Ferai Tınç

Bu zirve tarihi bir toplantı olacak

18 Haziran 2004
BRÜKSELNATO Karargahı’nın hemen her odasında İstanbul Zirvesi için hazırlıklar son hız sürerken, Genel Sekreter Türk halkına ve özellikle de İstanbullulara mesaj gönderdi. Jaap de Hoop Scheffer, ‘Bugünlerde İstanbul trafiğinin NATO Zirvesi nedeniyle altüst olduğunu, insanların işlerine gidip gelirken çeşitli zorluklara katlandıklarını biliyorum. İstanbul halkından özür diliyorum. Ama İstanbul halkına, bu toplantıların terörizme karşı ortak değerlerimizi savunmaya yarayacağını söylemek istiyorum’ diyor. Dün Brüksel’de Türkiye’den bir grup gazeteciye İstanbul Zirvesi hakkında bilgi veren NATO Genel Sekreteri’ne göre İstanbul Zirvesi NATO tarihinde bir dönüm noktası olacak. ‘Ben, bu toplantının İstanbul’da yapılmasından onur duyuyorum, bu tarihi toplantıya ev sahipliği yapan İstanbulluların da aynı duyguyu paylaşacaklarını düşünüyorum. NATO, teröristlerin yok etmeye çalıştıkları barış ve demokrasi gibi değerleri savunan bir örgüttür. Türkiye, hem terörizme karşı verdiği mücadele ile hem de son yıllarda Avrupa Birliği sürecinde gösterdiği reformcu çabalarıyla bu değerleri paylaşan bir ülke. Türk halkı, önem verdiği değerlerin savunması için atılan adımları destekleyecektir diye düşünüyorum. Ayrıca İstanbul, Doğu ile Batı arasında köprü. Coğrafi ve stratejik konumu ile de bu toplantı açısından İstanbul NATO’nn geleceğini ifade eden sembolik bir öneme sahip.’ABD’nin NATO Daimi Temsilcisi Büyükelçi Nicholas Burns de, görüşmemiz sırasında, İstanbul Zirvesi’nin sembolik öneminin yanı sıra Türkiye’nin NATO açısından önemini vurgularken aynı noktalar üzerinde durdu. Ama Genel Sekreter Scheffer, NATO’nun terörizme karşı mücadele çerçevesinde şekillenmekte olan yeni misyonu içinde Türkiye’nin, NATO içinde üstlendiği sorumluluklarla da öne çıktığının altını çizdi. TÜRKİYE SENEYE AFGANİSTAN’DA ‘Hikmet Çetin, bizi Afganistan’da çok iyi temsil etti. Oradaki çehremiz oldu’ diyen NATO Genel Sekreteri, Türkiye’nin NATO’nun bir numaralı önceliğe sahip konusu olan Afganistan’da çok olumlu katkılar sağladığını a sözlerine ekledi. ‘Hikmet Çetin Afganistan’da çok seviliyor. Çok memnunuz. Görev süresinin bir dönem daha uzatılmasını önerdik. Kabul edildi. Çok memnun olduk.’Bu arada, Afganistan’daki İSAF komutasının yeniden Türkiye’ye teklif edildiğini ve Ankara’dan bir iki gün önce olumlu yanıt alındığını da NATO Genel Sekreteri’nden öğrendik. Scheffer, ‘Türkiye’nin, önümüzdeki baharda İSAF komutasını devralacak olmasından da büyük memnuniyet duyduk’ dedi.NATO DEĞİŞİYORİSTANBUL Zirvesi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kendisine yeni rol arayışına giren NATO’nun, 21’inci yüzyılın ihtiyaçlarına ve tehditlerine karşı yapılanma kararı alacağı çok önemli bir toplantı olarak niteleniyor. Bir savunma örgütü olan NATO’nun yeni rolü, istikrarsızlık bölgelerinde düzeni sağlamak ve terörizme karşı mücadele.İstanbul Zirvesi’nin gündemindeki önemli konuların başında, Afganistan olacak. NATO Genel Sekreteri, ‘Afganistan’ı kaybedemeyiz. Aynı biçimde Irak’ta biz yokuz ama Irak da kaybedilemez’ diyor. NATO’nun Irak’ta görev almasına ilişkin Amerikan önerisi, destek bulamadığı için gündemde değil. Ancak Irak NATO üyesi ülkelerin liderlerinin toplantısında tartışılacak. Irak’ta yönetim 30 Haziran’da hükümete geçeceği gerekçesiyle bu zirvede Irak konusunda bağlayıcı adımlardan kaçınılıyor.Gündemin en önemli ve en tartışmalı konusu ise Genişletilmiş Ortadoğu Projesi. Bu kapsamda Akdeniz ülkeleri ile diyalogun derinleştirilmesi konuşulacak. Arap ülkeleri ve İsrail’in de bulunduğu bu platformun daha da güçlendirilmesine Mısır soğuk. Ama en önemli ve yeni girişim Arap ülkeleriyle NATO arasında öngörülen ikili ilişkileri kapsayan İstanbul İşbirliği Girişimi. Fransa gibi bazı ülkeler NATO’da son raunda giren tartışmalar sırasında karşı çıksalar ve ilişki kurulmamasına özen gösterseler de, Amerikan Büyükelçisi Robert Burns’e göre, İstanbul İşbirliği Girişimi Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin reform ve güvenlik bacağını meydana getiriyor. YENİ PAKET HAZIRLANIYORBu arada İstanbul Zirvesi’nde NATO, terörizme karşı mücadeleyi hedefleyen sekiz maddelik de bir paket açıklayacak.
Yazının Devamını Oku

