Ferai Tınç

Derin Anadolu Prensi şaşırttı

30 Mayıs 2004
AKLIMIN ucundan bile geçmezdi. Nereden prens beni bulacak, ben bir prense tesadüf edeceğim de İstanbul Boğazı’nın sularında birlikte gezineceğiz. Aklıma bile gelmezdi. Kılık değiştirerek halkın için karışan padişah ve kral hikayelerinde olduğu gibi, cuma günü Hollanda veliaht Prensi Willem Alexander ve eşi Prenses Maxima Zorreguieta’nın aramıza karışmaları sayesinde iki saate yakın aynı vapurda, Şirket-i Hayriye’nin 1914 İngiltere doğumlu Halás vapurunda Boğaz gezintisi yaptık.

Aynı masada oturup sohbet ettik.

Prens, Türkiye’ye ilk kez gelmiş.

‘Bir daha gelmeyi düşünüyor musunuz?

‘Bir değil, iki değil, üç değil, hep gelmeyi düşünüyorum. Türkiye’ye gelmeden bu ülkenin farklılığını anlamak mümkün değilmiş’ diyor Prens Willem.

Arjantinli eşi Prenses Maxima, göçmenlerin Hollanda toplumuna entegrasyonu ile ilgili çalışıyor. Türkiye ziyaretlerini, kendi ülkelerinde yaşayan Türklerin doğduğu toprakları, yaşam tarzlarını görmek için fırsat bilmişler.

Doldrecht’te yaşayan Türklerin geldiği yere, Kayseri’nin Felahiye İlçesi’ne bağlı Kayapınar Beldesi’ne gitmişler.

Orada gençlerle konuşmuşlar. Kahvelerde sadece erkeklerin oturduğunu duyunca şaşırmışlar. ‘Türkiye’de kadınların durumu nasıldır?’ diye sormuşlar.

‘Kadın olmadığımız için mutluyuz.’ Bu yanıt Türkiye’de kadınların durumunu anlatmaya yetmiş.

Ama ‘Sonra kızlar da katıldı’ diye anlatıyor Prens Willem, ‘ve kızlarla erkeklerin arasında heyecanlı bir tartışma başladı.

Bu durum da, Türkiye’nin en ücra köşelerinde bile artık, kadınların kendi duruşlarını ortaya koymaya başladıklarını göstermeye yetmiş.

Prens bunları bize aktarırken, hiç beklemediği bir manzarayla karşılaştığını ve bundan etkilendiğini gizlemiyordu.

* * *

HERKESİN Avrupa Birliği konusunda kendisini soru yağmuruna tutması, belli ki daha da beklenmedik bir şeydi.

Bir derin Anadolu sürprizi.

‘Sokakta konuştuğumuz herkesten, ‘Bizi AB’ye alacak mısınız?sorusunu duyduk’ diyordu Prens Willem.

Avrupa tarihinin dönüm noktalarından biri olan genişleme sürecine Avrupa kamuoyunun fazla ilgi göstermediği bir sırada, Türk kamuoyunun konuya ilgisi dışarıdan bakanların dikkatinden kaçabilir miydi?

Bu gerçekten çarpıcıydı.

Siyasi sayılabilecek hiçbir açıklamada bulunma yetkisi olmadığı için titizlik gösteren Prens, yorum yapmıyordu ama Avrupa Birliği’nin Türkiye’de sadece aydınların, seçkinlerin gündemi olmadığını, derin toplumsal bir irade haline geldiğini fark etmişti.

Hayret bile etmişti. Ama, Türkiye’yi gelip gören herkesin de aynı hayreti paylaştığını daha önceden duymuştu zaten.

Derin Anadolu, herkesi şaşırtıyordu. Prensleri de.

‘Bir ay içinde üçüncü düğüne gidiyoruz bu akşam’ diyordu masadan kalkarken Prens Willem. ‘Mayıs başında Kopenhag’daydık. Geçen hafta Madrid’de. Bu akşam Ürdün Akabe’de olacağız.
Yazının Devamını Oku

