye dayandırılan haberde Obama’nın, “Kürdistan’ı ABD koruyor. Biz gideceğiz, siz İran’ın etkisi altına gireceksiniz” dediği, Talabani’nin ise “Biz İran’dan rahatsız olmuyoruz, siz hemen gidebilirsiniz” yanıtını verdiği ileri sürüldü.
TALABANİ’nin restiyle ilgili haberlerin ne kadarı gerçek, ne kadarı siyasi manevra bilemiyorum. Ama Irak Cumhurbaşkanı’nın ağzından yapılan bu açıklamanın yalanlanmamasının, Tahran’ı ne kadar sevindireceğini hesap etmek zor değil.
Nitekim önce Erbil ardından da Bağdat’ta yapılan toplantılar sonucu anlaşma sağlandı ve Meclis Başkanı, Allawi’nin el İrakiya listesinden Usama Nuceyfi oldu, Talabani Cumhurbaşkanlığına seçildi ve Başbakanlığı Şii Lider Maliki’ye verdi.
Düne kadar Allawi’nin arkasında olan Amerikan desteğinin bu formüle ses çıkartmaması, Tahran’ın da yeni hükümet kurulmasını engellemekten vaz geçmesi Irak’taki Sünni çevreleri tarafından, nükleer krizle ilgili önümüzdeki hafta başlayacak olan toplantı öncesinde en azından Irak pürüzünün ortadan kalkması için İran ve ABD arasında varılan bir uzlaşmanın sonucu olduğu iddia ediliyor.
Irak’ta hükümet krizinin çözülmesi ile nükleer konusundaki görüşmeler arasında bir irtibat olduğunu sanmıyorum ama çözümde ABD kadar İran’ın da iradesinin bulunduğu kesin.
Hükümet krizi çözüm yoluna girdi ama Iraklıların önünde hükümetin kurulması ve onu izleyecek olan bürokratik değişiklikler süreci var. O süreçte pazarlıklar çetin geçeceğe benziyor.
SEVGİLİ okuyucularım, bayramınızı kutluyorum. Siyasetin de biraz tatil yapmasını ve bu uzun bayramı, sakin, kardeşçe, kazasız geçirmemizi diliyorum.
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2010
WASHINGTON’ı W ile yazmaya bir şey diyemem ama Kandil Dağı’nı sakın Q ile yazmayın. Örgüt propagandasından başınız derde girebilir.
Araştırmacı yazar İsmail Beşikçi -ki kendimi bildim bileli düşüncelerini ifade ettiği için ya hapistedir ya da hapis cezası ile yargılanmaktadır- Çağdaş Hukukçular’ın dergisinde yer alan makalesinde Kandil’i Q harfi ile yazdığı için mahkemede hesap veriyor.
Cuma günü, 23 basın örgütünün oluşturduğu Gazetecilere Özgürlük Platformu adına bu davayı izleyen meslek örgüt temsilcileri ve gazeteciler arasındaydım.
Bazı meslektaşlarımız, Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğü baskı altındadır dediğimizde “sızlanmayın” diyorlar.
Bazılarına göre ise eskiden askerlerin andıçları vardı, şimdi durum eskiye göre hiç de kötü sayılmaz.
Pes. Gerçekten pes.
“Kendine demokratlık”ta ne demokrasinin, ne demokratlığın izine rastlanır.
Dünkü zulüm bugünkünün hafifletici nedeni olabilir mi?
Bugün büyük iş adamlarından bürokrasiye her kesimde, iktidara karşı bir izlenim yaratmama, iktidar zihniyetine aykırı düşmeme endişesi var.
Bir bakanlığın desteklediği bir toplantıda, konu başlıklarından birindeki “şarap” sözcüğünün sansüre uğradığına daha birkaç gün önce tanık oldum.
Kimsenin canı yanmasın diye halkın haber alma hakkına kendi irademle sınırlama getiriyorum.
İpucu olur diye bildiğim bir şeyi paylaşmaktan kaçınıyorum. Düştüğümüz hâl bu işte!
¡¡¡
İSMAİL Beşikçi dava konusu olan makalesinde, bugün BM, Avrupa Konseyi gibi uluslararası örgütlerde 30 bin nüfuslu devletlerin halkları temsil edilirken Suriye, İran, Irak ve Türkiye’de yaşayan 40 milyon Kürt’ün temsil edilmemesini tartışıyor.
Düşüncelerini açıkladığı için de hapis cezasına çarptırılması isteniyor.
Beşikçi’nin fikirlerini, önermelerini kabul edersiniz ya da etmezsiniz. Onlar toplumbilimle uğraşan bir bilim adamının görüşüdür, üstelik de bir hukuk dergisinde tartışmaya açtığı bir görüş.