Avrupa seçimleri ve Türkiye

14 Haziran 2004
<B>FRANSA</B>’dan arayan arkadaşlarım, Avrupa Parlamentosu seçimleri için birçok partinin <B>‘Türkiye’ye hayır’</B>ı, seçim yarışının birinci sloganı haline getirdiklerini söylediler. Eski Başbakanlardan Charles Pasqua’nın RPF Partisi, Phillipe Devilliers, Bruno Megret, Alain Juppe ve tabii ki ırkçı Jean Marie Le Pen. El ilanlarında, pusulalarında sadece ‘Türkiye’ye hayır!’ sloganını kullananlar bile varmış.

On yıl önce Gümrük Birliği çalışmaları sırasında, AB’nin her toplantısında, gündemi çalan konu haline gelen Türkiye için karar anı yaklaştıkça, bu mesele Avrupalı politikacıların iç politika malzemesi oldu.

Reklamın iyisi kötüsü olmaz gerekçesini öne sürüp, bunun fena bir şey olmadığını söylemeye çalışmayacağım.

Ama, bu seslerin Türkiye ile ilgili kararı belirleyici tek dinamik olmadığını bilmekte fayda var.

Kaldı ki, Türkiye’nin ilgi odağı haline gelmesi, Avrupa kamuoyunun Türkiye ve atılan adımları daha fazla ilgi ile izlemesine yol açacak. Yeter ki, biz üzerimize düşenleri yapmaya devam edelim.

* * *

SON zamanlarda dikkatimi çeken bir şey var. Daha fazla sayıda Hükümet yetkilisi, Aralık ayında Avrupa Birliği’nden, ‘Müzakere tarihi alınması’ndan söz etmeye başladı.

Önceki gece, CNN Türk’te Tayfun Ertan’ın sunduğu Söz Sizde Programı’na katılan Adalet Bakanı Cemil Çiçek de sürekli olarak, yıl sonunda ‘tarih almaktan’ söz ediyordu.

Biz artık tarih beklemiyoruz. Tarih iki yıl önce Kopenhag’da gündemimizdeydi. Müzakere tarihi verilmesini istiyorduk. Bize, ‘gidin iki yıl uyum yasalarınızı geçirin, Kopenhag kriterlerini yerine getirin, 2004 Aralık ayında, bunları yaptığınıza kanaat getirirsek, ‘geciktirmeden’ müzakere başlatma kararı verebiliriz‘ deniyordu.

Biz Aralık ayında, Avrupa Birliği’nden ‘Müzakere başlatma kararı’ bekliyoruz.

Bu konuda hata mı yapılıyor yoksa son zamanlarda, Avrupa Parlamento’su seçimleri nedeniyle Türkiye karşıtı havadan etkilenen politikacılar mı geri adım atıyor?

Eğer ikincisi doğruysa ve yıl sonunda olumsuz bir kararı, ‘Biz zaten tarih bekliyorduk, müzakere kararı değil’ gerekçesiyle kabul edilir hale getirme hesapları yapılıyorsa, çok yanlış.

Kıbrıs gibi birçok konuda, doğru bir liderlik yapan hükümet nedense iş meyveleri toplamaya geldiğinde aniden ‘ölçülü’ tavır sergilemeye başlıyor. Müzakere kararı konusunda da bu olmaz umarım.