Asker ve barış

28 Mayıs 2004
TÜRKİYE’de bazı şeylerin gerçekten değişmekte olduğunu dün Genelkurmay Başkanlığı’nın düzenlediği uluslararası sempozyumu izlerken daha iyi fark ettim. Askerin siyasetteki rolünün azaltılması konusu, Türkiye’yi dışlamak isteyen Avrupa çevrelerinin, ‘nasılsa Türkiye bunu beceremez’ inancıyla en çok sarıldığı konu. Oysa dün, Harp Akademileri’ndeki uluslararası sempozyumu izlerken, bu konuda da değişim sürecinin başladığını gördüm. Son yıllarda, Harp Akademileri’ndeki geleneksel bahar sempozyumları, ‘askerin iç politikaya ilişkin vereceği mesaj’ açısından merakla beklenirdi. Bu kez de -eskisi kadar olmasa da- böyle bir beklenti vardı. Hatta 27 Mayıs’a denk gelmesi ve AKP’nin Demokrat Parti imajını kamuoyunda çağrıştırma girişimi de göz önüne alındığında, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un konuşması sembolik bir nitelik kazanabilirdi. Ama öyle olmadı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinden geçtiğimiz kritik dönemin Türkiye’nin güvenliğine etkileri konusundaki görüşlerini öğrendik bu konuşmadan. Bu konuşmada, laiklik konusuna değinilmiş olması da ‘askerin hükümete yani siyasete müdahalesi’ olarak algılanmamalı. ABD’nin, ortaya attığı ve hazırladığı ‘Büyük Ortadoğu Projesi’, önümüzdeki günlerde G8 Zirvesi’nde ilk kez masaya yatırılacak. Davetliler arasında projede öncelikli rol oynamaları düşünülen Ortadoğu ülkeleri ve ‘İslamiyet ile demokrasinin bir arada yaşayabileceklerinin örneği olarak’ Türkiye de var. Orgeneral Başbuğ, evrensel bir çerçeveden başlayıp küresel sorunları tartıştığı konuşmasında Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Türkiye’ye atfedilmek istenen role değinirken laiklikten söz etti. Daha sonra söz alan konuşmacıların büyük bir kısmının da dikkat çektiği bir noktanın altını çizdi. Demokrasi bir süreç meselesiydi. Genelkurmay İkinci Başkanı, ‘Türkiye’den hareketle nüfusun büyük bir bölümü Müslüman olan ülkelerin kolaylıkla demokratik bir yapıya dönüşebileceği sonucunu çıkarmak yanıltıcı olabilir’ dedi ve Türk demokrasisinin itici gücünün laiklik olduğunu söyledi. Bu, Türkiye’ye oynayamayacağı roller vermek isteyen ‘Büyük Ortadoğu Prodüktörleri’ne bir mesajdı. * * * KONUŞMADA benim dikkatimi çeken nokta, ABD’ye karşı tondu. Orgeneral İlker Başbuğ, terörizme karşı mücadelede ABD’nin, ‘dünyaya önderlik yapmaya mecbur olduğu kadar işbirliği yapmaya da mecbur olduğunu’ söyledi. ‘Yönlendirici politikalardan ziyade, işbirliğine yönelik yaklaşımlar önemlidir’ dedi. ‘Sorumlulukların paylaşımı ile tehdide karşı uygulanacak hareket tarzlarına iştirak arasındaki dengenin sağlanması’nın altını çizdi.Ve, PKK Kuzey Irak’ta varlığını sürdürdükçe Türk askerinin de bölgeyi terk etmeyeceğini açıklarken, bunun Türkiye’nin güvenlik gereksinimi olduğunu belirterek noktayı koydu: ‘ABD’nin terörle mücadele kapsamında bugüne kadar bu terörist unsurlara karşı aktif ve görülebilir bir faaliyette bulunmadığı da gözlenmektedir.’ * * * DİKKATİMİ çeken bir başka konu da askerlerin, ‘barış’a verdikleri önemi görülür hale getirmiş olduklarıydı. Orgeneral Başbuğ, Türkiye’nin uluslararası politikalarını kardeşlik ve dayanışma sacayağına oturtmaya özel önem verdiğini söylerken. 1. Ordu Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, kahve arasında biz gazetecilere, Bulgaristan sınırında eskiden askerlerin birbirlerine silah doğrultarak nöbet tuttuklarını anlatıyor, ‘Ama şimdi denetim için sınıra gittim. Durum kadar farklıydı ki. Barış güzel şey’ diyordu.
Yazının Devamını Oku

Kadınlar pes etmedi

24 Mayıs 2004
<B>KADINLARIN </B>son umudu Cumhurbaşkanı’ydı. Fakslarla seslerini devletin tepesine duyurmaya çalıştılar. Anayasa’nın toplumsal mutabakat metni olması gerektiğini anımsatarak,<B> ‘10’uncu maddede yapılan değişikliğin toplumun yarısını oluşturan kadınların onayını almadığı açıktır’ </B>dediler ve Cumhurbaşkanı’ndan değişiklik tasarısını veto etmesini istediler. Ama olmadı. Cumhurbaşkanı Sezer de, 50’den fazla kadın örgütünün, hukukçularla birlikte yıllardan beri sürdürdükleri çalışmalar sonucu ortaya koydukları ‘fiili eşitlik’ talebine kulak tıkadı.

