Ferai Tınç

Bakü-Ceyhan varken neden Saros?

30 Ağustos 2004
KIYIKÖY’ü bilir misiniz? Karadeniz kıyılarında bir cennet. İstanbul’a çok yakın. Ama salaş, bakımsız. Aya Nikola manastırı, dikkatli gözle bakıldığında fark edilen tarihi dokusu, ağaçları, serinlikleri, akarsuyu ve doğal özellikleriyle eli yüzü toparlansa harika bir kafa dinleme yeri. Denizi de temiz.İşte Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in çantasındaki petrol boru hattı projesinin başlangıç noktası bu minik balıkçı limanı. Yılda 50-60 milyon ton petrol, Novorossisk limanından tankerlerle bu limana taşınarak boru hattına verilecek. Tabii projede bir de hattın bitiş noktası var. Ege kıyısında İbrikbaba. Yani dünyanın kendisini yenileme ve temizleme özelliğine sahip ender körfezlerinden olan Saros’a inecek petrol. Oradan yeniden gemilere yüklenerek Ege üzerinden Akdeniz’e indirilerek dünya piyasalarına gönderilecek. Rus yetkililer, projenin amacının İstanbul Boğazı’ndaki petrol tanker trafiğinin yükünü azaltmak olduğunu söylüyorlar. Son iki yılda Novorossisk’ten gelip boğazı geçen gemilerin oranında yüzde 30 artış olduğu söyleniyor. Geçen yıl boğazlardan geçen petrol miktarı günde 3 milyon varile ulaşmıştı. Kazakistan’dan gelecek olan petrolü de hesaba katarsak sıkışıklık daha da artacak. Yoğunluk, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın girişlerinde tankerlerin birikmesine ve bekleme süresinin artmasına yol açıyor. Beklemede geçen her gece ekonomik zarara neden oluyor. NATO Zirvesi sırasında Rus temsilcinin, Türkiye’nin boğazlardan serbest geçişi engelleyerek Montrö Antlaşması’nı ihlal etmekte olduğu şikayeti de bu trafik sıkıntısından kaynaklanıyordu. Türkiye, Uluslararası Denizcilik Örgütü İMO’nun şart koştuğu güvenlik önlemlerini aldı ve uyguluyor. Daha başka yapılacak bir şey yok boğaz geçişleriyle ilgili. Öyleyse en doğru alternatif, TransTrakya projesi mi? * * *TÜRKİYE açısından olayı değerlendirecek olursak benim aklıma şu sorular takılıyor. Kafkas petrolünün dünya piyasalarına ulaşması için büyük bir proje olan Bakü-Ceyhan petrol boru hattının inşası devam ediyor. Önümüzdeki yıl bu hat devreye girecek. Bakü-Ceyhan’ın ekonomik olarak anlamlı bir yol haline gelmesi için yılda en az 50 milyon ton petrolün bu hattan geçmesi gerekiyor. Bu miktara henüz ulaşılamadı. Kazakistan ile pazarlıklar sürüyor. Kazakistan petrolünün kapasiteyi zorlayacak biçimde Rusya’nın Novorossisk limanına yığılmasındansa, neden bir kısmı da Bakü-Tiflis-Ceyhan’a yönlendirilmiyor?BTC’nin kapasitesi yılda 50 milyon tonla sınırlı. Ama yapılacak ek inşaatlarla bu kapasite artırılamaz mı? Yetkililerle konuştum. Aldığım yanıt şu: ‘İlave pompa istasyonlarıyla kapasiteyi arttırmak mümkün.’ Öyleyse bunu konuşalım. Üstelik, paralel bir hattın çekilebileceği bile söyleniyor. Bu alternatifler neden tartışılmıyor? TransTrakya projesi petrolü iki kez gemiye yüklüyor. Bu iki limanlı petrol boru hattı projesi fiyatlara olumsuz yansımayacak mı? Kıyıköy’e kadar gemilerle taşınacak petrol, İbrikbaba’ya geldiğinde yine gemiye yüklenecek. Bu da petrolün birim fiyatına yansıyacak, pahalıya gelecek. Oysa Bakü-Tiflis-Ceyhan’ın tam kapasite ve üzerinde çalışması fiyatları aşağıya çekebilecek. Bir iç deniz niteliğindeki Ege, böyle bir trafik yoğunluğu için müsait mi? Karadeniz’de sadece 80 bin tonluk tankerler seyredebiliyor. Ege’de de durum farklı değil. Bu sulara 200-300 bin tonluk tankerler girebilecek mi? Ege, 200 bin tonluk bir geminin batması ya da petrolünün sızması durumunda ortaya çıkacak bir ekolojik felaketi kaç yılda telafi etme kapasitesine sahip? Bir kuzey denizi değil burası. Bir Akdeniz bile değil. * * *TÜRKİYE bu hafta ilk kez bir Rus Devlet Başkanı’nı ağırlıyor. Ondan 32 yıl önce gelen Sovyetler Birliği lideriydi. İki ülke arasındaki işbirliğini, imparatorluk ve soğuk savaş dönemi rekabetleriyle gölgelemeden derinleştirmek hepimizin yararına. Bunu sağlamak için, ortaklığa dayalı yeni zihniyet ortamını geliştirmekten başka çare yok.
Yazının Devamını Oku

