Ferai Tınç

Denktaş’a ülkücü desteği ürkütüyor

23 Nisan 2004
<B> LEFKOŞA - GİRNE <br><br>KIBRIS</B>’ta referandum için geri sayım sona yaklaşırken sokak tedirgin. Üç gün önce, <B>‘Evet’ </B>bayrağı taşıyan bir grup gencin ağır biçimde dövülmesi, gözleri Türkiye’ye çevirdi. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş aksini söylese de halk saldırganların ‘ülkücü’ olduğundan emin. Üstelik bunların Türkiye’den yönlendirildiğine inanıyorlar insanlar.

‘Toplumun kendi kaderini belirleyeceği referanduma bir gün kala, Türkiye’den ithal edilen, Kıbrıs’ı ve Kıbrıs Türk halkını tanımayan belli çevrelerin güdümünde bir takım provokasyonlar yapılmaya çalışılıyor’ deniyor.

Göçmenköylü bir hanım, önceki gece BRT televizyonunun uzattığı mikrofona, ‘Denktaş Annan’a hayır diyor. Diyebilir. Ama Türkiye’den gelenlere de hayır desin. Dışarıdan gelip bizim işimize karışmasınlar’ diyordu.

Haksız da sayılmazlar. KKTC, MHP’lilerin akınına uğramış vaziyette. MHP Başkanı Devlet Bahçeli ve MHP üst düzeyinin de Ada’da bulunması benim görüştüğüm, değişik görüşteki tüm Kıbrıs Türkleri arasında tedirginlik yaratmış durumda. Üstelik sadece MHP değil, Büyük Birlik Partisi temsilcileri de, ‘hassas konumuz’ dedikleri Kıbrıs meselesine el atmış durumdalar.

Denktaş’a verilen ülkücü desteği KKTC’de günün konusu. ‘Hayır’cılar, karşı tarafın bunu suistimal ettiğini ve kendi düzenledikleri provokasyonlara bu damgayı yapıştırdıklarını ileri sürüyorlar. Dün sabah Girne’de sohbet ettiğim bir eczacı dostum ise şu yorumu getirdi: ‘Ülkücülere artık Türkiye’de kimse prim vermiyor. Onlar da burada siyasi faaliyet sürdürmek için uygun ortam bulunduğunu düşünüyorlar. Orada yapamadıklarını gelip burada yapmaya çalışıyorlar.

Bazı kişilere ait otomobillerin ateşe verilmesi, ‘evet’ tabelalarının taşlanması ortamı geriyor.

Oysa Kıbrıs Türkü, kader kararını verirken sakin bir biçimde düşünmek istiyor.

* * *

BUGÜN bizim egemenlik bayramımız. Egemenlik tartışmalı bir kavram. Giderek daha tartışmalı hale gelse de insanların bilincinde çok değerli ve vaz geçilemeyecek bir kavram. KKTC’de, ‘Evet’çiler de ‘hayır’cılar da, pozisyonlarını egemenlik açısından belirliyorlar. ‘Evet’çiler, bu sayede Kıbrıslı Rumlarla eşit egemenliğe kavuşacaklarını ya da, Rumlarla eşit statüde ortak egemenliğe sahip olacaklarını düşünüyorlar. ‘Hayır’cılar ise, Annan Planı’nın KKTC’yi ortadan kaldırmasından, egemenliklerine son verilmesinden endişeli.

Dün akşam iki ayrı meydanda toplanan, farklı görüşteki Kıbrıslı Türklerin yaklaşımını böyle özetlemek mümkün.

Rumlarla Türklerin birleştiği konu ise güvenlik. Her iki tarafta da güvenlik endişesi ağır basıyor.

* * *

GİRNE’de ve Lefkoşa’da sokakta bugüne kadar rastlamadığım bir atmosfer dikkatimi çekiyor. Kopukluğun, belirsizliğin yol açtığı hareketsizliğin yerini hareketlilik almış. Trafik yoğun, siyasi partiler hızlı bir çalışma temposu içinde. Serdar Denktaş’ın Demokratik Partisi içindeki kaynama bile bir canlılık belirtisi. Yeni dönemin getireceği fırsatları anlamaya çalışan Kıbrıs Türkleri, yeni iş olanakları yaratmak için kolları sıvamış durumdalar.

Referandumun sonucu ne olursa olsun, statükonun parçalanmakta olduğunun ‘hayır’cılar da farkında.