Oysa fiili eşitlik, kadınların sadece kendi beceriksizlikleri nedeniyle toplumda ikinci sınıf vatandaş haline gelmiş oldukları iddialarının doğru olmadığını kanıtlayacak, gerçek demokratik eşitliği sağlayacak etkili bir yoldu. Bu kapsamda kadınlar, yerel yönetimlerde, Meclis’te, siyasette daha görülür hale gelebileceklerdi.

Toplumun her seviyesinde, televizyon programlarından şirket yönetim kurullarına kadar erkek erkeğe yapılan toplantılar bugünkü kadar doğal karşılanmayacaktı.

İnsanlar en azından bu görüntülerde bir tuhaflık sezecek bilinç seviyesine gelebileceklerdi.

* * *

AYRIMCILIK ayrımcılıktır, pozitifi negatifi olmaz gerekçesine sığınarak, kadınların yasal eşitlik garantisinden mahrum edilmelerini ‘normal’ karşılayanlara soruyorum:

Günümüzde demokrasiyi sadece sayısal çoğunluğun iradesi olarak tanımlamak mümkün mü?

Azınlığın sesini duyurmasının ve eşitliğinin sağlanmasının, ona bazı ayrıcalıklar tanıyarak temsil hakkı verilmesinden başka yolu var mıdır? Eğer yok diyorsanız, o zaman ayrımcılığın olumlusunun olduğunu da teslim etmek zorundasınız.

* * *

KADINLARIN kendilerini eğitmesinin, geliştirmesinin tek yolu gerçek bir rekabet ortamına girebilmek. Ama bugün kadınlar bundan yoksun.

Devlet eğer, ‘fiili eşitliği’ sağlamakla sorumlu tutulabilseydi, kadınların siyasette ‘kota’ uygulamasına ilişkin taleplerinin yasal bir zemini olacaktı.

Oysa bugünkü koşullarda, siyasi partiler ve seçim yasalarında, kadınlardan gelecek kota talepleri, ‘ayrımcılık’ sayılarak reddedilebilecek.

Ama tek sorun da kota değil. Pozitif ayrımcılık ya da ‘fiili eşitlik sağlama sorumluluğu’, bazı özel önlemler alınmasını sağlamak için de isteniyordu.

Örneğin, kadınların ve kız çocuklarının eğitimi için devletin özel önlem alması istendiğinde, -örneğin kız çocuklarından daha az eğitim ücreti alınması gibi- aynı şey olacak şimdi. ‘Kusura bakmayın biz ayrımcılık yapamayız, katiyen olmaz. Siz kendi başınızın çaresine bakın’ diyerek vicdan rahatlığıyla tüm ‘pozitif ayrımcılık’ talepleri geri çevrilecek.

Devleti, kız çocukları için parasız meslek kursları açmaya zorlayacak ya da onların gelişimi için başka bir özel önlem almaya mecbur kılacak bir yasal dayanak yok artık. Her şey niyete kalıyor yine.

Oysa kadınlar, artık işi ‘niyete’, ‘kadere’, ‘kısmete’ bırakmak istemiyorlar. Son umut Cumhurbaşkanı’nın vetosuydu. O da olmadı. Bu yüzden, eşitlik mücadelesi veren kadınlar kırık ve kızgınlar. Ama pes etmiş değiller.
Yazının Devamını Oku

Testi

23 Mayıs 2004
BU kış evdeki bütün sardunyalarımız dondu. Oysa aralarında, gittiğim yerlerden ıslak kağıt mendiller içinde sap sap taşıyıp köklediklerim de vardı. Neyse, cuma sabahı Faik Bey’in Eyüp’teki fidanlığındaydım yeni sardunyalar için.

Yolum sık düşmese de, kafamın bozuk olduğu zamanlarda yaptığım İstanbul terapi turlarımda Eyüp mutlaka uğradığım mekanlardandır.

Cuma günü de, sardunyalarımı ayırttıktan sonra Eyüp Sultan’a yürüdüm.

Bir yıl önceye göre daha derli toplu bir görüntü vardı etrafta. Eyüp Sultan türbesi ve camiinin avlusu tertemizdi.

Fotoğraf çeken turistler, ziyarete gelenler birbirlerini rahatsız etmeden aynı avluyu paylaşıyorlardı.

Burası bir süre önce gürültü ve kirlilik içindeydi. Bizim alışageldiğimiz sadeliğe karşı gösterişçi bir dindarlık yarış pisti haline gelmişti neredeyse.