Kadın hakları AB ile siyasi kriter

29 Ağustos 2004
<B>KADIN</B> hakları Avrupa Birliği’nin yeni koşulu değil. <br><br>Zeynel Lüle’nin, bizim gazetede yayınlanan haberini dikkatli okuyunca da anlaşılıyor zaten. Avrupa Komisyonu, 6 Ekim’de yayınlanacak ve Türkiye ile müzakerelerin başlatılıp başlatılmaması konusunda etkili bir referans niteliği taşıyacak olan raporda, beş noktayı mercek altına alacak.

Yargı bağımsızlığı, dini azınlıkların hakları, özgürlüklerle ilgili yasal düzenlemelerin uygulamaya yansıması, özellikle de güvenlik birimlerinde kötü muamelenin son bulması, Güneydoğu’da köye geri dönüş için neler yapıldığı ve kadın hakları.

Bir toplumun uygarlık ve demokrasisi seviyesinin temel kıstasları bunlar.

* * *

EVET, kadın hakları Avrupa Birliği’nin şapkadan çıkardığı yeni bir koşul değil. Helsinki Zirvesi’nde adaylık statüsünün tanınmasıyla birlikte, Türkiye’nin gönüllü yükümlülük altına girdiği bir konu.

Avrupa Birliği ile ortaklaşa hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgesi’nde ve onun temelinde bizim kendi hazırladığımız Ulusal Programımızda var. Türkiye, müzakere sürecini başlatmak için kadın-erkek eşitliğini garanti altına almak için yasalarını değiştirmeyi taahhüt etti ve ‘uygulama’ sözü de verdi.

Avrupa Kopenhag kriterlerine bir yenisini mi ekliyor? Hayır. Cinsler arası eşitlik Kopenhag kriteri değil ama siyasi kriter. Tıpkı Kıbrıs gibi. Kıbrıs sorununu çözümü de sadece bir siyasi kriterdi ve Türkiye, siyasi diyalogun önünü tıkamamak için bu kriteri yerine getirdi.

* * *

NE kadar sıkıcı teknik ayrıntılar. Haklısınız, bir Pazar günü yazacak başka hiçbir şey mi bulamadım. Evet bulamadım. Yıllardan beri birçok kadın örgütü, gazeteci arkadaşlarım, uzmanlar aynı şeyi tekrarladı durdu. Kadın-erkek eşitliği, bir grup aydın kadının fantezisi değildir; Bu, bir zihniyet devrimi mücadelesidir ve bir medeniyet kriteridir diye.

Demek ki yetmedi. Hálá, Avrupa Komisyonu kadın erkek eşitliğine dikkat çektiğinde, ‘Bu da nereden çıktı’ diyebiliyoruz.

Eşitlik konusuna toplumda hassasiyet oluşturamamışız ki, Alt Komisyon’da, uzun tartışmalar sonucu kadınlar lehine yapılan düzenlemelerin 14 Eylül’de Meclis Genel Kurulu’ndaki görüşmede değiştirilmesi olasılığından hálá söz edebiliyoruz.

Demek daha çok yazmalı, daha çok tekrarlamalıyız. Sıkılmayın.

Çünkü, Avrupa Birliği üyeliği gibi köklü bir değişim ve uyum projesini yüzeysel bir kavrayışla sonuna götürmek mümkün değil.

* * *

TÜRK Ceza Kanun Tasarısı hazırlanırken, kadın örgütleri bir platform çatısı altında güç birliği yaptılar. TCK Kadın Platformu, birkaç gün önce Başbakan Tayyip Erdoğan’a hitaben açık mektup yayınladı. TCK tasarısında, töre cinayetleriyle ilgili suçlarda indirim kaldırılırken, ‘namus cinayetleri’nin bu kapsam dışında kalmasını eleştirdiler. Bekaret testlerinin tamamen yasaklanması. Cinsel yönelim konusunda ayrımcılığın önlenmesi tasarıyla ilgili diğer talepler.