Sonuç ne olursa olsun Kıbrıs değişim sürecinde. Bu sürece, ayak uydurmak için hazırlık şart. Kıbrıs Gazetesi Yazı İşleri Müdürü arkadaşım Başaran Düzgün dünkü yazısında bu gerekliliğe dikkat çekiyor:

‘Kıbrıs’ın kuzeyindeki rejim, marjinal generallerin ve şiddet kullanan faşistlerin desteği ile ayakta durmaya çalışıyor...Cumartesi referandum yapılacak...Eğer bizde evet, güneyde hayır çıkarsa, AB ve ABD başta tüm dünya Kıbrıslı Türkler için yeni bir dönemin başlayacağını söylüyorlar. Ambargo ve izolasyonlardan kurtulmanın kapısı aralanacak. Ama bu rejimle mümkün olabilecek mi?...Referandumdan hemen sonra Kuzey Kıbrıs’taki ceberrut rejimi demokratik ve çağdaş bir yapıya döndürmemiz şarttır.

Referandum bir sonuç değil, bir başlangıç tarihi olacak. Aklımızdan çıkartmayalım.
Yazının Devamını Oku

Alman TÜSİAD’ından Türkiye’ye destek

22 Nisan 2004
‘AVRUPA’nın yeni üyelere 8 yıl dolaşım kısıtlaması getirmesi bana göre çok yanlış. AB kriterlerine aykırı.Dolaşım kısıtlaması, işgücü rekabetini ortadan kaldırıyor, Türkiye Avrupa’ya girerse, rekabet ortamı ve Avrupa ekonomisi canlanır. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyorum.

Avrupa döküm sanayi patronlarından Alman işadamı, TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı’nın, önceki akşam Sabancı Müzesi’nde verdiği davette, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemesinin nedenlerini sayarken böyle diyordu.

Almanya’nın önde gelen iş adamları, iki günlük inceleme gezisi için geldikleri Türkiye’de, önceki akşam Ömer Sabancı’nın davetine katıldılar. Değer biçilemeyecek güzellik ve narinlikteki el yazmalarının sergilendiği odaları gezdiler. Bu bölümdeki eserleri Alman konuklar hayranlıkla izlerken, Türk davetliler de Sakıp Sabancı’yı rahmet ve saygı ile andılar.

Avrupa ekonomisinin önemli bölümünü yöneten işadamlarının oluşturduğu Alman Sanayi Federasyonu BDI, Alman Hıristiyan Demokrat Parti’nin arkasındaki en etkili güç. Onların verdiği mesaj, bir süre önce Türkiye’ye gelen liderleri Angela Merkel ve partisine bağlı politikacılardan farklı. ‘Türkiye AB üyesi olamaz’ demiyorlar. Tersine, ‘olmalıdır’ diyorlar.

KRİZ BİTTİ

Bu soruyu kendilerine ilk yönelten Ömer Sabancı oldu. Sabancı, ‘Size, artık derin ekonomik krizin sonunu gördüğümüzü söyleyebilirim. İstikrar dönemine girdik. Şimdi geldiğimiz noktada AB ile aralık ayında müzakerelerin başlamasına odaklanıyoruz’ dedi ve Alman iş adamlarından AB için Türkiye’ye destek vermelerini istedi.

İlk yanıt da BDİ Başkanı Dr. Michael Rogowski’den geldi. ‘Türkiye’yi Avrupa’nın geleceği açısından önemli görüyoruz’ dedi Rogowski.. Türkiye’nin Avrupa’nın Doğu’ya açılan kapısı olduğunu belirtti ve görüşünü açıkladı: ‘Türkiye Kopenhag kriterlerine tam uyum sağladıktan ve Brüksel’in raporu olumlu olduktan sonra, Türkiye ile müzakerenin başlamasından yanayız ve destekleyeceğiz. Avrupa, Türkiye’ye kapısını açmalıdır.’ .

HEM PAZAR HEM İŞ GÜCÜ

Bu olumlu yaklaşımın esas nedenlerini ise demir döküm sanayii patronlarından Arnold Kawlath ile sohbetimizde anladım. Kawlath’a göre, Avrupa’da genç nesil tembelleşmekte. Köşe dönme hırsını kaybeden yeni nesil, her işi yapmaya yanaşmıyor, özverili çalışmıyor. Avrupa’nın yeni üyelere açılması, hele de iş ayrımı yapmadan çalışan Türkler’in bu piyasaya girmeleri iş gücü rekabetini artıracak. Sadece iş gücü kalitesi açısından değil, pazar olarak da Türkiye AB ekonomisine katkı sağlayacak.