Babaannem, annem ve onların arkadaşlarıyla gittiğim çocukluk yıllarımın sessiz ve temiz Eyüp Sultan’ından öyle farklıydı ki son yıllarda.

Türbelere ve tarihi mekanlara bir zamanlar şehirliler daha fazla giderler, buralara daha fazla sahip çıkarlardı da ondan mı acaba bilemiyorum.

Son yıllarda, bu tip mekanlarda sıkça görülen ağaçlara kumaş bağlama, iplik asma gibi felaketleri önlemek için her tarafta yazılar vardı neyse ki. Etkili bir denetim seziliyordu etrafta.

* * *

BURASI, Fransa’nın önde gelen devlet adamları ve sanatçılarının mezarlığı Pantheon’un, Osmanlı versiyonu aslında.

Çocuklarınızla ya da kendi başınıza mezarlıklar arasında yapacağınız bir gezide, Osmanlının en parlak devirlerinin isimleriyle karşılaşabilir, soracağınız bir soru ile meraklı bir yolculuğun kapılarını açabilirsiniz kendinize.

Sırp asıllı Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa’nın önünden geçip, Hazreti Muhammed ile Mekke’de tanıştıktan sonra din değiştiren (önce Yahudi miydi acaba?) Eyüp Sultan’ın yanı başında, Kıbrıs fatihi Lala Mustafa Paşa’nın türbesini görebilirsiniz.

Eğer meraklısı değilseniz, hiçbir zaman hayatınıza girmeyecek olan birçok değerli isim üzerine düşünme ve araştırma fırsatını yakalayabilirsiniz bu geziler sayesinde.

Diye düşünürken, mehter takımı ile burun buruna geldim. Her Cuma saat 11.00’den 11.30’a kadar küçük bir konser veriliyormuş meydanda.

Roma da, turistleri çekmek için tarihi mekanlarda, gladyatörler, Roma askerleri karşılıyor insanları. Mehter bölüğü bundan çok daha hakiki ve anlamlı.

Müziğe keyifle eşlik eden halkla birlikte tempo tutarken, kendime ayırdığım bir saatin dolduğunu fark ettim.

Ama bu mini turistik geziyi, testisiz bitirmek istemedim.

* * *

ESKİ İstanbul’da Eyüp Sultan dendi mi oyuncakçılar akla gelirmiş. Nitekim orada ‘Oyuncakçılar Caddesi’ de var. Ama eski oyuncaklar yok. Hele de düdüklü testilerin artık yapılmadığını söyleyince Türkan hanım çok şaşırdım.

Oranın elli yıllık oyuncakçı dükkanının sahibi Türkan Hanım, şaşkınlığımı ve üzüntümü görünce dükkanın içinde bir rafın önündeki plastik oyuncakları kaldırıp arkasını gösterdi. Aradığım testiler. Bir grup irili ufaklı, kırmızılı mavili toprak testicik. Artık yapılmıyormuş. İnanamadım. O kadar seramik eğitimi gören genç var. Bu geleneğe sahip çıkacak kimse yok mu? Üfledikçe çocuklara masalını sevdiren bir küçük toprak testileri bulunabilsin Eyüp’te. O bin sembol. Hakikilerinin değerini bilmeyince, yerlerini plastikler dolduruyor. Doldurmasın.
Yazının Devamını Oku

Irak’ı bekleyenler

21 Mayıs 2004
DÜN Arap basını, Irak ve İsrail’deki saldırıları Araplara karşı ortak bir kampanyanın parçası olarak değerlendiriyordu. Amerikan askeri kaynakları, Suriye sınırında çarşamba günü girişilen saldırının sivillere karşı olmadığını, isyancı grubun barındığı bir evin hedef alındığını söyleseler de, aynı Refah’taki gösteri sırasında çocukları hedef almadıklarını iddia eden İsrailli yetkililer gibi ciddiye alınmadılar.

Ve alınmayacaklar.

Ortadoğu, her geçen gün daha büyük bir bunalımın pençesine sürükleniyor.

Dün Bağdat’ta, Amerikan askerleri Körfez Savaşı’ndan sonra kurdurttukları Irak Ulusal Konseyi’nin Başkanı Ahmet Çelebi’nin ofisini bastılar.

Çelebi, yıllarca önce Ürdün’e girişi yasaklanmış olan bir bankacı, adı çeşitli yolsuzluklara karışmış bir insan olarak başından beri ABD’nin ‘yanlış seçimi’ olarak nitelenmişti.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yanı sıra CIA da aynı görüşte olmalarına karşı, Savunma Bakanlığı’nın desteği ile Irak’a muzaffer muhalefet lideri olarak geri dönmüştü.