Mesele sadece ceza yasasıyla sınırlı değil tabii. İş kanununda, kadın-erkek eşitliğine ilişkin AB direktiflerinin uygulanması, Sosyal Güvenlik alanında ayrımcılığın kaldırılması, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Teşkilat Yasası’nın çıkartılması da hızla ele alınması gereken konular.

Kadın-erkek eşitliğini kendimiz için, hak ettiğimize inandığımız için gerçekleştirmeye çalışmalıyız. Bu da zihniyet engellerini aşmakla mümkün. Kadın örgütlerinin çabaları kadar, siyasi liderlik de çok önemli. AKP, gelenekselciliğin tutucu kalıplarını aşmada liderlik üstlenebilecek mi? Bütün sorun burada. Avrupa’nın takıldığı da bu zaten.
Yazının Devamını Oku

Diyarbakır, Taksim kadar yakın

27 Ağustos 2004
<B>DİYARBAKIR </B>Belediye Başkanı <B>Osman Baydemir</B>’e sordum.<br><br><B>‘Taksim Meydanı’na benimle yürür müsünüz?</B> <B>Heykelin önünde bir resminizi çekmek istiyorum.</B>’ İstanbul’u ziyaret eden başkan ile görüşmeye gittiğimde böyle bir niyetim yoktu. Ama onu dinlerken, bir yandan da kendimle hesaplaştım ve Türkiye’nin göbeği sayılan Taksim’in ortasında, modern Türkiye’yi anlatan heykelin altında resmini çekmek istedim.

Çatışmalarla heba olan o acılı yıllarda, ben Diyarbakır’ı daha fazla düşünürdüm. Daha fazla ilgilenir ve daha sık giderdim.

Hesap ettim bir yılı geçmiş Diyarbakır’ı ziyaret etmeyeli. İşlerin yoluna girmeye başladığını düşünüyordum herhalde. Öyle miydi acaba? İşler yoluna girmeye başlamış mıydı?

* * *

‘DİYARBAKIR’da hepimizin en çok korktuğu şey, kentimizin yeniden çatışma ortamının içine itilmesiydi. Yaraların sarılması için istihdam olanaklarının geliştirilmesi gerekiyor. Yerli ve yabancı yatırımcıya kentimiz güvenlidir dedik, herkesi davet ettik. Bakın, çatışmalar baş gösterir göstermez turizm sıfıra indi. 50-60 milyon Euro’luk yatırım görüşmeleri yapıyorduk. Durdu.’

Belediye Başkanı Osman Baydemir’e, çoğumuzun aklını kurcalayan soruyu sordum. ‘Neden çatışma ortamını ateşlemek isteyen bir terör örgütünün militanının ailesine baş sağlığı dilemeye gittiniz?

Mardinkapı’daki çatışmanın haberini alır almaz, hastaneye koştuğunu söyledi Baydemir. ‘Yaralı polisleri, Meclis üyesini ve ölen polisin ailesini ziyaret ettim o gün. Hepsine baş sağlığı diledim. Bu olaydan sonra, Hevsel bahçelerinde operasyon başladı. Beş bin nüfuslu bir bölgede 11 gün operasyon sürdü. Halk sıkıntıya düştü. Gıda stokları tükendi. Halkın isteklerini tespit etmek için Hevsel’e gittiğimde bölgeye girişime izin verilmedi. Gerçekten her an yeni olaylara neden olabilecek bir gerilim vardı o 11 gün içinde kentte. İki örgüt militanı operasyonda ölü olarak ele geçirildi ve güvenlik kordonu eşliğinde defnedildiler. Mezarlıkta olay çıkma olasılığından korkuyorduk.Ama olay çıkmadığını öğrenince derin bir nefes aldım.

Daha sonra Belediye Başkanı taziye evinin açıldığını duymuş ve aileye ziyarete gitmiş. ‘Bu gelişmeyi kendi başına bırakamazdım. Kentteki tansiyonun düşmesi için bunu gerekli gördüm. Evet büyük risk üstlendim. Ama ben bir ana babayı ziyaret ettim. Bu, bin yıllık bir gelenek. Hele de kentte tansiyon düşmesini engelliyorsa risk alırım.