* * *

BEN Leyla Zana ve diğer DEP milletvekillerinin serbest bırakılmış olmalarına, Avrupa Birliği’nden gelen taleplere yanıt verildiği için değil, önce insan olarak sonra da vatandaş olarak çok sevindim. Daha iyi, daha demokrat, daha zengin, insan haklarına daha duyarlı bir ülkeyi paylaşma adına, bunun daha da gelişmesi için birlikte mücadele edileceği için çok sevindim.

Bu kararın siyasi bir girişim sonucu değil de Yargıtay tarafından alınmış olmasının önemin Hollanda Büyükelçisi S. Gosses, şu sözlerle dile getirdi: ‘DEP kararını, Avrupa’nın isteği üzerine AKP hükümeti değil, Türk yargısı verdi. Bu, reformların özümsenmesinin, Türk devletinin dönüşümünün göstergesidir.

Türkiye ile ilgili kararın verileceği Temmuz-Aralık 2004 döneminde AB Dönem başkanlığını üstlenecek olan Hollanda’nın Ankara’daki Büyükelçisi Gosses, beş yıldan beri Türkiye’de. ‘Son zamanlarda her yerde aynı şeyi duyuyorum, herkes modernleşmekten söz ediyor’ diyor Büyükelçi ‘Önceleri reformlar AB için yapılıyordu, oysa artık Türkiye modernleşmek için adım atıyor. Avrupa genişlemesinin prensibi de bu zaten.
Yazının Devamını Oku

Moda

13 Haziran 2004
<B>ATLI </B>Köşk’ün kapısından girerken, <B>Anatol France</B>’ın bu konuda ilginç bir şey söylediğini düşünüyordum. Dönüşte buldum.‘Geleceği görebilmek için bir kadın moda dergisine bakmak gerekir’ diyordu Fransız yazar Anatole France, ‘Kadınların fantazileri, insanlığın geleceği hakkında bana filozofların, romancıların, yorumcuların ya da bilim adamlarının söylediklerinden daha fazla şeyler söyleyecektir.

Sabancı Müzesi’nde, Beymen’in desteğiyle gerçekleşen ‘Paris-St.Petersburg, Avrupa Modasının üç yüz yılı’ sergisi, geçmişte gezerken geleceğin sesini duyuruyor insana.

Vakitsizlik nedeniyle, yaşadığım bu kentin bana sunduğu birçok güzellikten mahrum olmamak için, görmek ve izlemek istediklerim için zaman yaratmaya kararımı verdim ve Cuma sabahı, erken bir saatte bu sergiye gittim. İyi ki de gitmişim. Kaçırılmayacak bir ‘hediye’ İstanbullular için.

Takıntı her zaman değil ama bazen de yararlı olabiliyor. Rus moda tarihçisiAlexandre Vassiliev de eski giysilere takmış bir sanatçı. 14 yaşından beri çöp tenekelerinden, eskicilerden tozlu, lekeli demeden giysi ve aksesuvar topluyor.

10 bin parçalık koleksiyonundan bir kısmının yer aldığı bu sergi, daha önce izlediğim moda sergilerinden çok farklıydı.

Sabancı Müzesi’nin Müdürü Nazan Ölçer, ‘teknoloji, yönetim anlayışı, tarihi değiştiren siyasi olaylar yaşam biçimlerini nasıl değiştirdiyse, moda da bu değişimden etkileniyor’ diyor.

Sergi, elbiselerden yola çıkarak üç yüz yıllık tarihin derinliklerinde dolaştırıyor insanı..

* * *

‘KADINLARIN yeri evidir’
inancının hakim olduğu 18. yüzyılda korseler, geniş etekler içinde hareket imkanı bırakmayan giysilere bakarken, incelikleri dikkatimi çekti. 36 beden mankenleri bile inceltmek durumunda kaldıklarını söyledi Nazan Ölçer. Moda, o dönemde saray ve zengin kadınlar içindi. Tarladakiler için değil.

Toplumda kadınların durumlarında meydana gelen değişiklik ve rollerinin farklılaşmasıyla moda da değişiyor. Bir moda tarihçisi, ‘Kadınlar oy hakkına sahip oldukça ve yasal ve ekonomik olarak durumlarını düzeltip bağımsızlıklarına kavuştukça giysileri de bu değişimi yansıtmaya başladı’ diyor.

Korselere, kat kat eteklere, modanın statü sembolü dağıtan değiştirilemez çizgilerine baktıkça, bugünkü özgürlüğün kıymetini anlıyor insan.

Eşitlik, insan hakları, demokrasi, çok kültürlülük kavramlarının hayatımıza daha fazla girmesiyle, herkesin kendisini istediği gibi ifade ettiği günümüzde, moda da bu çeşitliliğe boyun eğiyor.