Saddam rejimini devirip, Irak ordusunu yok ederek bölgede İsral karşısındaki tehlike risklerini hafifletme hesapları yapan Washington şahinlerinin bütün hesapları yanlış çıktı.

Savaş öncesinde bölgeye gelerek, Türkiye ve diğer ülkeleri ikna turları düzenleyen ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz de, önceki gün hesap hatası yaptığını itiraf etti.

Ne kadar kendilerinden emindiler oysa. Şimdi aynı insanlar Irak’a yeni bir model getirmek için uğraşıyorlar. Yine aynı biçimde, ‘biz ne yaptığımızı biliriz’ diyerek.

* * *

ÇELEBİ’nin sadece ofisi basılmadı. Kendisine yıllardan beri ödenen yüz binlerce dolar maaş da, İran’a bilgi sızdırdığı gerekçesiyle kesildi.

Çelebi neden gözden düştü biliyor musunuz? ABD, Haziran sonunda yönetimi Iraklılara devretmeye hazırlanıyor.

Geçici Yönetimde görev alanların tümü, gerçek bir iktidar devri olduğu izlenimini yaratmak için dışarıda bırakılacaklar.

Irak’ta yaşayan, belli bir kitle temeline sahip olan ve Amerikan yönetimi ile iyi ilişkiler içindeki güvenilir unsurlara devredilecek iktidar.

Birinci Körfez Savaşı’ndan beri ABD için çalışan ve bu savaşın gerekliliğine dünya kamuoyunu inandırmak için muhalefet rolü oynayanların, yeni kurulacak hükümet ile iktidar mücadelesine girmelerini engellemek için gerekli hazırlıklar yapılıyor.

Bu yeni adımın başarı şansı var mı? Bana göre yok. Çünkü, Irak’ta bunca rezaletten sonra, halk ABD’nin işbaşına getireceği hiç kimseyi desteklemeyecek.

En uzlaşmacı insan bile, işbirlikçiler tarafından yönetilmeye rıza gösteremez.

Radikal İslamcı terör örgütlerinin de Irak’a girdiklerini gözden uzak tutmamak lazım.

* * *

ŞU sıralarda, özellikle Irak’ta asker bulunduran ülkeler arasında yeni bir tartışma başladı. Tek çıkış yolunun, iktidarın geçici yönetime devredilmesi ve bölgeye Müslüman askerlerin gönderilmesi görüşü ağırlık kazanıyor. Hafta sonunda Varşova’da Polonya Devlet Başkanı Kwasniewski, Blair ve Bush ile geçen hafta yaptığı görüşmelerde bu konu üzerinde durduklarını anlattı.

Türkiye’nin kapısı yine çalınır mı bilmiyorum. Afganistan’a daha fazla sayıda asker talebi peşrev mi, belli değil. Ama artık çok geç. ABD, Irak çerçevesinde Türkiye ile ilişkileri akılcı biçimde yönetemedi.

Ayrıca Türkmen meselesi için için kanamaya devam ediyor. Irak Milli Türkmen Partisi Genel Başkanı Mustafa Kemal Yayçılı’nın trafik kazasında yaşamını kaybetmesi ile ilgili sorunlar aydınlatılmadı. Son bir ay içinde Türkmenlerin önde gelen 10 siyasi temsilcisi çeşitli kazalara kurban gittiler. Dikkatler güneyde Şiilere çevrili olduğu için kuzeyde yaşananlar gözden kaçıyor.

Önümüzdeki dönemde kuzeyden de yanık kokuları yükselirse şaşmamak gerekiyor. Ortadoğu ateşi yayılıyor.
Yazının Devamını Oku

Polonya’dan Türkiye değerlendirmesi

17 Mayıs 2004
<B> VARŞOVA <br><br></B>POLONYA Cumhurbaşkanı <B>Aleksander Kwasniewski</B>, Avrupa Birliği sınırlarının coğrafya ile belirlenemeyeceğini, ortak değerlere sahip çıkan yeni üyelere de açık olduğunu söylerken, müstakbel adayları iki gruba ayırdı.‘Bulgaristan, Romanya ve Hırvatistan ile ‘önlerinde çok uzun bir yol olan’ Ukrayna, Moldova, Belarusya.

Uluslararası Basın Enstitüsü’nün, dün Varşova’da başlayan 53’üncü Genel Kongresi’nde konuşan Polonya Cumhurbaşkanı, Türkiye ile ilgili düşüncelerini ise daha sonra, ben sorunca açıkladı.

