Ferai Tınç

Tatil dönüşü

15 Ağustos 2004
<B>SERT </B>rüzgárı yelkene doldurup, tatilden dönüş yoluna çıktığımızda Datça ile Simi arasında yolumuz kesişti. İki teknenin kaptanları birbirlerine el salladılar.

Bizim teknedeki kocaman Türk bayrağının dalgalandığını gördü, arkaya döndü kendi bayrağına baktı. Direğe sarılmıştı. Hemen bayrağını kurtardı. Karşı teknenin aynı büyüklükteki Yunan bayrağı da rüzgára bıraktı kendini.

Birbirimize bir selam daha çaktık. İkimiz de, ikimizin denizinin kokusunu içimize çekerek, keyfini çıkartarak yolumuza devam ettik.

Deniz ile haşır neşir bir tatil bitti, işe başladım.

Ege kıyılarında Yunanistan ile Türkiye arasındaki trafiğin bir hayli yoğunlaştığı dikkat çekiyor. Ayrıca, tekne turizmi de bu yıl canlanmış.

Türk teknelerinin sayısının artması, denize ilginin yaygınlaşması da çok sevindirici ama nedense birçok Türk denizci, yabancı bandıralı tekneleri tercih ediyor. Sordum ve öğrendim ki, vergiden kaçmak için baş vurulan bir yöntemmiş bu. Türk bandıralı tekneler lüks tüketime girdiği için, ayaküstü kurulan yabancı menşeli şirketlere ait tekneler ve yabancı bayraklar ile bu iş daha ucuza geliyormuş. Yabancı bayraklı teknelerin bürokratik yükümlülükleri de yok üstelik.

Denizlerle çevrili bir ülkenin insanlarının, suyla ilişkisini teşvik etmek yerine, tam tersi caydırıcı hale getirmiş olan uygulamaları gözden geçirmek gerekiyor.

Teşvik bekleyen bir şey daha var. Yunan adalarıyla Türkiye kıyıları arasındaki gidiş gelişler.

Bu trafiğin iki yönlü geliştirilmesi, sürdürülen siyasi çalışmaları ve girişimleri daha anlamlı hale getirecek kuşkusuz. Türkiye’de, bazı özelleştirilmiş limanlarda alınan yüksek liman vergileri, Türk vatandaşları için ise, Yunan Adaları’na giderken vize zorunluluğu ve vize alımında yaşanan sıkıntılar iki kıyının birbirine sırtını dönmesine neden oluyor.

DOĞU-BATI ÇELİŞKİSİ

TATİL
’de, Prof Dr Işın Demirkent’in Haçlı Seferleri adlı kitabını okuma fırsatı buldum. Bu sayede Vatikan Dinsel Öğretiler Kurulu Başkanı Kardinal Ratzinger’in, Türklerin Avrupa Birliği dışında tutulması gerektiği yolundaki açıklamasının derininde yatanı daha iyi kavradım.

Dikkatle bakıldığında her biri ayrı bir hikayeyi anlatan resimlerle donatılmış olan kitap, batıdaki benzerlerinin aksine Haçlı Seferleri’ne bu topraklardan ve Türkler açısından bakıyor.

‘Haçlı seferleri, bizim tarihimiz değildir ama bizim tarihimizin bir parçasıdır’ diyor Prof Demirkent, ‘Avrupa dünyası Kutsal toprakları kurtarmak sloganıyla Türkleri Anadolu’dan atmak ve Anadolu ile birlikte bütün yakın doğuyu kendi ellerine geçirmek maksadıyla düzenleyip giriştiği siyasi amaçlı askeri bir harekattır.

Avrupa’nın ortak bilincine yerleşen karşıtlığın geçmişinin, Osmanlı’nın Viyana kapılarına varmasından daha eskiye, Haçlı seferlerine dayandığını hesaba katmadan, bazı şeyleri kavramak mümkün değil.

Kardinal Ritzinger’in Türkiye’yi dışlayan yaklaşımı, Avrupa Birliği’ni Hıristiyan kulübüne dönüştürerek merkezine Vatikan’ı oturtmayı amaçlayan bin dökuz yüz yıllık bir iktidar mücadelesinin sürdüğünün kanıtı.