Folklorik etkileri, etnik yansımaları, ‘Savaşa hayır’ sloganlı giysileri ile moda da bir iletişim aracı halinde.

* * *

KILIK
kıyafet üzerinde ideolojik fırtınaların koptuğu günümüzde, bu durum nerede ve nasıl noktalanacak?

Bugünkü farklılaşma, aynı hızla devam edecek mi?

Teknoloji kullanımının giderek yaygınlaşmasıyla, yaşam biçimleri arasındaki benzerlik, ortak üslup ve dilin paylaşımı artarken farklılıkların ‘moda’laşması, onları gerçek farklılıklar olmaktan çıkartacak mı?

Anatol France’ın önerdiği gibi, moda üzerinden yarını tahmin etmek eğlenceli.
Yazının Devamını Oku

Soykırım iddiaları ve Beneş olayı

11 Haziran 2004
<B>AVRUPA</B> Parlamentosu seçimleri ve Türkiye’nin müzakere virajını almak için reformlara hız vermesi, Avrupa’da bazı <B>‘fırsatçı’ </B>çevreleri harekete geçirdi. Fransız Sosyalist Partisi Genel Sekreteri François Hollande, Ermeni soykırımı konusunun, siyasi kriterler arasına girmesi için çaba harcıyor.

Hollande, Taşnak Partisi Merkez Komitesi Başkanı Murad Papazyan ile geçen hafta Paris’te düzenlediği basın toplantısında, ‘Avrupa Parlamentosu’ndaki sosyalist grubun, Türkiye’nin AB ile müzakeresine Ermeni soykırımının Türkiye tarafından kabul edilmesinin bir şart, bir kriter olduğunu benimsemesini amaçlıyoruz’ sözleriyle düğmeye bastı.

Hollande, Avrupa Sosyalist Grubun yeni başkanı Rasmussen ile görüşüp, bu konunun aralıktan önce gündeme alınmasını sağlayacaklarını da açıkladı.

Hatta Cumhurbaşkanı Sezer’e mektup bile yazarak soykırım iddialarının kabul edilmesini istedi.

* * *

FRANSIZ Sosyalistlerin, Türkiye’nin önüne yeni bir siyasi kriter dayatmaya kalktığı bu günlerde, bazı Alman politikacılar da, yine oy avcılığı için bir başka ‘tehcir’ sorununu dillerine dolamışlardı.

Konu, Çekoslovakya’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında topraklarından sürdüğü Alman ve Macarların haklarının iadesi idi. Çek Cumhuriyeti, Beneş kararnamelerini lağvetmeliydi.

Bu çok ilginç bir öyküdür, anlatayım.

Eduard Beneş, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi’lerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle ülkede yaşayan 3 milyon Alman ve 30 bin kadar Macar asıllı Çekoslovak’ı vatandaşlıktan atmış, mal varlıklarına el koymuş ve sınırdışı etmişti. Bu kararlar Çek Cumhuriyeti Anayasası’nda hálá duruyordu.

Muhafazakar Alman politikacılarından Edmund Stoiber ve Macaristan Başbakanı Victor Orban, iki yıl önce bu kararların artık Çek Anayasası’ndan kaldırılmasını istediler. Bunlar orada durdukça Çek Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği üyeliğinin mümkün olmadığını savundular.

Çek Yönetimi kabul etmedi. Bu argüman kabul edilir ve Anayasa’dan Beneş kararnameleri kaldırılırsa, milyonlarca Alman ve Macar’a tazminat hakkı doğabilirdi. Prag, tarihi koşulların dayatmasıyla atılmış olan adımların bedelini şimdi ödemek istemiyordu. Gerekçe böyle açıklandı.

Ve hepimizin bildiği gibi, Çek Cumhuriyeti 1 Mayıs 2004’te Avrupa Birliği’ne üye de oldu.

* * *

NASIL oldu? Bu konu çok tartışıldı. Avrupa Parlamentosu AB hukukçularından görüş bile aldı.Çek Cumhuriyeti’nin itirazı AB ilkelerine aykırı değildi. Ve Avrupa’nın önde gelen iki sorumlu ağzı bu konudaki ilkeleri şu sözlerle ifade etti:

AB Komisyonu Başkanı Prodi, Mayıs 2002’de Brüksel’de, ‘Geleceğe bakmalıyız. AB, affetmek ve yeni bir sayfa açmak anlayışı temelinde kurulmuştur’ diyordu.