Aralık Zirvesi’nde, Türkiye için verilecek kararda, birliğin yeni üyeleri de oy kullanacakları için, şimdiye kadar bu konuda net bir tavır sergilemeyen bu ülkelerin tutumları giderek önem kazanmaya başladığından söylediklerini dikkatle not ettim.

Polonya Cumhurbaşkanı, iki grup arasında Türkiye’yi saymamasının nedeni olarak, kendileri için bundan böyle Avrupa’nın ‘doğu sınırının öncelik kazandığını’ söyledi. ‘Ama‘ dedi ‘Biz Polonya olarak Türkiye ile bu yıl sonunda üyelik müzakerelerinin açılmasından yanayız. Fakat, Avrupa Birliği Türkiye için ne kadar ciddi bir sınavsa, Türkiye de Avrupa için o kadar büyük bir sınav olacak. Bu hem coğrafi, hem tarihi hem de toplumsal olarak hem Türkiye’yi hem de Avrupa’yı etkileyecek. Avrupa ilk kez bu kadar büyük Müslüman bir ülkeye kapılarını açacak. Bunun kolay bir şey olmadığını da görmeliyiz.

Yeni Avrupa Anayasası’nda, ‘Hıristiyan’lığa atıfta bulunulması için öncülük yapan Polonya’nın, din konusundaki ısrarının sürdüğü de anlaşılıyor.

Kwasniewski, ‘Avrupa tarihi Hıristiyanlık tarihidir.
Biz Avrupa’nın Hıristiyan kültür değerlerini paylaşan bir birlik olduğuna yer verilmesini istiyoruz Anayasa’da. Fransa ve bazı diğer ülkeler buna karşı çıkıyorlar. Avrupa’ya geldiğinizde katedralleri ziyaret edersiniz, Türkiye’de ise camiler gezilir. Bunlar bizim kültürel geçeklerimiz.

Komünist rejim altında bile güçlü bir Katolik kilisesine sahip olan Polonya’nın, Avrupa’nın dini konusundaki ısrarının Türkiye açısından sorun oluşturmayacağını açıkça söylemiyor ama ima ediyor Cumhurbaşkanı Kwasniewski.

ÖZGÜR VE KIZGIN

IPI’ın bu yılki Kongresi’nde, Doğu Bloku üyeliğinden AB üyeliğine uzanan 15 yılın muhasebesi yapıldı.

Polonya’nın eski Başbakanlarından Tadeus Mazowiecki, ‘15 yıl önce bugünleri hayal bile edemezdik. Evet, bir mucize oldu. Ama öte yandan bir türlü mutlu olamadık’ diyordu.

Polonya özgürlük mücadelesinin önde gelen seslerinden Adam Michnik’in genel yayın yönetmenliğini yaptığı Gazeta Wyborcza ise dün, ‘Özgürüz ve Kızgınız’ manşetiyle yayınlanıyordu.

Dayanışma hareketinin öncülerinden tarihçi Bronislaw Geremek ise şöyle konuştu: ‘On beş yıllık geçiş sürecinde özgürlüğe kavuştuk, ama toplumsal adalet tarafı unutuldu. Avrupa Birliği üyesi olmaktan memnunuz, ama iki vitesli Avrupa’nın da farkındayız. Bu böyle giderse Avrupa kendisini yok eder.

KARGA HİKAYESİ

Slovenya’nın eski Cumhurbaşkanı Milan Kucan ise yeni üyelerin durumlarını şu hikaye ile özetledi.

‘2 Mayıs günü biri Çek, biri Polonya biri de Slovenyalı olan üç karga ağızlarında peynirleri ile Avrupa adlı ağacın dallarına tünemişler. Aşağıdan geçen kurnaz bir tilki sormuş: ‘Avrupa Birliği’ne girdiğiniz için memnun musunuz? Üçü birden ‘evet’ demişler. Peynirleri kapıp giden tilkinin arkasından kös kös bakarken Polonyalı karga atılmış, ‘Yanlış yaptık arkadaşlar. Hayır demeliydik.