Demokratik zihniyet ikliminin hakim olduğu ortamlardaki uygulama, o görüşlere katılmıyorsanız, kendi görüşleriniz ve elde ettiğiniz verilerle karşı görüşü çürütmektir.
Karşıt görüşü ifade etmekten men etmek, benim de eleştiri hakkımı elimden almak demektir.
¡¡¡
ÜSTELİK makaledeki saptamaların, dava nedeni sayılan ve suç unsuru olarak gösterilen fikirlerin zaten tartışıldığı bir Türkiye var artık.
Ama bu Türkiye’nin yasaları, ifade ve basın özgürlüklerini korumuyor. Güvence altına almıyor.
Devlet Abdullah Öcalan ile görüşüyor; ama Beşikçi görüşlerini açıkladığı için terörle mücadele yasası yüzünden yargılanıyor.
O zaman bu yasalardan tabii ki şikayet edeceğiz, tabii ki sesimizi yükselteceğiz ve özgürlükçü zihniyet iklimini yaratacak değişim talebini seslendireceğiz. Bunu da tabii ki iktidardan isteyecek, yapmazsa hükümeti eleştireceğiz.
Kimse kızmasın.
Biz bu durumu düzeltmezsek savcılarımızı, Irak’ın özerk Kürdistan Yönetimi sınırları içinde yer alan ve Irak haritalarında Qandil olarak gösterilen dağın adı yüzünden dava açma tuhaflığı ile karşı karşıya bırakacak; İsmail Beşikçi gibi aydınlar, seksen yaşına merdiven dayasalar da, yazdıkları yüzünden mahkemelerde dert anlatmaya devam edecekler.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2010
UZAY savaşları ile başlayıp zaman içinde savunma kalkanı adını alan “made in USA “ patentli füze savunma kalkanı için geri sayım başladı. Proje on gün sonra, ayın 19-20 Lizbon’daki NATO Zirvesi’nde onaya açılacak.
ABD ve NATO üyesi Avrupa ülkelerinin prensipte kabul edecekleri anlaşılan proje ile ilgili Türkiye de yanıtını verdi.
Lizbon’da Türkiye’nin projeye “hayır” oyu kullanmayacağı açıklandı.
Sanıyorum özellikle ABD derin bir nefes aldı. Çünkü Washington için şimdilik esas önemli olan bu projeyi NATO çerçevesine taşımak.
Başka türlü bunu Avrupa’ya kabul ettirmenin zor olacağı son iki yıllık denemelerde ortaya çıktı. Rusya’nın kesin karşı çıkışını yumuşatmak mümkün olmadı.
Üstelik, NATO bu projeyi benimserse Amerikan bütçesi de rahatlayacak. Projenin mali yükü paylaşılacak.
TÜRKİYE’NİN KOŞULLARI
Türkiye projeyi kabul edeceğini açıklarken bazı koşullar da öne sürüldü.
Türkiye, bu projenin İran’a karşı olmasını istemiyor. Hedef ülke olarak NATO belgelerinde İran’ın adının geçmesine karşı.
Bu istek karşılanıyor.
Füze Savunma Kalkanı’nın İran’a karşı geliştirildiği, daha önceki yıllarda yayınlanan belgelerde bulunmasına rağmen, NATO’nun son belgelerinde herhangi bir ülke hedef gösterilmekten kaçınıldı.
Hatta NATO çevrelerinin, Lizbon Zirvesi’nde ele alınacak olan 21. Yüzyıl Stratejik Belgesi hazırlanırken “düşman” ismi telaffuz etmekte zorlandığını anlıyoruz.
NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in füze kalkanı projesini savunurken, “ Dünyada 30’dan fazla ülke nükleer teknolojiye sahip. Onlardan bazıları ittifak topraklarını hedef alabilir” demekle yetindiği gözden kaçmıyor.
Türkiye ayrıca soğuk savaş konseptinde olduğu gibi yeniden kanat ülke olmak istemiyor ve füze kalkanının bütün ülkeyi kapsaması isteniyor.
Projeye onay verdikten sonra bu taleplerin karşılanmasında sorun ortaya çıkacağını sanmıyorum. Çünkü zaten projenin ayrıntıları henüz netleşmiş değil.
ABD’nin ittifak ile birlikte hareket etmesini istediği Moskova da bu konuda çok dikkatli.
RUSYA EŞİTLİK İSTİYOR
NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in geçtiğimiz hafta Moskova’yı ziyareti sırasında, Rusya Devlet Başkanı Medvedev, NATO’nun Lizbon davetini kabul etti. Ayrıca Moskova, NATO ile ortak savunmaya ilke olarak “evet” dedi.
Rusya Dışişleri Bakanı’nın açıklamalarına bakarsak, Rusya füze kalkanına katılmak için, projeyi “eşit temelde” birlikte geliştirmek koşulunu öne sürüyor.