Avrupa, bu yıl sonunda vereceği kararı bu açıdan da ele almalı. Ritzinger’in sözleri bu yüzleşme olanağını bir kez daha gündeme getirdiği için bence yararlı.

Kendisini soykırım utancına kadar taşıyan Haçlı zihniyetinden kurtulma dirayetini gösterebilecek, Türkiye’ye karşı adil davranabilecek mi? Göreceğiz.
Yazının Devamını Oku

‘Kemınde’ gel buraya

1 Ağustos 2004
<B>UFKA</B> bakmak, yani ufak şeylere takılmadan yürüyüp gitmek insanı korur ama bazen de ufka dalıp ayaklarının ucundakini ıskalamak var. O kötü. Bunca zaman Bandırma’ya gider gelirim o köhne dükkanı fark etmemiştim. Meşhur Çiğ Börekçi.

Elli dört yıldan beri hep ayni kalite, ayni tat. Nereden mi biliyorum. Tavsiye ettiler öyle gittim.

Minik dükkanın eski püskü masalarından birinde dükkan sahibi Abdullah Mustafa Etekin ile karşı karşıya oturduk.

Nasıl ıskalamışım, bunca zaman Çanakkale’ye Bozcaada’ya gider gelirim neden burada oturup bir çay içmemişim?

Çocukluk mutfağımın lezzeti, misafiri bol evimizin yaz günlerini, deniz kenarlarını, becerikli teyzeleri, onların etekleri dibinde heyecanlı bekleyişlerimizi anımsatırken, Mustafa usta ile sohbet geçmişin kapılarını teker teker araladı.

Buraları, göç hikayeleri coğrafyası; Kopuşlar, yarıda bırakıp yeniden başlamalar, en ‘içinde’ olunsa bile hep ‘dışta’ kalanların ve aile içi sırların coğrafyası.

Mustafa ustanın hikayesi, Kırım’da başlıyor. Kırım’dan yola çıkan aile 19’uncu yüzyıl sonunda Bandırma’ya yerleşiyor. Babası, daha o zamanlar Bandırma’yı terk etmek zorunda kalmayan Rumların yanında aşçı.

‘Bir gün babamın bir arkadaşı geldi, fakiriz, öyle ikram edecek fazla bir şey yok. Annem çiğ börek yaptı. Kızarttıklarını üst üste koyuyor, yeniden yağa börek atıyordu. Elli mi, altmış mı, geçmiş gün hatırlamıyorum. Sonunda dolu tencereyi masanın üzerine çevirdi, en altta kalanlar üste çıkmış, yumuşamıştı. O manzara kafama çakıldı. Hálá düşündükçe ağzım sulanır. O gün bu börekleri yapıp satmaya karar verdim, ama kısmet yıllar sonrayaymış.

Günde binlerce börek pişen o küçük dükkanda annesinin böreklerini hatırladıkça ağzı sulanan 77 yaşındaki ustanın anlattıkları, iktisat tarihimizden bir sayfa.

* * *

RUMLARIN gidişinden sonra, onların yanında hamallık yapan Habibullah Hamarat zaman içinde Bandırma’nın en zengini haline geliyor. Türkiye’nin her yerinde, cumhuriyet sonrası zenginleri için anlatılan hikaye, Hamarat için de fısıldanıyor. Rum patronu giderken kendisine altınlarını bırakıyor, o saklıyor ama gelip alan çıkmıyor, altınlar ona kalıyor. Bizim Mustafa usta onun yanında çalışıyor. Temiz dürüst bir genç.

Bir gün Habibullah Bey, ‘Kemınde’ diyor. Tatarca ‘gel buraya’ demek. ‘Ben öldükten sonra sen bu dükkanda çalış, istediğin işi kur.’

Bu çağrının Allah tarafından geldiğine inanıyor usta. Elli dört yıldan beri aynı yerde küçük köhne bir dükkanda, sabah üçten itibaren hamurlar açılıyor, çiğ börek pişiriliyor.