Günter Verheugen ise 11 Nisan 2002’de Prag’da yaptığı açıklamada şunları söylüyordu:

‘AB Antlaşmasına göre, üye ülkeler ve Avrupa Birliği kurumları aday ülkeler hakkında, geçmişte yaptıkları ile değil, şimdiki uygulamaları ile karar vermek durumundadırlar. Çek Cumhuriyeti’nin başarısı geçmişin meseleleri hakkındaki tartışmalarla gölgelenmemeli.’

Bu yanıtları, sığ çıkar hesapları uğruna Türkiye, Ermenistan ve Avrupa Birliği’nin ortak geleceklerini gölgelemeye kalkışmaması için Bay Hollande’ye de anımsatmak isterdim.
Yazının Devamını Oku

Normandiya ile Irak bir mi

7 Haziran 2004
PARA ve güçten daha önemli ne olabilir? Var mıdır ha? Var mıdır?<br><br>Elinde gücü olan her istediğini yapar. Yapamaz mı ha? Yapamaz mı? Geçen yıl Amerika’nın Irak’a müdahalesini tartışırken, fikirlerini sadece bu yaklaşım üzerine inşa edenlerin estirdiği fırtınayı anımsıyor musunuz?

Ama hayat, güç dengesinin hiç de o kadar sade olmadığını, tersine çok ama çok karmaşık olduğunu gösterdi bize.

Dün ABD Başkanı Bush, Avrupa’nın Nazi işgalinde kurtulmasının dönüm noktası olan Normandiya çıkarmasının yıldönümü nedeniyle Fransa’daydı. İki gün önce de Roma’nın Naziler’den kurtuluşunu İtalyanlarla kutladı.

Normandiya çıkarmasının yıldönümlerinde Amerikan başkanları önemli mesajlar verdi dünyaya.

Başkan Reagan, 40’ıncı yıldönümünde Normandiya sahillerinden seslenirken, Avrupa ile ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı mücadeleyi de omuz omuza başarıya ulaştıracağını söylemişti.

Clinton ise 50’inci yıl dönümünde yaptığı tarihi konuşmada, Normandiya kahramanlarna seslenerek, ‘Biz sizlerin diktatörlerin elinden kurtardığı oğullarınız ve kızlarınızız... Beş yıl önce bir başka kurtuluş mucizesi geçekleşti ve komünizm çöktü... Şimdi yeni bir çağın başındayız’ diyordu.

Başkan Bush’un ziyareti de, 60 yıl önce Avrupa’ya özgürlük getiren ABD’nin, şimdi aynı amaçla Irak’ta olduğu temasını işliyordu.

Bu parallelik çabası ikna edici değildi ama başka bir gerçeği, Irak’ta istikrara geri dönüş için uluslararası işbirliğinin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor.

Irak’ın Normandiya’dan farkı tam da bu noktada değil miydi zaten?

* * *

ABD Başkanı Bush’un, Roma’daki konuşmasında, ‘Demokratikleşme, batılılaşma değildir. Özgürlüğün dünyada değişik biçimleri olabilir’ sözleri dikkatinizi çekti mi?

İnsan hakları, kadın hakları, eşitlik filan derken, ‘görecel demokrasi’ye varan bir esnekliğin ardındaki uzlaşma arayışı, başta izlenen, ‘dediğim dedik’çi çizgiye hiç uymuyor.

Irak’ı seçimlere taşıyacak olan yeni hükümetin başına, Bremer’in karşı çıkmasına rağmen Gazi El Yaver’in getirilmesi tesadüf değil tabii.

Gazi El Yaver, Irak’ın en güçlü aşiretlerinden Şammer aşiretine bağlı. Suriye sınırından Musul ve Bağdat’a kadar en sulak topraklara hakim olan bu aşiretin bir kolu Suudi Arabistan Krallığı’na, diğeri Kuveyt emirliğine uzanıyor.

‘Osmanlı zamanında da Irak’ın hakimi onlardı’ deniyor. Bu güçlü aşiretin temsilcisinin, üstelik de Amerikan işgaline karşı olduğunu açıkça söyleyen Şeyh Gazi’nin devletin başına geçmesi, Irak’ta düzeni sağlamak için Bush Yönetimi’nin vardığı bir uzlaşma.

Şiilerle ilişkilerde de aynı şey oldu. ABD, başta desteklediği İran yanlısı Şii örgütlerine karşın, Irak milliyetçisi Sadr ile uzlaştı.