Ayrıca ‘Aileleri böyle ayırmak hiç doğru değil. Bu ana babanın bir oğlu da şu anda askerlik görevini yapıyor. Onlar terörist ailesi mi, Mehmetçik ailesi mi?’ diyordu Diyarbakır Belediye Başkanı.

* * *

1993 yılına kadar Diyarbakır dışına çıkmamış olan Osman Baydemir, Dicle Ünversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. 33 Yaşında. Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal sorunlarla en fazla hırpalanmış büyük kentlerinden birinin yönetiminde. Konuşurken, onun da her belediye başkanı gibi siyasi bir vizyonu olduğunu görüyorum. Vizyonunu istikrar ve kentin gelişimi, halkın ekonomik durumunun iyileşmesi üzerine oturtmuş. Baydemir, ‘21’inci yüzyılda silahla, şiddetle hiçbir şey elde edilemez. Bir Kürt gencinin, kardeşine ya da devlete silah çekmesini anlamsız hale getirmek lazım. Şiddet çağrılarına başta Kürt toplumunun karşı çıkacağı sosyal zemini oluşturmak lazım’ diyor. ‘Ben doğru bildiğimden vazgeçmeyeceğim. Dönem isyan değil inşa dönemi. Bir iki yıl istikrar devam etse, Diyarbakır düzelir. Bakın biz İstanbul’a her gün onlarca potansiyel suçlu çocuk gönderiyoruz. Bunlar konuşulmuyor ama kentimizde çocuk suç oranında patlama var.

* * *

DİYARYAKIR’a geri dönmeliyim. Güneydoğu özel bir bölge. Ama biz rehabilitasyon politikaları üretmek için hiçbir şey yapmadık. Teröre karşı mücadelenin başarıyla sona ermesi yetmiyor. Diyarbakır’ı Taksim kadar yakın, Taksim kadar yanı başımızda hissetmemiz gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Irak ve hatalar

23 Ağustos 2004
NECEF’te, Irak milliyetçisi Şiilerin ayaklanması, ne siyasi ne de askeró yöntemlerle çözüme kavuşturulabiliyor.Irak’ın CİA bordrolu, Geçici Yönetim Lideri İyad Allawi, ülkenin en etkili ve güçlü aşiretinden geliyor olmanın verdiği ağırlığına rağmen yetersiz ve etkisiz.Önceleri, ‘dışarıdan gelen teröristlerin marifeti’ olarak gösterilen direnişin aslında bir halk ayaklanması olduğu artık açıkça ifade ediliyor. Her geçen gün, Irak’a savaş açarak müdahalenin ne kadar hatalı olduğunu ortaya koyuyor. Hem hata tek değil. Gelişmeler, Irak’ı kolay lokma olarak değerlendirenlerin her tahlil, her adım, her politikalarının yanlış olduğunu kanıtlıyor.Hatalar, muhalefete yapılan yatırımlarla başladı. Ahmet Çelebi’nin doğru yatırım olmadığı son anda görülü. Irak milliyetçisi Şiiler varken, İran’a sırtını dayayan El Hakim desteklendi. Bunun da doğru olmadığı anlaşıldı, halk İran’dan gelen değil ama, bağımsız Sadr’ın arkasında yer aldı. Kuzey Irak’ı güvenli bölge ilan ederek bu coğrafyada hem askeri hem de siyasi açıdan sağlam bir üs oluşturulabileceği hesapları yapılıyordu.Olmadı tabii. On yıldan fazla bir süre içinde gelişen Kürt bağımsızlık iradesi, artık karşısında engel görmek istemiyor. Bir hafta önce, Kofi Annan kaleme aldığı mektubunda acı acı yakınıyordu. * * *BM’nin kuzey Irak’taki büroları Talabani ve Barzani yönetimlerinin görevlileri tarafından talan edilmiş. İçerdeki bilgisayar ve diğer tüm eşyalara el konmuş. BM kaynaklarına göre, Kürt yetkililer, ‘Bunlar Saddam yönetimi sırasında petrol karşılığı anlaşmalar çerçevesinde temin edildi. Bu petrol bizimdi. Mallar da bizimdir’ diyorlarmış. Oysa Bush Yönetimi, Irak’ta Birleşmiş Milletler varlığının görülebilir düzeye gelmesiyle siyaseten rahatlayacağı hesapları yapıyordu. Olmuyor. Kürtler bile buna destek vermiyor. * * *ÖNCEDEN hesaplanmayan bir başka konu da petrol. ABD, Irak’ta kendisine bağlı ama ülkeyi kontrol edebilecek güçte merkezi bir hükümet öngörüyor. Irak’ta güçlü hükümet farklı çıkarların uzlaşması ile mümkün. Oysa ülkenin en önemli gücü olan petrol konusunda, ‘ortak ulusal çıkar’dan tam anlamıyla söz etmek mümkün değil. Kürtler, kuzeydeki petrol sahalarının kendi tasarruflarında olmasını istiyorlar. Araplar buna karşı. Hükümette son zamanlarda bazı petrol anlaşmaları konusunda çıkan tartışmalara, Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başbakanı Neçirvan Barzani’nin Financial Times Gazetesi’n geçen hafta gönderdiği mektupla verdiği yanıt da bunun kanıtı. ‘Halen üretimde olan petrol kuyularının yönetiminin merkezi hükümette olmasını öneriyoruz. Ama bölgemizde yeni bulunan yataklar ve bunların yönetimi bize aittir.’ Çıkarlar bu kadar farklılaştıktan sonra, güçlü ve kalıcı bir merkezi hükümet olasılığı ne kadar gerçekçidir? * * *IRAK’ta çatışmaya yol açacak sürtüşme noktaları eskisine göre daha fazla görülür hale geliyor. Her denge arayışı, taraflardan birinin memnuniyetsizliğine neden oluyor. Zaten, bu kadar karmaşık çıkarları birleştirecek bir güç yok ortada.Amerika diyorsanız, yanıtım ‘çok geç’. Felluce’den vazgeçmek zorunda kalan, Ramadi ve Samarra’dan kapı dışarı edilen, Bakuba, Tikrit ve Musul’da denetimi tam olarak elinde tutamayan, Bağdat’a bile hakim olamayan Amerikan askeró gücünün ve onun siyasi etkisinin kalıcı bir denge kurabileceğine hálá inanıyor musunuz?
Yazının Devamını Oku