TANITIM ENGELİNİ AŞMAK

Ancak, işadamlarının üzerinde birleştiği bir nokta var. Avrupa kamuoyu korkulu. Gelecekler ve işlerimizi elimizden alacaklar diye. Bu engeli aşmak için Türkiye, imajını düzeltecek bir tanıtım kampanyası için hemen kolları sıvamalı ve bunun için ‘profesyonel’ şirketlerle çalışmalı.
Yazının Devamını Oku

Büyük kaos projesi

19 Nisan 2004
BUSH Yönetimi’nin Büyük Ortadoğu projesi, hızla bir kaos hikayesine dönüşüyor.Yoksa, denetlenebilir kaos bu projenin içinde mi yer alıyor? Acaba, Irak’taki gelişmeler, Atlantik ötesini hakikaten şaşırtıyor mu? Bölgede istikrarı sağlamak için, İsrail-Filistin sorununu, Büyük Ortadoğu Projesi’nden sonraya erteleyen Washington’un ne düşündüğü bir türlü anlaşılamamıştı. İstanbul’daki NATO Zirvesi’nde bunun belirginleşmesi beklenirken, son günlerdeki gelişmeler ilk ipuçlarını taşıyor.Bölgede, bazı ülkelere ‘demokratikleşme’ şansı verilirken, en iflah olmazlarının askeri müdahalelerle karşı karşıya kalabilecekleri anlaşılıyor. * * *GEÇEN hafta, İstanbul’da ‘İslam demokrasi ile bağdaşabilir mi?’ konulu büyük bir toplantı düzenlendi. Başında eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın bulunduğu IND ile Türkiye’den Demokrasi Vakfı’nın birlikte düzenledikleri toplantıya katılan Ortadoğu’lu bir gazeteci, izlenimlerini şöyle aktardı: ‘Organizasyon çok iyi idi. Ama, bu toplantıya katılacak ülkeleri Amerikalılar belirlemiş. Örneğin Suriye yoktu. Üstelik bunlardan bazılarını, Mali, Ürdün, Bahreyn ve Yemen’i demokratik İslam ülkeleri olarak öne çıkartmak istedikleri anlaşıldı. Bu ülkelerin demokratlığına kim karar veriyor? Amerikalılar. Bu seçimin iki mesajı var, birincisi ABD, yeni düzen getirirken gerekli reformların daha hızlı yapılabileceğini hesapladığı bu ülkelere destek verecek. İkinci mesaj ise şu: Eğer iktidarlar gerekli reformları yapmazlarsa zor durumda kalacaklar.’ İsrail Başbakanı Şaron’un Washington ziyaretinden hemen sonra, Hamas’ın yeni liderinin öldürülmesi ise bu büyük resmin bir başka noktasını aydınlatıyor. Şaron, Gazze’den çekilmeden önce Batı Şeria’da inşa ettirdiği yerleşim bölgelerini elinde tutma güvencesi alıyor Bush’tan. Üstelik hem sözlü hem de yazılı. Topraklarından çıkartılan Filistinli mültecilerin İsrail içine dönmeleri engelleniyor böylece.Plan açık. İsrail Gazze’den çekilecek ve Filistin devleti kurulacak. Ama bu yeni devletin sınırlarını İsrail belirleyecek. Üstelik çekilirken, Hamas’ı bir daha yeri doldurulamayacak biçimde kazıyacak. Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilgili maddesinde ne deniyor acaba? Belki de şöyle sade bir cümle vardır. Önce İsrail’in güvenliği tam olarak sağlanacak. Ardından Filistin devleti kurulacak. Ama hayat, böyle sade cümlelerle kalıba dökülemeyecek kadar karmaşık. Rantisi’nin öldürülmesi, Lübnan, Fas, Filistin, Ürdün ve Mısır’da halkı sokaklara döktü. Amerikan karşıtlığı ve İsrail düşmanlığını körükleyen bu eylemlerle hangi bataklık, nasıl kurutulacak? * * * BU gelişmeler sürerken, İsrail hükümetinin bir bakanı Gideon Ezra’nın açıklamaları düştü ajanslara, İsrailli Bakan, ‘Hamas’ın yeni lideri Halid Meşal’ın sonu da Rantisi gibi olacak’ diyordu, ‘Şam’ı vuracağımız zaman geldiğinde onu da yapacağız.’Evet oysa Hamas, yeni liderini seçmiş ama güvenlik nedenleriyle adını açıklamamıştı. Şam’da yaşayan Mishal bile, önceki gece El Cezire’ye verdiği demeçte yeni liderin kimliğini açıklamayacağını söylemişti. Bu açıklama boş bi tehdit mi? Yoksa, Suriye’nin bir süreden beri tekrarladığı, ‘sırada biz varız’ endişesinin gerçek olduğunu mu düşünmek lazım? Irak deneyiminden sonra bunun olması mümkün değil gibi geliyor insana. Belki de Büyük Ortadoğu projesi, kaos senaryolarına da yer veriyor. Durumu geri dönülemez noktalara taşımak, güçlü bir iradeye kendi modelini uygulama fırsatı yaratabilir. Ama yaratamadığı durumlar da yok değildir. Sovyetlerin Afganistan’ı işgaliyle başlayan süreçte olduğu gibi.
Yazının Devamını Oku

Avrupa bebeğin farkına yeni vardı

18 Nisan 2004
<B>‘ARTIK bu bizim bebeğimiz.’ </B>Avrupa Birliği üyelerinden birisinin büyükelçisi Kıbrıs konusunda böyle söylüyor. Siz hamile kaldığınızda, yani çözüm olmasa da Kıbrıs’ın AB’ye tam üyeliğini garanti ettiğinizde bu doğumun kolay olmayacağı söylenmişti ama. ‘Başınıza dert alırsınız’ denmişti.