Bremer’i, Saddam’ın ordusunu dağıtmakla eleştiren Başbakan İyad Allavi’nin açıklamaları da ilginç. ‘Saddam iktidarında görevli olanların uzmanlıkları, İslamcı ve radikallere karşı güvenlik ve istihbaratımızı yeniden yapılandırmak için hayati önemde. Bu nedenle önümüzdeki hafta Baas Partisi üyelerinin yeni yönetimde görev alabilmeleri için karar alacağız.

Irak ile ilgili şu anda tartışılan Güvenlik Konseyi kararı da bir uzlaşma metni olacak. Irak’ta istikrar hem ülke içinde hem de uluslar arası alanda uzlaşmaya bağlı.

Ardında faşizme karşı ortam mücadele iradesi yatan Normandiya zaferi, sadece ‘uzlaşma gereği’ açısından Irak’a bir örnek teşkil edebilir.
Yazının Devamını Oku

Bize dair

6 Haziran 2004
<B>SON</B> bir ay içinde iki uluslararası mesleki toplantıyı izledim. İlki 15-18 Mayıs tarihleri arasında Varşova’da düzenlenen, Uluslararası Basın Enstitüsü IPI’ın, ikincisi de İstanbul’daki WAN toplantısı. Her iki toplantıda da, meslek içi iletişim ağının dünya çapında giderek güçlendiğini gördüm.

Ne yazık ki, kaba bir rekabet anlayışı yüzünden Türkiye medyasının bazı önemli kuruluşları, İstanbul’daki toplantıdan kendilerini dışladılar.

Dünyayı küçülten bu trendin dışında kalmak yerine, katılıp eleştirileri, görüş ve önerileri seslendirmek daha doğru olmaz mıydı?

Uluslararası meslek kuruluşlarının anahtarı kimsenin elinde değil, katılım herkesin kendi girişim ve isteğine bağlı.

IPI toplantısında da aynı şeyi gördüm. Orada da, Türkiye’den Doğan grubu dışında diğer medya kuruluşlarından temsilci olmaması sadece tesadüf müydü?

Sivil toplumun, uluslararası iletişim içinde kendi sesini daha fazla duyurması her geçen gün daha fazla önem kazanıyor.

Medya örgütleri de bunun bir parçası. Bu işle uğraşanlar, medya sahipleri örgütlenme ve meslek içi iletişim, araştırma ve gelişme için de kaynak ayırmak zorunda hissetmeliler kendilerini.

* * *

IPI toplantısının ana sponsoru ‘Gazeta’ idi. Polonya’da, Sovyet sistemine ve Jaruzelski’nin baskı rejimine karşı yükselen Dayanışma Hareketi’nin güçlenmesi amacıyla yasa dışı bir gazete olarak yayın hayatına başlayan ‘Gazeta’, WAN tarafından da ‘yılın gazetesi’ seçilmişti.

Avrupa’nın önde gelen gazeteleri arasına giren ‘Gazeta’nın başarısı öncelikle, kendi içindeki duvarları yıkan, gazeteyi hazırlayanlar arasında, canlı bir iletişime olanak veren çalışma ortamıydı. Reklam servisi ile yakın çalışma ikinci özellik olarak ortaya konuyordu. Ama ‘başarının en büyük sırrı’nı, gazetenin Genel Yayın Yönetmeni ve Dayanışma Hareketi’nin öncülerinden Adam Michnick şöyle açıklıyordu:

‘Ticari olarak attığımız büyük adımlara rağmen, 15 yıl sonra bugün bile Dayanışma Hareketi içinde geliştiğimizi aklımızdan çıkartmayız. Onun, halkın egemenliği, demokrasi, insan hakları, kendi kaderini tayin hakkı ve dini tolerans ilkeleri, yayıncılıktaki önceliklerimizdir.

* * *

MİLLİYET Gazetesi’nin başarılı organizasyonuyla gerçekleşen WAN toplantısında, teknoloji medyası döneminin, sadece bir araç değişimi değil, bir zihniyet değişimini de dayattığı noktası öne çıktı. Çünkü, esas olan kaliteydi.

Evet, koşuşturma çağında insanların uzun uzun okumaya hatta seyretmeye bile vakitleri ve sabırları yoktu. Haberler, programlar kısalmalı, her şey ‘kompakt’ olmalıydı. Telefon ekranlarına sığacak kadar ‘kompakt’.

Tamam da yeterli mi? Katıldığım tartışmalarda varılan ortak nokta bunun, okuyucu, izleyici, tüketicinin beklentisini karşılamaya yetmediğiydi.

Medya, gazeteleriyle, televizyonuyla, radyosuyla, internet gazeteleri, haberleri, reklamları ile ‘en yüksek kalite’yi yakalamak zorundaydı.