Füze sistemleri arasında karşılıklı veri değişimi de dahil, “ortak bir güvenlik çatısı” kurulabileceği açıklandı.
Rusya’nın NATO ile işbirliği pazarlıkları bir yandan devam ederken, füze kalkanı için ortak çalışma platformunun Lizbon Zirvesi’nden sonra hareketlenmesi bekleniyor.
Türkiye’den bakınca füze savunma sistemi şimdilik, ‘hassas radarlar’ın konuşlandırılması gibi dursa da, güvenlik açısından yanıtlanması gereken çok soru var.
ZİRVEYE HAZIRLANDIK MI
Başbakan Erdoğan bir ay önce, füze kalkanı tartışmasının Türkiye’yi ilgilendirmediğini, bu konuda da bir talepte bulunulmadığını söylemişti ve “Lizbon Zirvesi’nde böyle bir emrivakiyle karşı karşıya gelmemiz söz konusu değil” demişti.
Aradan geçen bir ay gibi kısa bir zaman, bunun böyle olmadığını gösterdi.
Şimdi bir emrivakiyle mi karşı karşıyayız? Yoksa ciddi biçimde hazırlanıp mı gidiyoruz Lizbon Zirvesi’ne?
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2010
ADI bile artık tuhaf kaçmaya başladı. İlerleme raporu. Ama yine de ilgimizi çekiyor. Biz aksi yönde bir karar alıp açıklamadıkça doğru olanı da bu zaten. Dikkatle incelenmesinde yarar var.
Çünkü Avrupa Komisyonu’nun Türkiye ile ilgili değerlendirmeleri, Türkiye hakkında uluslar arası değerlendirmelere temel teşkil eden önemli referanslardan biri.
Rapor Salı günü açıklanıyor. Ama taslağı dışarı sızdı.
Rapor çok parlak değil.
Kıbrıs konusu süreci tıkayan en önemli neden. Rapor, üyelik sürecinin önünün açılması için Türkiye’yi “acil” olarak harekete geçmeye çağırıyor. Ankara protokolünün hayata geçirilmesi gerektiği hatırlatılıyor
Bu artık her ilerleme raporunun klasikleşmiş paragrafı durumunda.
BRÜKSEL YİNE UYGULAMAYA BAKIYOR
İLERLEME raporu, Brüksel’den bakıldığında Türkiye’nin insan hakları karnesinin sorunlu olduğunu ortaya koyuyor.
AB ile uyum sorunu da bu noktada düğümleniyor zaten.
Örneğin yolsuzluğa karşı mücadelede Türkiye, bir iki rapor öncesine göre ilerleme kaydetmiş görünürken, kadın erkek eşitliği, kadın hakları ve sendikal haklar, din özgürlüğü alanlarında “bir dizi eksiklik” bulunduğu vurgulanıyor.
Kürt sorununu çözümünde hükümetin gayretlerinin fazla sonuç vermediğini de söylüyor Brüksel.
Türk basınında yer alan bazı haberlerde Brüksel’in anayasa değişikliğinden memnuniyet duyduğu izlenimi öne çıkıyor. Evet raporda böyle bir ifade var ama cümlenin devamı da var.
Bu konuda, esas kararın ancak “uygulamaya bakılarak verileceği” söyleniyor.
Ve ardından yeni bir anayasa çağrısı
yapıyor.
“Yeni bir Anayasa, Türkiye’de demokrasinin güçlenmesi için sağlam bir temel oluşturacaktır” diyor.
Bir ayrıntı. Yeni Anayasa’nın daha geniş biçimde tartışılması gerektiği hatırlatması da yapılıyor.
İFADE VE MEDYADA ÖZGÜRLÜK PROBLEMLİ
Brüksel, önceki raporlarda da yer alan bir başka önemli konuya da değiniyor.
İfade ve basın özgürlüğü sorunlu.
Hapisteki gazeteciler, Youtube ve internet yasakları, medya gruplarına yönelik ağır para cezaları sıralanıyor ve “İfade ve basın özürlüğü hem pratikte hem de yasal olarak güçlendirilmelidir” deniyor.
HSYK değişikliği olumlu .bulunurken,
Ergenekon davasında tutukluluk sürelerinin uzaması eleştiriliyor.
DIŞ POLİTİKADA UYUM ARANIYOR
Yüz sayfaya yakın olan raporda benim dikkatimi çeken bir konu da dış politika. Türkiye’nin dış politikada attığı enerjik adımlar, komşularla sıfır sorun yaklaşımını destekleyen Brüksel, satır arasında kalmış gibi görünse de önemli bir noktaya dikkat çekiyor.
Dış politikanın seyrinin Avrupa açısından da olumlu olduğu belirtiliyor ama dış politikada Türkiye’den, “tam üyelik sürecine uyumlu ve Avrupa Birliği ile koordinasyon içinde” olması bekleniyor.