Bugün Avrupalıların, düşünceli hallerinden anlayabildiğim kadarıyla, doğumdan bir ay öncesine kadar, hamileliklerinin bile farkına varmamışlar meğer.

Kıbrıs’ta Rumların çözüme hayır diyebilecekleri akıllarına gelmemiş.

Hele, Türkiye ve Türklerin samimi biçimde, acı ilacı içmeye yanaşacaklarını hiç düşünmemişler.

Yakında kollarına almaya hazırlandıkları bebeğin, tahmin bile etmedikleri sorunlarla birlikte dünyaya gelmekte olduğunu, yeni fark ediyorlar.

Dün İrlanda’da, gayri resmi toplantı için bir araya gelen AB Dışişleri Bakanları, ilk kez BM barış gücünün gözcülüğü altında bir üye ile bir arada yaşamak üzere olduklarını, bu kadar somut gördüler.

Yedi bin askerli BM Barış gücünün, nöbet tutacağı bir ülkede, BM’nin hazırladığı bir şablona göre, iki millet üstelik de istemedikleri bir çözüm formülü çerçevesinde yaşamaya çalışacaklar.

Ve genişleme şokunu sindirme sürecinde olan Avrupa Birliği, bu devletle baş başa kalacak. Daha doğrusu, kalamayacak, ABD dahil, BM çerçevesinde bütün dünyayı da kolları arasında bulacak.

Türkiye’den durumu izleyen Avrupalı diplomatların bugünlerde başkentlerine gönderdikleri, ‘Bir bebeğimiz var. 1 Mayıs’tan sonra onun bütün sorunlarına biz çözüm üretmek durumundayız’ telgrafları, bugüne kadar görmek istemedikleri gerçekle baş başa bırakıyor Avrupa’yı.

* * *

AVRUPA, bu uyarılar karşısında ne yapıyor? Referandumda Rumlardan ‘hayır’ çıkarsa Türklerin mağdur edilmeyeceği yolunda mesajlar veriliyor. Ben bu durumun diplomatik alanda Türklerin elini güçlendireceğine inanıyorum, ama verilen sözler yetersiz, ya sözde kalırsa?

Avrupalı bir diplomat, ‘Bizim kendi ikna yöntemlerimiz var’ diyor. Avrupa Anayasası’nın Polonya’nın itirazı nedeniyle kabul edilemediğini anımsatıyor ve ekliyor, ‘Birlik içi yöntemlerle sorun aşıldı.’

Evet ama Kıbrıs konusunda, hukuki bağlayıcılık taşıyan mekanizmalar ve uzun vadeli politikalar kesinleştirilmedikçe verilen sözlerin etkisi o kadar az ki, Yunanistan bile Brüksel’den daha güçlü güvenceler arıyor.

Yunanistan Dışişleri Bakanı Molyviatis’in, Cuma akşamı Verheugen’i telefonla arayarak, ‘Annan Planı’nın hayata geçirileceği’ güvencesi istemesi gibi.

‘Aman güvence verin, eğer yarın, öbür gün Türkiye ile müzakereleri başlatmazsanız ve Türkiye de, anlaşmaya uymaktan vazgeçiyorum derse, askerlerini plana göre çekmekten vazgeçerse biz ne yaparız?’ anlamına geliyor bu arayış.

Güvence belki, AKEL’i ve Rum tarafını ‘Hayır’dan döndürmek için kullanılacak ama Türkiye’nin üyelik perspektifine göre hazırlanan Annan Planı’nı, ‘kabul edin’ diyen Avrupa’nın hálá ‘Türkiye üye olabilir mi olamaz mı?’ tartışmasını sürdürmesinin hiç mi payı yok Atina’nın endişesinde?

Dün, İrlanda’da AB dışişleri bakanları, spor kıyafetleriyle bir araya geldikleri gayri resmi buluşmada, ilk kez yeni bebeğin gerçeklerini tartıştılar.

Önümüzdeki günlerde Brüksel’den gelecek haberler, bu bebeği sağlıklı biçimde büyütüp büyütemeyeceklerini de gösterecek.