En doğru, en derin, en iyi araştırılmış haberler; en estetik, en çekici, en doğru sunumlar.

Kalemimizin ucu ne kadar sivri olursa olsun, teknolojik olanaklarımız ne kadar gelişirse gelişsin, gazeteciler kameramanlar, medyanın tüm çalışanlarıyla ‘hayatı haberleştiren’ bizleriz.

Kalitenin aranması gereken yerdeyiz.
Yazının Devamını Oku

Raporun getirdiği

4 Haziran 2004
<B>İLK </B>kez, ilk kez Kıbrıs ile ilgili bir raporda Kıbrıslı Rumlar çözüme karşı çıkan taraf olarak suçlanırken, Türklerin attıkları adımlardan övgüyle söz ediliyor. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın raporu esas olarak Türklerin bugüne kadar haksız yere cezalandırıldıklarını da kanıtlıyor.

Bugüne kadar, ‘çözümsüzlük’ diye direnenlerin Kıbrıslı Türkler ve Türkiye’yi uluslararası platformda taşıdıkları nokta karşısında, samimi biçimde çözüm için çaba harcayanların toplumlarını getirdikleri avantajlı konum arasındaki fark da ortaya çıkıyor.

Ama hemen söylemeliyim ki, Annan’ın raporu sihirli bir değnek gibi tüm kapıları açacak değil.

Annan’ın ortaya koyduğu sonuç, Türkiye ve Türk tarafının sürdürmekte olduğu ve sürdürmeye devam edeceği diplomatik mücadelede destek sağlayacak.

Bu da bir şey mi diyerek sonucu küçümseyenlere bir sorum var, ya tersi olsaydı?

* * *

BM Genel Sekreteri, raporunda Güvenlik Konseyi’ni Kıbrıslı Türklere yönelik ambargoları kaldırmaya çağırıyor. İzolasyona son verilmesi gerektiğini söylüyor.

Annan, ‘Güvenlik Konseyi üyelerinin, birleşme hedefine taahhütlerini sürdürmeleri için Kıbrıs Türkleri ve Türkiye’yi cesaretlendirmeleri gerektiğine inanıyorum. Bu hedef için -tanınmaya ya da bölünmeye yardımcı olmak amacıyla değil- Güvenlik Konseyi üyelerinin, Kıbrıs Türklerinin kalkınmasını engelleyen tecrit kapsamındaki gereksiz kısıtlamalar ve engelleri ortadan kaldırmak üzere hem ikili işbirliği, hem de uluslararası organlarda bütün devletlere bir liderlik yapabileceklerini umuyorum’ diyor.

Bu çağrıya, Güvenlik Konseyi’nin nasıl yanıt vereceği belli değil, pazarlıklara ve ikili girişimlere bağlı.

Ama, ABD ve Avrupa Birliği’nin bazı hazırlıklar içinde olduğunu biliyoruz. Bunlar esas olarak ekonomik tecridi gevşetmeye yönelik adımlar.

Siyasi olarak, kuzeydeki Türk devletini güçlendiren bir yaklaşım var raporda. Ama ekonomik ambargoların gevşetilmesi, Türk tarafının güçlenmesi siyasi otoritenin de güçlenmesini getirecektir sonunda. Bunu da gözden uzak tutmayalım.

Annan’ın yaklaşımı, ikili ilişkilerde Türk tarafına şimdiye kadar sahip olmadığı olanakları sağlıyor. Tabuları yıkıyor.

Bunu küçümseyebilir miyiz?

* * *

‘EVET’ bir sonuç değil, Kıbrıslı Türkler ve Ankara için daha sıkı çalışma, daha çok çaba harcama gerektiren bir maratonun ‘start’ıdır sadece.

Kıbrıs Türk devleti, bu ilişkilerin arttığı süreç içinde muhatap alınacak ve kök salacak. Ama bu da kolay değil tabii. Çağdaş değerlere sahip bir siyasi otorite olamazsanız kimse sizi ciddiye almaz. İtibar etmez.