Rapor, 27 üye ülkenin onayını aldıktan sonra son halini alacak. O zaman daha ayrıntılı tartışabileceğiz. Buna dayanarak şimdi dönem başkanı sıfatıyla Belçika bir fasıl daha açmaya çalışıyor. Açılabilir son üç fasıl arasından.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2010
ARASEÇİMLER ABD Başkanı Barack Obama’ya ciddi bir mesaj.
Atlantik ötesinden gelen her haber, Amerikan Yönetimi’nin önümüzdeki dönemde işinin kolay olmayacağını söylüyor. Kongre’de çoğunluğu kaybeden Amerikan Yönetimi’nin, Senato’daki gücü de zayıfladı. Obama’nın sağlık reformuna karşı halkın duyduğu tepki ve ekonomik krizin etkileri bu sonucun en önemli nedenleri olarak görülüyor. Zaten Obama da seçim sonrası konuşmasında, bu konularda daha dikkatli olacağı sözü verdi. İç politikada, Cumhuriyetçi ideolojinin etkisi artacağa benzerken, dış politikanın bundan etkilenmemesi söz konusu değil. Bu da Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin dün olduğu gibi devam etmeyeceği anlamına geliyor. Kongre’nin yeni profiline baktığımızda, ilk bakışta iyimser olmamak için neden yok. Çünkü Meclis’te Ermeni soykırım tasarısına karşı oy kullanan Cumhuriyetçilerin arttığı görünüyor. Örneğin bir John Boehner unsuru var ki, Türkiye açısından Temsilciler Meclisi’nde işleri epey kolaylaştırabilir.
11 kardeş ile büyüyen, babasının barında çalışarak hayata başlayan, kapıcılık yaptığı dönemde şimdiki karısı ile çöp dökerken tanışan ve Amerikalı yorumcuların, “İşte gerçek bir Amerikan rüyası” dedikleri John Boehner, Temsilciler Meclisi’nde Ermeni soykırım tasarılarını her seferinde geri çevirmiş bir politikacı. Soykırım tasarısını Meclis’ten geçirme vaadinde bulunan şimdiki Meclis Başkanı Demokrat Nancy Pelosi’nin yerine ocak ayı itibariyle Boehner Meclis Başkanı olacak. Ayrıca Dış ilişkiler Komitesi’ndeki oylama sırasında tasarıyı reddederek diasporanın Kongre üyeleri için hazırladığı karnede “F” (zayıf) alan Ileana Ros-Lehtinen’in, oylamayı Türkiye’nin aleyhine sonuçlandırmak için büyük çaba sarf eden Howard Berman’ın yerine Dış İlişkiler Komitesi’ne başkan olması bekleniyor.
Bunlar iyiye işaret. Hele de John Boehner’in, “Evet 90 yıl önce Ermeniler büyük bir felaket yaşamışlardır ama bunun ne olduğuna da kararı tarihçiler verecektir. Bu iş burada biz politikacılara düşen bir iş değil” sözleri hatırlanırsa. Ama geçtiğimiz Haziran ayında Obama’ya gönderilen bir mektuba attığı imza da arşivde duruyor.
İKİ Kongre üyesinin kaleme aldıkları bu mektupta, Başkan’dan uluslararası kamuoyunun dikkatini, “İran tarafından desteklenen Hamas liderliğinin İsrail’e karşı işlediği cinayetlere” yöneltmesi isteniyordu. Daha sonra imzaya açılan bu mektup 139 Kongre üyesinin imzası ile Başkan’a gönderiliyor. İmzacılardan birisi de John Boehner. Obama’nın İran, Hamas ve Taliban’ın ılımlı unsurlarına karşı diplomasiyi ön plana çıkartan yaklaşımını Cumhuriyetçiler benimsemediler. İran ile konuşmak değil, “gerekenin yapılması”ndan yana tavır koydular başından beri.
Bu arada füze kalkanı projesinin de esas olarak Bush’a ait olduğunu unutmayalım. Sonuca varmak için henüz erken olmasına rağmen ama Kongre’nin yeni dengeleri Türkiye’nin dış politika yaklaşımlarıyla tam örtüşmüyor. Soykırım konusunda Kongre’ye sesini daha fazla duyurma ihtimaline kavuşan Türkiye’nin, İsrail ve İran’a karşı izlediği
tavırda aynı rahatlığı yakalaması zor görünüyor. Bu durumda, soykırım tezlerinin diğer gerilimlere rehin düşmesi ihtimalini de hesaba katmak lazım. Amerikan siyasi dinamiklerindeki değişim, Obama Yönetimi’ni de Ankara’yı da zorlayacak.
Yazının Devamını Oku