Ege’de bir hayal gerçekleşiyor

22 Ağustos 2004
<B>KARDAK</B> krizinin ardından iki kadının el ele vererek çıktıkları yolculuk, arkasında gümüşi izler bırakarak devam ediyor. Sevgili arkadaşım Zeynep Oral ile Yunanistan’ın eski Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu’nun annesi Margerita Papandreu’nun ön ayak oldukları Türkiye-Yunanistan Kadın Barış Girişimi WİNPEACE, sabır ve ısrarla ilerleyerek Egeli kadınlar arasında turizm köprüsü kurdu.

Ege’nin en güzel fakat en yalnız bölgelerinden birinde üç köydeki kadınlar, WİNPEACE’in girişimiyle alternatif turizm projesi başlattılar.

Çevreyi koruyan ve yerel halkın durumunu iyileştirmeyi amaçlayan bir proje bu. Agro turizm projesi.

‘Eğlencenin dibine vurmaya yeminli’ insanlara hizmet verirken çevreyi de, yerel toplumsal dokuyu da tahrip eden kitle turizminin, Ege sahillerine verdiği zararı geçen yirmi yıl içinde başta Bodrum birçok bölgede gördük.

Eğlenmemeye yeminli, içine kapanık ‘haşemalı tatilci’ zihniyetin yarattığı çirkinlikleri görmek için ise Altınoluk’tan itibaren Ege kıyılarını güneye doğru takip etmek yeterli.

WİNPEACE’in girişimiyle, İzmir Karaburun’daki Sarpıncık, Parlak ve Küçükbahçe köylerinde yaşayan kadınların başlattıkları proje, sadece turizme değil ama doğaya, eski yapıların, geleneklerin ve sosyal dokunun korunmasına gerçek bir kurtuluş simidi uzatıyor.

Kent yaşamının öğüttüğü hoşlukları, doğasıyla, insanıyla, gelenekleriyle sunan agro turizm önümüzdeki yılların en fazla tercih edilecek tatil geçirme biçimi olacak. (Dünya Ticaret Örgütü WTO’ya göre, dünyada turizm %4 büyürken, doğa turizmi % 10-30 arasında büyüme gösteriyor.)

Bu proje bu açıdan da önemli bir örnek oluşturuyor. Bugün Ege’de, yarın Türkiye’nin her yerinde. Neden olmasın?

* * *

YUNANİSTAN bir agro turizm cenneti. Agro turizm sayesinde halk para kazanmaya ve kalkınmaya başladığından, iç göç yavaşlamış. Kültürel zenginlik korunmuş. Birçok bölgede köy kadınları kurdukları kooperatiflerle bu turizmin itici gücü durumundalar. 100’den fazla agro turizm merkezinin bulunduğu Yunanistan’da en büyük merkez, Limni adasındaki Petra agro turizm kadın kooperatifi.