Hikayeyi anlattıktan sonra Kucan ekledi: ‘Ne yaparsak yapalım, sonuç değişmeyecekti. Değişim süreci ve Avrupa yolculuğumuzun olumlu ve olumsuz yanlarını yaşamak zorundayız.
Yazının Devamını Oku

Avrupa’ya lobi için Patrik de devrede

16 Mayıs 2004
İÇERİ girdiğimde dünya Ortodokslarının dini lideri Patrik Bartholomeos’un ilk konuğu olmadığımı anladım. Benden önce Alman parlamenterler heyetini kabul etmiş, onlara Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yerine getirdiğini ve bu yıl sonu müzakerelerin başlatılması gerektiğini söylemişti. Dört yüz yıllık Fener Patrikhanesi’ndeki sade ofisinde ziyaret ettiğim Patrik, Türkiye’nin Avrupa yolculuğuna açık destek veriyor ve her gittiği yerde bu konuyu gündeme taşıyor. Neden? ‘Avrupa yolculuğu bugün insanlığa önemli bir imkan veriyor’ diyor Patrik, ‘Eğer gerçekten Batı ile Doğu arasındaki, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler , tüm dinler, kültürler ve medeniyetler arasındaki o ayrım duvarını yıkabilirsek ve insanlığın ortak değerlerine sahip çıkabilirsek, Allah’ın öngördüğü dünya modelini gerçekleştirebiliriz. Diyalog ve iyi niyetle Allah’ın modelini yerine getirebiliriz.’Türkiye’yi istemeyenlerin ileri sürdüğü ‘din’ gerekçesine, ‘Müslümanların Avrupa kültüründe yeri yok’ diyen Batı Hıristiyanlarına, Doğu Hıristiyanlarının lideri böyle yanıt veriyor. ‘Avrupa yolculuğuna birlikte devam etmeliyiz. Bu dünya için Allah’ın öngördüğü modeldir.’ UNUTULAN SÖZLER KOPENHAG kriterlerine uyum yasaları çerçevesinde azınlıklarla ilgili önemli düzeltmeler yapıldı. Patrik ile konuşana kadar ben tüm sorunların çözümlendiğini düşünüyordum. Vakıflar ile ilgili değişiklikler yapılmış, dini vakıflara mülk edinme hakkı bile tanınmıştı. Meğer eksik biliyormuşum. ‘Yeni mülk edinmekten vazgeçtik, hem Osmanlı hem de cumhuriyet yönetimlerinde tapusu bize ait olan mülkler bile elimizden gidiyor’ diyor Patrik. Büyük Ada’daki yetimhane, Patrikhane’nin tüzel kişiliği olmadığı için mahkemelik. 17 asırdır burada ama tüzel kişiliği kabul edilmeyen Patrikhane’nin Fener’deki 400 yıllık binasının da sahibi yok. Tuhaf bir durum. İngiliz Konsolosluğu’na bombalı saldırı sırasında karşıdaki Rum Kilisesi de zarar görüyor. Konsolosluk onarılırken Meryem Ana Kilisesi’ne bir türlü onarım izni çıkmıyor. Camlarını, pencerelerini yenileyemiyorlar. Aynı, 16 Ağustos depreminden zarar gören Büyük Ada’daki Aya İrini Kilisesi gibi. Her iki felaketten etkilenenler yaralarını sararken, binalarını onarırken Patrikhane’ye, ‘Siz onaramazsınız, sizinkiler yıkık kalsın’ dercesine bir ilgisizlikle yanıtsız bırakılıyor bütün girişimler. Kopenhag Kriterleri’nin öngördüğü düzeltmelerin uygulanmaması bir yana, bir de verilen sözlerin unutulması var. Son bir yıldan beri Heybeli Ada’daki ruhban okulunun açılacağı söyleniyor. Bir türlü açılmıyor bu okul. Patrik durumu şöyle özetliyor: ‘30 Ekim’de Eğitim Bakanı Sayın Çelik ile görüşmüştük. Bize açılacağını söyledi. Başbakan’dan da aynı yönde mesaj aldık. Hatta biz, ortak bir heyet oluşturalım. Birlikte hazırlık yapalım dedik. Tamam dediler. Ama o gün bu gün kimse arayıp sormadı. Okul 1971 yılında kapanana kadar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıydı. Biz yine bakanlık çatısı altında açılmasını bekliyoruz. Ama bir hazırlık yok ortada. Bu gidişle bu yıl yine açılamayacak.’ Patrik sorunları sayıyor ve ekliyor: ‘Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız. Devlet tarafından korunmalıyız.’ YUNAN KİLİSESİ İLE YETKİ TARTIŞMASIPatrik Bartholomeos ile, Yunanistan Kilisesi ile ilişkileri askıya almasına neden olan gerginliği de konuştuk. ‘Bu şahsi bir mesele değil’ dedi Patrik, ‘Başpiskopos Hristodulos Patrikhane’nin Yunanistan’daki haklarına saygı göstermedi. Bu davranışı çeşitli ülkelerdeki piskoposlar tarafından kınanıyor. Kudüs ve İskenderiye piskoposları Atina’ya mektup yazıp ikazda bulundular. Ama Hristodulos’un elinde propaganda mekanizması var. Her gün televizyonlara çıkıp bizim aleyhimize konuşuyor. Ben buna karşıyım. Dini meseleler bu seviyeye indirilmemeli.’Bu gerginliği sona erdirmek için Yunan Hükümeti de devrede. Bir formül aranıyor ama Patrik, ‘Biz yetkilerimizden ve haklarımızdan vaz geçmeyiz’ diyor.
Yazının Devamını Oku