* * *

ALTINI çizmeden geçmek istemiyorum. KKTC Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’ın, referandum ile ilgili açıklamalarını televizyondan izledim. Annan Planı’na karşı çıkarak iktidara geldiği halde, Bürgenstock’da tam bir takım ruhuyla çözüm için canla başla uğraştığına tanık olduğum Serdar Denktaş, halkına gerçekleri eksileri ve artıları ile gösterirken, liderlik sorumluluğunu içten ve yapıcı tavrıyla sergiledi. Başbakan Mehmet Ali Talat’ı da izliyorum. O da gerek Brüksel’deki temaslarında Türklerin tezlerini anlatırken kullandığı üslubu ve adil bir çözüm için gösterdiği samimi çabalarla, Rum kesiminde eşi olmayan bir siyasi liderlik sergiledi. Kıbrıs Rum halkı maalesef böyle bir liderlikten yoksun. Barışa hazırlanmamış, uzlaşma psikolojisinden uzak. Kıbrıs Türkleri, yeni liderlik kadrolarını çıkartacak olgunluğa ulaştıklarını kanıtladılar. Bundan daha hakiki güvence olabilir mi?
Yazının Devamını Oku

Tabiyatıynan evet

16 Nisan 2004
<B>KIBRIS</B>’ta Türkler de Rumlar da, ana dillerini kendilerine özgü bir şiveyle konuşurlar.‘Bas bastı gendiyni’ dediği zaman, eğer bu şiveye aşina değilseniz bir felaket haberi ile karşı karşıya olduğunuzu anlamanız mümkün değil.

Otobüsün bir adamı ezdiği haberi verilmektedir size.

Rumların şivesi de Yunanistan’da konuşulan Rumca’dan farklıdır.

Hatta bu fark sayesinde, yani sessiz harfleri sert telaffuz ettikleri için İngilizceyi Yunanlılar’dan daha iyi konuşmakla övünürler.

Bir keresinde Kıbrıslı Rum bir arkadaşım bu üstünlüklerine örnek vermişti: ‘Onlar Sör demeyi beceremez, Tzer derler’ diye.

Çarşamba günü Kuzey Kıbrıs’ta düzenlenen Annan Planı’na ‘evet’ mitingindeki slogan da Cumhurbaşkanı Denktaş’ın sık kullandığı bir sözcüğün Kıbrıs Türk şivesi ile, ‘evet’çilerin tavrını ortaya koyuyordu.

‘Tabiyatıynan evet!’

* * *

DÜN, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuştu ve Türkiye’ye ‘vazifelerini’ anımsattı.

Türkiye’nin çıkarlarını savunacak kimsenin kalmadığına emin olmuş olacak ki, halkın temsilcilerini ‘uyarma’ ihtiyacını duydu.

‘Milli iradenin temsilcisi olan sizler, bu planı kabul eder miydiniz?’ diye Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sorarken, aynı saatlerde, KKTC Meclis Başkanı, Denktaş’ın imzalamayı reddettiği referandum yasasını imzalıyordu.

* * *

RUMLARIN son anda çözüme yan çizerken, Türklerin samimi biçimde çözüm çabası içinde olmaları bugüne kadar çözümsüzlük nedeniyle Türk tarafını ve Türkiye’yi suçlamaya alışmış olanların ellerindeki kozları aldı.

Şimdi kara kara düşünme sırası, Avrupa’da.

Brüksel’in, Türkiye’nin bu duruma hemen bir çare bulması için yaptığı çağrıyı yanıtlamak için kara kara formüller ararken, dün, AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen, çok önemli bir açıklama yaptı.

‘Eğer Rumlar ‘hayır’, Türkler ‘evet’ derse, Yeşil Hat Avrupa Birliği’nin sınırı haline gelebilir’ dedi Verheugen.

Bu, Kıbrıs davasının ilk günlerinden beri Denktaş’ın savunduğu ‘taksim’in Avrupa Birliği tarafından ilk kez telaffuzundan başka bir şey değildi.

Aynı gün, Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in, Rum kesiminde ‘Hayır’ çıkması halinde KKTC’yi ilk tanıyan ülkeler arasında olacakları açıklaması da önemliydi.

Dünyanın herhangi bir ülkesinde, KKTC’nin tanınması eğilimi taşıyan en ufak bir kıpırtının üçüncü ülkeler tarafından nasıl bastırıldığını ve doğmadan boğulduğunu izlemiş olanlar, bu tip açıklamaların özellikle Washington’dan yeşil ışık yakılmadıkça yapılamayacağını çok iyi bilirler.

Nedir bu değişimi tetikleyen?

Bütün bunların nedeni, Rum tarafının ‘Hayır’, Türk tarafının da Annan Planı için yapılacak referandumda ‘Evet’ diyeceği varsayımı.

O zaman söylecek söz kalıyor mu, ‘Tabiyatıynan evet’ten başka.
Yazının Devamını Oku

Başı dik ve haklı

12 Nisan 2004
<B>BÜRGENSTOCK</B>’da, en fazla çözümden yana olduğunu söyleyen Rum meslektaşlarımın, Annan Planı’nın ayrıntıları kesinleştikçe nasıl caymaya başladıklarını an an izledim. Nasılsa Avrupa Birliği üyesi olunacaktı, bu üyelik her şeyi zaten çözmeyecek miydi?