‘Şimdi Avrupa Birliği’ne hazırlık yapılıyor. Önlem almazsanız başınıza iş açılır. Patent almayı düşünüyor musunuz?’ diyorum. Usta, duvardaki vergi levhalarını gösterip, ‘Benim her şeyim tamam, belediye olsun, sağlık ekipleri olsun sık sık denetim de yapıyorlar...’

‘Hayır usta öyle değil’ diyor genç bir yardımcısı, ‘Avrupa Birliği’ne üye olacağız ya, Avrupa ile rekabet için hazırlık yapmalıyız.

* * *

BANDIRMA hikayesi tesadüfi değil tabii. Tatil, ‘kemınde’ diyor. Rotayı Bandırma’dan başlattım, ufka bakarken ihmal ettiklerimle birlikte Ege’ye yelken açacağım. İzninizle.
Yazının Devamını Oku

Söz sırası Yunanistan’daki Türklerde

30 Temmuz 2004
<B>‘BİZİM dedelerimiz İtalyan-Yunan savaşında Yunanistan için savaşarak şehit oldular, Yunanistan İç Savaşı’nda yer aldılar’ </B>diyor Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Genel Başkanı <B>Burhanettin Hakgüder</B>. Birkaç gün önce Bozcaada’da karşılaştığım İmroz Derneği Genel Başkanı Mihal Mavropulos da benzer şeyler söylemişti. Dedesi Balkan Savaşında Miralay rütbesiyle Osmanlı için savaşmıştı.

Her iki tarafta da geçmişin bedelini ağır biçimde ödemek zorunda bırakılan insanların hakları konusunda bir şeyler yapmanın tam zamanı.

Pazartesi günü, mübadele sırasında ve daha sonraki yıllarda Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Yunanlıların sorunlarına değinmiştim.

Bu yazımın ardından Yunanistan’da yaşayan Türkler, seslerini duyurmamı istediler.

Söz onlarda.

* * *

2000 yılında, Yunanistan Anayasası’nda vatandaşlığı ‘ırk’a bağlayan 19’uncu maddenin değişmesiyle, orada yaşayan Türk kökenli azınlığın ‘vatandaşlık hakları’nda bazı düzelmeler olmasına rağmen, azınlık hakları konusunda sorunlar sürüyor.

Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Genel Başkanı Burhanettin Hakgüder, 19’uncu madde yürürlükteyken, ülke dışına çıkan Türk kökenli Yunan vatandaşlarının, vatandaşlıktan atıldıklarını anlattı. Bu şekilde Yunan vatandaşlığından çıkartılan, evlerine geri dönemeyen 60 bin kişi varmış.

Avrupa Birliği’ne üyeliğinden sonra bile Yunanistan, 8 bin kişinin vatandaşlığını iptal etmiş.

Ama yeni bir gelişme var.

15 gün önce Avrupa Konseyi Irkçılıkla Mücadele Komisyonu Yunanistan Hükümetine, 19’uncu madde ileri sürülerek yapılan işlemlerin düzeltilmesi ve Türk azılığa vatandaşlık haklarının iadesi çağrısında bulundu.

Şimdi bu çağrının sonuç vermesi için, Yunanistan vatandaşı Türk kökenliler insan hakları mahkemesine gitmeye hazırlanıyorlar.

Ama iş mahkemelerin kararına kalmadan düzeltilmeli.

Aynı şey, Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Yunan vatandaşları için de geçerli. İlgili hükümetler, bu konulara siyasi açıdan değil, insani açıdan yaklaşan formüller düşünmeye başlamalı.

* * *

AVRUPA Birliği’nin Türkiye ilgili olarak hazırlayacağı raporda, Türkiye’den azınlıklar konusunda etkili adımlar atması istenecek. Duyumlar bu yönde.

Vakıflarla ilgili yasa değişikliği yapıldı ama sorunları çözecek adımlar atılmadı henüz. Ayrıca din adamlarının yetişmesiyle ilgili çalışmalar da yeterli değil. Heybeli Ada Ruhban Okulu’nun açılması hálá tartışılıyor.

Bana göre, eskiden olduğu gibi Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde ruhban okulu yeniden açılmalı.