Bunları yazarken son zamanlardaki bazı gelişmelere dikkat çekmek istiyorum. KKTC’nin önde gelen gazetecileri, ‘Evet’i savundukları için şimdi onlarca yıl hapis cezası ongören davalarla karşı karşıya. Bu davalar, Kıbrıs Türk devletinin itibarını sarsmaktan başka işe yaramaz. Artık zaman, birbirine gol atma değil, takım ruhu ile calışarak Kıbrıs Türklerini daha ileriye taşımak zamanıdır.
Yazının Devamını Oku

Biz kimiz

31 Mayıs 2004
<B>BİZ</B> bu soruyu kendimize çok sorduk. Ama ne tek din, ne tek etnik köken arayışına girmeden yanıt aramanın doğru olduğu konusunda geniş bir uzlaşma sağlamamız gerektiğinde birleştik. Bunu başardık mı? Tam anlamıyla olmasa bile, Avrupa Birliği hedefi çerçevesinde, özgürlük sınırlarını genişleterek, doğru bir yolda ilerliyoruz. Irkçı ve milliyetçi siyasetlerde ortak çıkarlara aykırı bir sertlik olduğunu daha geniş kesimler anlıyor bugün.

Ama aksini savunanların, eşitlik değil hakimiyet mücadelelerine prim verenlerin soruları devam ediyor. Siz, biz değilsiniz.

Amerikan aşırı sağının önde gelen isimlerinden olan ve medeniyetler çatışması tezini savunduğu makalesi ile tartışma yaratan Harvardlı Profesör Samuel P. Huntington yeni kitabında Amerikan kimliğini sorguluyor.

Huntington, Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in arkasındaki Smith Richardson Foundation tarafından desteklenen kitabında, beyaz Amerika’nın güçlendirilmesi gerektiğini savunuyor.

Huntington’a göre Amerikan mozaiğinin birleştirici unsuru, Amerikan Protestanlığı. Avrupa’ya kıyasla Amerikan Protestanlığının, insan ile Allah arasına hiçbir farklı hiyerarşi sokmadığını, bu şekilde insanın ve bireyselleşmenin önem kazandığını ileri süren Huntington’a göre başka hiçbir din bu sonucu sağlamıyor. Amerikan liberalizminin farklılığı dini temelde yatıyor Huntington’a göre.

Amerika’ya ilk gelen göçmenler bu ortama ayak uydururken, şimdiki Meksikalı Katolik göçmenler ise, kazandıkları ayrıcalıklar ve haklar nedeniyle kendi kültürlerini koruyorlar ve Amerikan kültürü için ‘tehdit’ oluşturuyorlar.

‘Eğer Amerika, Fransızlar tarafından kurulsaydı, Quebec olurdu, Portekizliler hakim olsaydı Brezilya’ diyen Huntington’ın köklere dönüş çağrısı, beni medeniyetler çatışması tezinden daha fazla tedirgin ediyor.

* * *

BU ilk bakıldığında masum görünen yaklaşım, aslında çok tehlikeli ırkçı öz taşıyor.

Huntington’ın daha önceki yazılarında da var aslında bu aşırı sağcı muhafazakar bakış açısı.

Huntington, 1957’de yazdığı, ‘Asker ve Devlet’ başlıklı makalesinde, İkinci Dünya Savaşı’nda, ABD’nin izlediği Alman ve Japonya karşıtı çizgiyi eleştirmiş ve bunun Sovyetler’in güçlenmesine neden olduğunu ileri sürmüştü. Hitler’in ve faşizmin anılarının çok daha canlı olduğu yıllarda, bunları yazabilen biri, bugün açıkça ırkçılık yapmaktan neden utansın?

Amerika’ya, Müslümanlar daha sonra geldiler. Ama Katolikler ve Yahudiler, Amerikan kültür mozaiğinin asli unsurları olarak nasıl yok sayılabilir ki?

* * *

SAĞ en geleneksel düşüncelerini, mahkum edilmiş olan yaklaşımlarını, üzerinden çok zaman geçmesinin rahatlığıyla parlatıp piyasaya sürüyor.

Solun zaafı yüzünden oluyor bunlar. Irkçılık bir zamanlar utanılacak bir şeydi. Şimdi bunun ieolojisi yapılıyorsa, ‘azınlık haklarının ulusal kimlikleri sulandırdığı’ teorileri yapılıyorsa bu meselenin üzerine çok ama çok ciddi eğilmenin zamanı gelmiştir.

İki hafta önce Polonya’da, Avrupa Birliği’ne yeni giren ülkelerin aydınlarının katıldığı bir toplantıda, yeni dönemin büyük sorunları arasında en önemlisi, ‘güçlü bir sol hareketin yokluğu’ olarak gösterildi.

Sovyetler Birliği’nin dağılması, solun söylemlerinin tümünün hatalı olduğu sonucunu doğurdu. Oysa solun, ırkçılığa karşı kardeşliğin savunulduğu bir dünyayı öngören söylemleri, sağın eskilerinden daha onurlu değil mi?
Yazının Devamını Oku