Şimdi, serbest dolaşım hakkını bu kadar sınırlayan bir anlaşmaya ne gerek vardı?

Hatta birisi, dolu dolu gözleriyle ‘Artık ne BM’ye, ne Avrupa Birliği’ne inanıyorum. Nerede kaldı savundukları değerler? Ben evime dönemeyeceksem ne işe yarar çözüm?’ sözleriyle tepkisini dile getiriyordu.

Türk tarafındaki çözüm yanlıları da çok rahat değildiler. Benzer ağırlıkta endişeler taşıyorlardı. Uzun yıllardan beri tanıdığım arkadaşım Kıbrıs Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Başaran Düzgün, ‘Çok karmaşık duygular içindeyim. Biz hep çözüm için, barış için uğraştık, Rumlar da bizimle birlikte idiler. Ama anlayışlarımız farklıymış’ diyordu.

Evet anlayışlar farklı.

Ama bu ilk örnek değil.

*Ê*Ê*

TÜRKİYE ile Kıbrıs Rum kesimi arasında S-300 füze krizi çıktığında da benzer bir hayal kırıklığı yaşanmıştı.

AKEL, o dönemlerde CTP ile sol partiler arası çözüm ittifakı temelinde ilişki kurmuştu. Temaslar sırasında, silahlanmaya ve füzelerin topraklarına yerleştirilmesine karşı olduklarını söylüyorlardı.

Ama iş Meclis’te oylamaya geldiğinde, AKEL de iktidar partileri gibi füzelere ‘evet’ demişti. O gün, Başbakan Mehmet Ali Talat ile CTP yönetiminin önde gelen temsilcileri Hürriyet’i ziyaret ediyorlardı. Haberi duyduklarında nasıl şaşırdıklarını hatırlıyorum, çünkü, AKEL, ‘biz hayır diyeceğiz’ sözü vermişti onlara.

*Ê*Ê*

AKEL, önceleri referanduma ‘evet’ diyeceği sinyalini verdi. Bu önemliydi, çünkü AKEL’in kararı sonucu etkileyebilecek ağırlıkta. Ama olmadı. AKEL, yapamadı.

İlginç bir öneriyle ortaya çıktı. Referandumu erteleyelim. Yani 1 Mayıs’tan sonra AB üyesi olduktan sonra yeniden başlayalım. O zaman, artık pek bir sorun kalmayacağı inancıyla, AB’nin sorunları ortadan kaldıracağı güveniyle, Türk tarafının ve Türkiye’nin üzerine daha ağır bir baskıyla gidilebileceği umuduyla bu öneriyi getirdiler.

Sanıyorum artık çok geç. New York’ta, Annan’ın hakemliğine ve takvimine ‘evet’ diyerek masadan kalktıktan sonra, kimsenin ‘mızıtma’ alanı kalmadı artık.

*Ê*Ê*

OTUZ yıldan beri işgalci, otuz yıldan beri haksız, otuz yıldan beri aşağılanan... olmaktan ilk kez, evet ilk kez, haklı, başı dik ve saygı telkin eden bir duruma ilerliyoruz.

Kıbrıs’ta adil bir çözüme ilk kez Türkiye kapıyı açıyor. Hükümet ‘evet’ diyor. Yeni bir devlet kurulması için uluslararası toplumla birlikte hareket ediyor.

KKTC’de Başbakan, geniş bir desteği de arkasına alarak, referandumdan ‘evet’ yanıtının çıkmasını istiyor.

Üstelik, insanlar bunu sırf ‘imaj’ kurtarmak için de tavsiye etmiyorlar.

Rum tarafı nasılsa kabul etmeyecek, biz edelim bari, anlayışıyla ‘evet’ propagandası yapılmıyor.

‘Evet’ diyenler, samimiyetle yeni bir devlet kurmak için yola çıkılması gerektiğine inandıkları için öyle diyorlar.

Bugüne kadar, ‘Siz Kıbrıs’ta çözüm istemiyorsunuz, işgalci devletsiniz, aynı değerleri paylaşmıyorsunuz’ diyenler karşısında kez başı dik ve haklı olmanın rahatlığını yaşıyoruz.
Yazının Devamını Oku