Ama benzer bir durum Yunanistan’da yaşayan Türk azınlık için de geçerli. Hakgüder, yaptığımız görüşmede Yunanistan’da Türk vakıflarının yöneticilerinin Atina Hükümetleri tarafından atandığını anlattı. Cemaat, Vakıflarla ilgili tasarrufların dışında. Üstelik başka olaylar da yaşanıyor. Örneğin 15 gün önce Gümülcine’de PASOK’lu belediye yeni bir projeyi hayata geçiriyor, buna göre Türk Vakıf mallarının bir kısmı istimlak ediliyor. Müftü sorunu da var. Halkın seçtiği müftü değil, devletin atadığı müftü dini liderlik yapıyor.

Eğitim ise başlı başına bir sorun. Dini okullar teşvik ediliyor ama Türklerin hem kendi kültürlerini öğrenebilecekleri, hem de çağdaş eğitim görebilecekleri okullar yok.

Yunanlı Türkler, ‘Lozan’dan doğan tüm haklar herkese verilsin. Ruhban okulu da açılsın ama biz de Lozan’dan doğan eğitim hakkımızı almak istiyoruz’ diyorlar.

İnsan hakları, hukuk devleti değerlerinden dem vurduğumuz bir dönemde bunlar çözülemeyecek sorunlar değil.
Yazının Devamını Oku

Bugün yazın tam yarısı

26 Temmuz 2004
BOZCAADA‘İLK ne zaman tanışmıştık?’ Çınar altı kahvede otururken karşıma çıkıveren Yunanlı meslektaşım Stratis Balaskas, biraz düşündükten sonra cevap verdi: ‘Selanik’teki Balkan gazetecileri toplantısında. On beş yıl önceydi. Sonra İzmir, sonra Kos ve daha birçok yerde Türk-Yunan dostluk toplantılarında... Dostluktan söz etmenin en zor olduğu zamanlardı.’Her yıl 26 Temmuz’da Bozcaada’da Aziz Paraskevi yortusu yapılır. Adanın Rumları dualar ederler, evlerde hazırlanan Ada yemeklerinin tadıldığı bugün, Ayazma’da büyük eğlenceler düzenlenir. Bir gelenek sürdürülürken, Yunanistan’dan gelen konukların ağırlanması son yıllarda palazlanmaya çalışan Ada turizmine de katkı sağlar. Elefterotipia Gazetesi yazarı Balaskas, Midilli’den gelmiş. ‘Bugün yazın tam ortası’ dedi. ‘Eski Yunan’da bugün aşk ve güzellik tanrıçası Venüs’ün bayramı. Paraskevi, Cuma anlamına geliyor, Frenkçe’de Cuma Venüs’ün bir başka adıdır. Çok tanrılı dinlerden beri süre gelen bir bayram bu.’ Ada kalabalık. Çınar altı kahvede, Fikret Bulut’un büyük su bardağında getirdiği ada çaylarını yudumlarken, Balaskas ile geçen on beş yılı konuşuyoruz. Yanımızda okuldan arkadaşlarım Yoanna ve Jorj Hürmüz. Balaskas, Atina’daki İmrozlular derneği Başkanı Mihal Mavropulos’u davet ediyor masaya. ‘On beş yıl önce Türk-Yunan barışından söz etmek bu konuda yazı yazmak ne kadar zordu. Ama artık geçti’ diyor Balaskas, ‘Papandreu, İsmail Cem ile iki yıl önce zeybek oynadı diye gürültü kopmuştu. Şimdi Karamanlis, Erdoğan’ın nikahı için İstanbul’a gidiyor artık kimse bir şey yazmıyor.’Sonra, Midilli ile Ayvalık arası trafiğin ne kadar arttığını konuştuk. Bir buçuk saat içinde insanlar İzmir’e gidip alışveriş yapıp dönüyorlar. * * *‘İMROZ için bir mermer’ Balaskas’ın yeni kitabının adı. Bu bir çocuk kitabı. Doğup büyüdükleri toprakları terk etmek zorunda kalan sıradan insanları anlatıyor kitap. Yakında Türkçesi de yayınlanacak. Gökçeada’lı bir mermer ustasının ayrılırken yanına aldığı mermer heykel yolda denize düşüyor ve sular onu tekrar Ada’ya götürüyor. Bu mermer, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini, bunun iki halk için sağlayacağı yeniden bir arada yaşama ve demokrasi temelinde kaynaşma fırsatını simgeliyor. * * *YUNANİSTAN’da Türkiye’den göç etmek zorunda kalanlar tarafından kurulan birçok dernek var. Bunların bir kısmı aşırı milliyetçi. Ve halklar arası barışa olumsuz etki yapıyorlar. İmrozlular Derneği öyle değil. Başkan Mihal Mavropulos, İstanbul Teknik Üniversitesi Nükleer Enerji bölümü mezunu, askerliğini Türkiye’de yapmış, acı tatlı anıları var, ‘Ben Anadoluluyum, Avrupalı bana uzak’ diyor. ‘Dedelerim Kırım’da miralay, Balkanlar’da Osmanlı askeri idi. Ben askerlik yaptım ama Rum olduğum için ikinci sınıftım. Fakat sevinerek öğrendim ki, anlayış değişiyor. Artık, Türk vatandaşlığının, mutlaka Müslüman ve Türk kökenli olmayı gerektirmediğini gören bir anlayış yaygınlaşıyor.’ * * *O kötü günler geride kaldı. Ama barış, emek isteyen sürekli bir iş. Barış için harcanan hiçbir çaba atılan, hiçbir adım boşa gitmiyor. Yazın tam ortasında, gölgesinde oturduğumuz koca çınar da şahidimdir.
Yazının Devamını Oku