İşte WİNPEACE’in girişimiyle, Petra kadınları deneyimlerini Karaburun kadınları ile paylaşmaya başladılar.

* * *

KARABURUN Kadınları Agro Turizm projesi, üç köyden 18 kadının katılımıyla kuruldu. Çalışmalara katılamadım ama arkadaşlarımın özverili çalışmalarını yakından izledim. Bu proje, barışa inanan Türk ve Yunan kadınlarının en büyük hayali oldu. Önce yer arandı, Ege adım adım gezildi. Sonra Karaburun’da karar kılındı. Türkiye ile Yunanistan arasındaki en yakın mesafelerden biriydi Karaburun. Sahilleri ve doğasıyla bir mücevher değerinde olan üç köy, uzaklığı nedeniyle kitle turizmine kapalıydı daha. Köylere gidildi kadınlarla konuşuldu, eğitimler yapıldı. Kooperatifler hakkındaki hukuki ve finansal bilgiler, pansiyonculuk standartları, temizlik, müşteri ile iletişim gibi konuların yanı sıra toplumsal cinsiyet ve kadın dayanışması konularında da sohbet toplantıları düzenlendi. İzmir Valisi çalışmalardan haberdar edildi, köyleri ziyaret etti. Köylüler ilk kez vali gördüler. İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Mimarlık Fakültesi evlerin pansiyon haline dönüştürülmesi için devreye girdi.

Ama üç köyün kadınlarının en heyecanlı deneyimi, Petra’ya Yunanlı komşularının yaptıklarını görmeye gidişleriydi. 20 yıl önce, onlar gibi sıfırdan başlayan Petralı kadınlar deneyimlerini anlattılar. Birlikte yemekler pişirdiler, dostluklar kurdular.

Sarpıncık, Parlak ve Küçükbahçeli kadınlar bugünlerde hummalı bir çalışma içinde. Önümüzdeki hafta sonu ilk kez konuk ağarlayacaklar. Kendilerini tanıtacaklar. Türkiye’nin ilk agro turizm projesi, barışa inanan kadınların desteği, işbirliği ve ısrarı sayesinde yola koyulacak. Bir hayal gerçek olacak.
Yazının Devamını Oku

Avrupa için ‘Türk Müslümanlığı’ raporu

20 Ağustos 2004
<B>‘MÜSLÜMAN nüfusun çoğunlukta olması Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılımının önünde bir engel mi?’<br><br></B>Türkiye ile müzakerelerin başlama kararının verileceği kritik eşikte, AB dönem başkanı olan Hollanda Hükümeti, bu sorunun yanıtını bulmak için ayrıntılı bir rapor hazırlattı. Hükümet politikalarının oluşumunda etkin rol oynayan ‘Hollanda Hükümet Politikaları Bilimsel Konseyi’ (WRR) raporunda ‘Türkiye’de nüfusun çoğunluğunun Müslüman olması, Avrupa Birliği üyeliği önünde bir engel teşkil etmez’ sonucuna vardı.

Araştırmaya göre, Türkiye’de laik ve demokratik devlet kök salmış durumda. Hatta, Türkiye Avrupa Birliği’nin en laik ülkelerinden Fransa’dan bile laik. Öyle ki, Türkiye’nin Müslüman olması değil ama devletin din işlerine, diğer AB ülkelerine kıyasla daha fazla müdahalesinin AB kriterleri ile bağdaşmadığı ileri sürülüyor araştırmada.

Ama esas soru başka. ‘Türkiye şeriat devleti olur mu?’

Türkiye ile müzakerelere başlamak, yarın Avrupa’nın kapısını bir ‘İslam devleti’ne açmak anlamına gelir mi?

Rapor, ‘Türkiye şeriat devleti olmaz’ diyor.

* * *

BU yanıtla Hollanda Hükümeti’nin ve kamuoyunun şüphelerini dağıtmayı amaçlayan çalışma, Türkiye’de, AKP gibi dini kimliği öne çıkartan partilerin bile devlet ve din işleri arasındaki ayrımı kabullendiklerini vurguluyor.

‘Yine de kendilerine has bir yaklaşımları var. Laik devleti kabul ediyorlar, aynı zamanda dini özgürlüklerin de artırılmasını istiyorlar. Kendi görüşlerini demokratik sistem çerçevesi içinde şekillendiriyorlar ama, bu çerçevenin dini çizgideki partilere daha fazla yer açmasını istiyorlar. Hukuk sisteminin laik yapısını ve kadın erkek eşitliği ilkesini sorgulamıyorlar’ deniyor.