Başı dik ve haklı

12 Nisan 2004
BÜRGENSTOCK’da, en fazla çözümden yana olduğunu söyleyen Rum meslektaşlarımın, Annan Planı’nın ayrıntıları kesinleştikçe nasıl caymaya başladıklarını an an izledim. Nasılsa Avrupa Birliği üyesi olunacaktı, bu üyelik her şeyi zaten çözmeyecek miydi? Şimdi, serbest dolaşım hakkını bu kadar sınırlayan bir anlaşmaya ne gerek vardı? Hatta birisi, dolu dolu gözleriyle ‘Artık ne BM’ye, ne Avrupa Birliği’ne inanıyorum. Nerede kaldı savundukları değerler? Ben evime dönemeyeceksem ne işe yarar çözüm?’ sözleriyle tepkisini dile getiriyordu. Türk tarafındaki çözüm yanlıları da çok rahat değildiler. Benzer ağırlıkta endişeler taşıyorlardı. Uzun yıllardan beri tanıdığım arkadaşım Kıbrıs Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Başaran Düzgün, ‘Çok karmaşık duygular içindeyim. Biz hep çözüm için, barış için uğraştık, Rumlar da bizimle birlikte idiler. Ama anlayışlarımız farklıymış’ diyordu. Evet anlayışlar farklı. Ama bu ilk örnek değil. *Ê*Ê* TÜRKİYE ile Kıbrıs Rum kesimi arasında S-300 füze krizi çıktığında da benzer bir hayal kırıklığı yaşanmıştı. AKEL, o dönemlerde CTP ile sol partiler arası çözüm ittifakı temelinde ilişki kurmuştu. Temaslar sırasında, silahlanmaya ve füzelerin topraklarına yerleştirilmesine karşı olduklarını söylüyorlardı. Ama iş Meclis’te oylamaya geldiğinde, AKEL de iktidar partileri gibi füzelere ‘evet’ demişti. O gün, Başbakan Mehmet Ali Talat ile CTP yönetiminin önde gelen temsilcileri Hürriyet’i ziyaret ediyorlardı. Haberi duyduklarında nasıl şaşırdıklarını hatırlıyorum, çünkü, AKEL, ‘biz hayır diyeceğiz’ sözü vermişti onlara. *Ê*Ê* AKEL, önceleri referanduma ‘evet’ diyeceği sinyalini verdi. Bu önemliydi, çünkü AKEL’in kararı sonucu etkileyebilecek ağırlıkta. Ama olmadı. AKEL, yapamadı.İlginç bir öneriyle ortaya çıktı. Referandumu erteleyelim. Yani 1 Mayıs’tan sonra AB üyesi olduktan sonra yeniden başlayalım. O zaman, artık pek bir sorun kalmayacağı inancıyla, AB’nin sorunları ortadan kaldıracağı güveniyle, Türk tarafının ve Türkiye’nin üzerine daha ağır bir baskıyla gidilebileceği umuduyla bu öneriyi getirdiler. Sanıyorum artık çok geç. New York’ta, Annan’ın hakemliğine ve takvimine ‘evet’ diyerek masadan kalktıktan sonra, kimsenin ‘mızıtma’ alanı kalmadı artık. *Ê*Ê* OTUZ yıldan beri işgalci, otuz yıldan beri haksız, otuz yıldan beri aşağılanan... olmaktan ilk kez, evet ilk kez, haklı, başı dik ve saygı telkin eden bir duruma ilerliyoruz. Kıbrıs’ta adil bir çözüme ilk kez Türkiye kapıyı açıyor. Hükümet ‘evet’ diyor. Yeni bir devlet kurulması için uluslararası toplumla birlikte hareket ediyor. KKTC’de Başbakan, geniş bir desteği de arkasına alarak, referandumdan ‘evet’ yanıtının çıkmasını istiyor. Üstelik, insanlar bunu sırf ‘imaj’ kurtarmak için de tavsiye etmiyorlar.Rum tarafı nasılsa kabul etmeyecek, biz edelim bari, anlayışıyla ‘evet’ propagandası yapılmıyor. ‘Evet’ diyenler, samimiyetle yeni bir devlet kurmak için yola çıkılması gerektiğine inandıkları için öyle diyorlar. Bugüne kadar, ‘Siz Kıbrıs’ta çözüm istemiyorsunuz, işgalci devletsiniz, aynı değerleri paylaşmıyorsunuz’ diyenler karşısında kez başı dik ve haklı olmanın rahatlığını yaşıyoruz.
Yazının Devamını Oku

Avrupa’nın Truva atı takıntısı

11 Nisan 2004
<B>KARAR </B>anı yaklaştıkça, Avrupa’da Türkiye karşıtları da seslerini yükseltiyor. Türkiye, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, iç politika konusu haline geliyor ne yazık ki. İlk yanık kokusu Fransa’dan geldi. Parlamentoda yeni Dışişleri Bakanı Barnier’e yöneltilen bir soru ile tartışma alevlendi. Bizim borsanın başı dönmeye başlayınca, (gereksiz heyecan yapmadan hazırlıklı olmakta yarar var, devamı gelecek) Fransa Devlet Başkanı Chirac müdahale etti, yeni bir durum yok diye.

Irkçı eğilimlerin güçlendiği bir dönemde, yerel seçimlerde zafer kazanan Sosyalistleri bile, Türkiye konusunda ölçülü davranmaya iten bir iklim hakim Fransa’da.