Uygulama ve kuyrukçuluk

14 Mayıs 2004
<B>AVRUPA </B>Birliği, on yeni üyeyle üç yıl için genişleme sürecini kapattı. Ama tartışma sürüyor. Ve Türkiye bu tartışmanın en dikenli konusu. Son zamanlarda kriterlerden daha fazla karşımıza çıkartılan gerekçe ‘kültür farkı’.

Önümüzdeki ay yapılacak olan parlamento seçimlerine hazırlanan siyasi partiler, bu konuda seçmenlerin sorularını yanıtlamak zorunda.

11 Eylül ve 11 Mart Madrid’deki bombalı saldırı ile Avrupa kamuoyunda kültürel savunmaya geçerek içe kapandı.

Biz ne dersek diyelim Avrupa, İslamcı bir meydan okuma ile karşı karşıya hissediyor kendisini. Terör, sıradan Avrupalının yaşamında kültürler arası çatışmayı ateşliyor.

Bu algılamanın karşısında durmaya çalışan aydın refleksinin direnci ise çok zayıf.

Bizim deyimimizle ‘sokaktaki Avrupalı’ Kopenhag kriterlerinin, kültür farklılığını, yani bir arada yaşama sorunlarını aşmayacağına inanıyor.

* * *

BUNA bir de Avrupa’daki Türkler deneyimini ekleyelim. Avrupalının ‘Türk’ kavramı, topluma entegre olan, kendisine benzeyen Türkleri kapsamıyor. Alışkanlıklarını geldikleri günkü gibi koruyan, yaşadıkları ülkenin dilini ve adetlerini benimsemeyen, geldiği ülkeye ve içinde bulunduğu topluma kendisini öyle olduğu gibi ‘dayatan’ları kapsıyor.

Fransa’nın önde gelen gazetelerinden Liberation’un yazarlarından Marc Semo, ‘Gazetede Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği lehinde yazan birkaç meslektaş vardı. Bugün bir tek ben kaldım’ diyordu geçen hafta İstanbul’daki bir toplantıda.

Bir Hollandalı ise geçenlerde, İstanbul’dan Amsterdam’a uçak yolculuğu yaptığı insanlarla ortak bir gelecek düşünmesinin mümkün olmadığını açık yüreklilikle itiraf ediyordu.

Bunlar ırkçılığı çağrıştıran yaklaşımlar ama karşımızdakileri ‘ırkçılıkla’ suçlamadan önce biraz kendimize bakmanın zamanı gelmedi mi sizce?

Kopenhag kriterlerini istediğiniz kadar uygulayın, ama ortak bir insanlık kültürünün inşaası için yola çıktığınız bir toplulukta, kadınların erkeklerle el sıkışmasını bile sorgulayacak bir anlayışa -ne adına olursa olsun- hálá prim veriyorsanız yadırganırsınız. Dışlanırsınız.

* * *

AVRUPA Birliği bir ‘değişim’ projesidir. Değişmek istemiyorsanız hiç uğraşmayın.

Sizi, ‘olduğunuz gibi’ kimse kabul edemez.

Avrupa Birliği için bu kadar çaba harcayan bir hükümetin, kültürel değişime bu denli karşı çıkması, eninde sonunda kendisini sıkıştıracak ve kimseye yaranmasının mümkün olamayacağı tuhaf bir noktaya taşıyacaktır.

Çok ciddi bir eğitim sorunu ile karşı karşıya olan bir toplumda tek mesele, İmam Hatip Okulları için verilen sözün tutulması mıydı?

Devlet liseleri sadece eğitim değil güvenlik açısından bile içler acısı iken neden bunca tartışma arasında hiç hatırlanmadılar?

YÖK, bu kadar dayatma ile değil, öğrencilerin de katılacağı geniş bir uzlaşma ile değiştirilemez miydi?

Uyum paketlerini çıkartmak bir yana işin en zor kısmı ‘uygulama’.

O ise, halk kuyrukçuluğu ile değil, reformcu siyasi önderlikle mümkün.
Yazının Devamını Oku