Türkiye’de radikal dincilik tehlikesinin olmadığını savunan Bilimsel Konsey’e göre, devletin dine müdahalesi gevşese ve askerin siyasete müdahalesi son bulsa bile, ‘Türk İslamı ılımlı karakterini kaybetmeyecek dolayısıyla laik devlet tehlikeye girmeyecek.’

* * *

HOLLANDA Hükümeti’ne sunulan bu çalışmada, ‘Türk Müslümanlığı’ kavramının altının çizilmesi dikkati çekiyor.

Türk Müslümanlığı ayrımı, Avrupa kamuoyundaki olumsuz havaya karşı, bir nevi güvence arayışının aracı gibi ortaya çıkıyor.

Türkiye’de İslamcı bir tehlikenin bulunmadığı sonucuna varılırken şu gerekçeler sıralanıyor:

‘Türkiye’de nüfusun büyük çoğunluğu kararlı bir biçimde köktendinciliğe karşı. Ve ılımlı partilere oy veriyorlar. Türk halkının çoğunluğu laik devleti destekliyor ve şeriat devletine karşı çıkıyor. Bunlara ek olarak şiddete dayalı radikal İslamcı hareketler kitle temeli bulamıyor.’

Birkaç gün önce kitap olarak Hollanda dilinde yayınlanan araştırmanın İngilizce baskısı da eylül ortalarında çıkacak.

Ayrıntı istiyorsanız, araştırmanın İngilizce özetine Konsey’in web sitesinden ulaşmak mümkün. http://www.wrr.nl
Yazının Devamını Oku

Avrupa için ‘Türk Müslümanlığı’ raporu

20 Ağustos 2004
‘MÜSLÜMAN nüfusun çoğunlukta olması Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılımının önünde bir engel mi?’Türkiye ile müzakerelerin başlama kararının verileceği kritik eşikte, AB dönem başkanı olan Hollanda Hükümeti, bu sorunun yanıtını bulmak için ayrıntılı bir rapor hazırlattı.Hükümet politikalarının oluşumunda etkin rol oynayan ‘Hollanda Hükümet Politikaları Bilimsel Konseyi’ (WRR) raporunda ‘Türkiye’de nüfusun çoğunluğunun Müslüman olması, Avrupa Birliği üyeliği önünde bir engel teşkil etmez’ sonucuna vardı.Araştırmaya göre, Türkiye’de laik ve demokratik devlet kök salmış durumda. Hatta, Türkiye Avrupa Birliği’nin en laik ülkelerinden Fransa’dan bile laik. Öyle ki, Türkiye’nin Müslüman olması değil ama devletin din işlerine, diğer AB ülkelerine kıyasla daha fazla müdahalesinin AB kriterleri ile bağdaşmadığı ileri sürülüyor araştırmada. Ama esas soru başka. ‘Türkiye şeriat devleti olur mu?’Türkiye ile müzakerelere başlamak, yarın Avrupa’nın kapısını bir ‘İslam devleti’ne açmak anlamına gelir mi? Rapor, ‘Türkiye şeriat devleti olmaz’ diyor.* * *BU yanıtla Hollanda Hükümeti’nin ve kamuoyunun şüphelerini dağıtmayı amaçlayan çalışma, Türkiye’de, AKP gibi dini kimliği öne çıkartan partilerin bile devlet ve din işleri arasındaki ayrımı kabullendiklerini vurguluyor.‘Yine de kendilerine has bir yaklaşımları var. Laik devleti kabul ediyorlar, aynı zamanda dini özgürlüklerin de artırılmasını istiyorlar. Kendi görüşlerini demokratik sistem çerçevesi içinde şekillendiriyorlar ama, bu çerçevenin dini çizgideki partilere daha fazla yer açmasını istiyorlar. Hukuk sisteminin laik yapısını ve kadın erkek eşitliği ilkesini sorgulamıyorlar’ deniyor. Türkiye’de radikal dincilik tehlikesinin olmadığını savunan Bilimsel Konsey’e göre, devletin dine müdahalesi gevşese ve askerin siyasete müdahalesi son bulsa bile, ‘Türk İslamı ılımlı karakterini kaybetmeyecek dolayısıyla laik devlet tehlikeye girmeyecek.’* * *HOLLANDA Hükümeti’ne sunulan bu çalışmada, ‘Türk Müslümanlığı’ kavramının altının çizilmesi dikkati çekiyor. Türk Müslümanlığı ayrımı, Avrupa kamuoyundaki olumsuz havaya karşı, bir nevi güvence arayışının aracı gibi ortaya çıkıyor.Türkiye’de İslamcı bir tehlikenin bulunmadığı sonucuna varılırken şu gerekçeler sıralanıyor: ‘Türkiye’de nüfusun büyük çoğunluğu kararlı bir biçimde köktendinciliğe karşı. Ve ılımlı partilere oy veriyorlar. Türk halkının çoğunluğu laik devleti destekliyor ve şeriat devletine karşı çıkıyor. Bunlara ek olarak şiddete dayalı radikal İslamcı hareketler kitle temeli bulamıyor.’ Birkaç gün önce kitap olarak Hollanda dilinde yayınlanan araştırmanın İngilizce baskısı da eylül ortalarında çıkacak.Ayrıntı istiyorsanız, araştırmanın İngilizce özetine Konsey’in web sitesinden ulaşmak mümkün. http://www.wrr.nl
Yazının Devamını Oku