Geçen hafta Paris’teydim. Çarşamba günü, Türkiye Stratejik Araştırmalar Merkezi SAM ile Fransız Uluslararası İlişkiler ve Strateji Enstitüsü İRİS’in düzenlediği bir günlük toplantıda eski Sosyalist hükümetin Avrupa Bakanı Pierre Moscovici de söz aldı. Moscovici, eski Sosyalist hükümette Avrupa Bakanı olarak yer almıştı.

Kendisini dinlemeden önce, yeni yayınlanan kitabını okumuştum. ‘Les 10 questions qui fachent Les Europeens’, Türkçeye, ‘Avrupalıları rahatsız eden 10 soru’ diye çevirebileceğimiz kitabında Moscovici, Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığını da Avrupalı’nın 10 rahatsızlığı arasında sıralıyor.

‘Avrupa’nın sınırları, Türkiye’yi de kapsayacak mı?’ Avrupa kamuoyunun canını en fazla sıkan sorulardan biri bu.

* * *

‘AVRUPA Parlamenteri olarak 1995’te Türkiye ile gümrük birliği anlaşmasına karşı oy kullanmıştım’ diyen Moscovici, kitabında zamanla Türkiye’nin partizanı, hatta avukatı haline geldiğini söylüyor. Ona göre, Fransa’daki Türkiye karşıtı havanın ardında, ‘din meselesi’ yatıyor. Eğer, bu hava dağılmaz ve Avrupa’nın kapısı Türkiye’ye kapanırsa bunun, Türkiye’yi ‘Amerikan etkisine ve radikal İslam riskine’ teslim etmek anlamına geleceğini ileri sürerek, karşıtları yumuşatmaya çalışıyor.

Fransa kamuoyu, Türkiye konusunda o kadar kararsız ki, bu yıl müzakerelerin açılmasını savunanlar bile, kendilerini bağlayıcı ifadeler kullanmamaya dikkat ediyorlar. Moscovici de öyle yapıyor. Kitabında, okuyucunun endişelerini dağıtmak istermişçesine, müzakereler açılsa bile Türkiye’nin hemen üye olamayacağının altını çiziyor.

‘Çünkü’ diyor ‘Koşulları yerine getirmekten hálá uzak, çok uzak. Çünkü, çok fazla Avrupa yanlısı seçkinleri ile sorunun fazla bilincinde olmayan halk arasındaki uçurum etkileyici. Çünkü gerçekleştirilmesi gereken reformlar çok önemli. Çünkü bu büyük ulusun siyasi gelişimi hálá belirsiz.’ Ama hiç değilse‘ölçülü bir risk almayı’ öneriyor. Eğer Türkiye sorunlarını aşarsa o zaman Avrupa da kapılarını açmalı.

Moscovici, konuşmasında Türkiye’nin sorunlarını sıralamaya ‘laiklikten’ başlıyor, ‘Müslüman Demokrat Parti iktidarı’ diye nitelediği AKP Hükümeti’nin bu endişeleri kuvvetlendirdiğini ima ediyor. İkinci sorun, Avrupa sosyalistleri ve sosyal demokratlarının üzerinde durduğu ‘askerin siyasete müdahalesi’. ‘Hiçbir AB ülkesinde böyle bir müdahale yoktur. Bu sorun çözülmeli’ diyor. Üçüncü sorun, insan hakları konusundaki uygulamaların toplumsal zihniyet haline getirilememesi. Ermeni meselesini de dördüncü sorun olarak listeye ekliyor. Bu konuda tarihçilerden oluşacak bir kurul kurmalısınız öğüdünü veriyor. Ama her şeyi üzerinde bir konuya dikkat çekiyor. ‘Avrupa kamuoyuna kendinizi tanıtın. Bugün en fazla gereken bu.’

* * *

FRANSA’da Türkiye karşıtı kampanyanın başını sağ partiler çekiyor. Bu konuda kitaplar yayınlanıyor. Bunların en militanı, uluslararası ilişkiler uzmanı Alexandre Del Valle’nin kaleme aldığı, ‘La Turquie dans L’Europe, Un cheval de Troie İslamiste?’ 455 sayfalık kitap, ‘Türkiye Avrupa’da. İslamcı bir Truva atı mı?’ başlığından da anlaşılacağı gibi, Müslümanlığın altını, yüzeysel ve kötü biçimde çiziyor. AKP Hükümeti’nin aslında Müslüman Kardeşler ve hatta El Kaide çevreleri ile ilişkisi olduğu iddiasını ortaya atıyor. Her zaman radikal İslam riskini taşıyan bir ülkenin Avrupa’da yeri olamayacağını savunuyor.

Bu kampanyalardan ürkmemeli, ama ne olup bittiğini bilmek için yakından izlemeli, ‘iletişim’ konusuna daha bilinçli ve profesyonelce eğilmeliyiz.
Yazının Devamını Oku