Dosyalar açılırken

16 Ağustos 2004
GERÇEĞİ karartmanın en garanti yolu hiç şüphe yok ki onu laf kalabalığına boğmaktır. Çakıcı’nın serbest bırakıldıktan sonra yurt dışına kaçırılmasıyla ilgili süreçte de aynı şey yaşanıyor.Bir Mafya babasının devletin temel direği olan kurumlar ile ilişkisi, ayrıntılara inen tartışmalar nedeniyle önemsiz hale gelmeye başladı. Milli istihbarat örgütümüzün bir daire başkan yardımcısı ile yargının başı arasındaki görüşme, kimin kimi davet ettiği, kaç arabayla gidildiği gibi ayrıntılara indirgendikçe sonunda, ‘Ne olur yani böyle bir görüşmenin olması doğal değil mi?’ noktasına varıyor.Bu ilişkilerin üzerine gitmek yerine, hem MİT hem de Yargıtay başkanlarının ‘kurumların itibarını kurtarma adına’ yaptıkları açıklamalar vatandaş olarak benim vicdanımı hiç rahatlatmıyor. Hele gerçeğin nasıl ortaya çıkacağını düşündükçe daha çok umutsuzluğa kapılıyorum. * * *İSTANBUL DGM Başsavcısı Abdülkadir İlhan, Alaattin Çakıcı’nın yurtdışına kaçırılmasıyla ilgili başlattığı soruşturma sırasında, dava dosyasının kendilerine gelmeden önce Çakıcı’ya ulaştırıldığını tespit ederek ‘köstebek’ arayışına girdi. Skandalın ilk halkası bu tespit ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün mahkeme kararıyla bazı telefonları dinlemesiyle ortaya çıktı. Şimdi İstanbul Başsavcılığı’nın, Yargıtay Başsavcılığı’na gönderdiği dosyaya göre, Alaattin Çakıcı’ya bilgiler, müteahhit Şen ve MİT üst düzey yetkilisi Kozinoğlu aracılığıyla Yargıtay Başkanı Özkaya tarafından iletildi. Yani İstanbul Başsavcılığı, Yargıtay içindeki köstebeğin, Yargıtay Başkanı olduğunu iddia ediyor. Bu iddianın gerçek olup olmadığının araştırılabilmesi için kararı Yargıtay Başkanlık Divanı verecek. Bu nokta önemli. Çünkü, yargıdaki rüşvet ve baskı iddialarıyla ilgili Neşter operasyonunu karara bağlayan bu kurul, o zaman bazı telefon konuşmalarının delil sayılamayacağı hükmünü vermişti. Kurulun bu kararına göre, telefon konuşmalarının delil sayılabilmesi için her iki taraf adına da mahkemeden dinleme izni gerekiyor. Yani, eğer Özkaya, Şen ve Kozinoğlu hakkında dinleme izni yoksa, bu skandal da delil yetersizliğinden karanlık ilişkiler bataklığına gübre olacak. * * *MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un önceki gün Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Yılmaz’a yaptığı açıklamada, Kurtlar Vadisi adlı televizyon dizisinden de söz etti. Çakıcı, bu dizideki gelişmelerle, kendisine, ‘öleceksin’ mesajının verildiğini düşünmüş. Mafya dizileri gerçekten de, bize, medyaya çok yabancı bir dünyanın ilişkilerine hizmet ettiği izlenimini hep verdi bana. Çuvaldızı kendimize batırmanın da tam zamanıdır.
Yazının Devamını Oku