Gazetecilerle kavga etmemeli

25 Temmuz 2004
<B>BU</B> ilk değil. Başbakan <B>Tayyip Erdoğan </B>daha birkaç gün önce Paris’teyken kendisine soru soran arkadaşımız <B>Mine Kırıkkanat</B>’ı <B>‘Siz gazeteciydiniz değil mi</B>’ diyerek terslemişti. Kimi zaman beğenmediği bir soru karşısında, gazeteciye ‘içki kokuyorsun’ diyen, Yalçın Doğan’ın sütununda yazdığı gibi gazeteciyi arkasından karalamaya kalkan Başbakan’ın tahammülsüzlüğü görülen o ki tırmanışa geçti.

Başbakan, Radikal muhabirinin sorusuna kızınca da, ‘Siz de çok radikalsiniz’ gibisinden kelime oyunlarına başvurdu, kendisini alamayıp ‘haddinizi aştınız’ı yapıştırdı.

Çok kötü bir üslup olması bir yana bu yanıt, Başbakan’ın hesap vermekten gocunduğunu ortaya koyuyor.

Genelde daha önceki hükümetler de aynı duyguyu taşırdı. Ya bizdensin ya değilsin. Soru sordun mu, eleştirdin mi vatan hainliğine kadar uzanırdı yol.

AKP Hükümeti’nde ise bu ruh hali daha baskın.

Haddini bil uyarısı, basın ile ilişkinin, parti hiyerarşisi içinde bir alt üst ilişkisi gibi olmasını isteyen zihniyetin uzantısından başka bir şey değil. ‘Andıç’cı zihniyetle de buluşan bir anlayış.

Oysa biz gazeteciler, siyasetçilerle öyle bir hiyerarşi içinde olamayız. Olmamalıyız. Eğer, bu ülkede gerçek basın özgürlüğünden söz edilecekse, halkın objektif haber alma hakkına saygı gösterilecekse, her şeyden önce gazeteciliğin mesafe mesleği olduğunu hepimiz, siyasetçisiyle, gazetecisiyle, gazete sahibiyle hepimiz çok ama çok iyi bilmeliyiz.

Hiç de kolay olmasa da, kendi yaşamlarımızda yalnızlık ve kimsesizlik gibi bir bedel ödesek de, biz gazeteciler ‘kimseden yana’ ya da birilerine karşı olamayız.

Bizler birileri için, aralarında siyasetçiden simitçiye kadar herkesi bulunduğu okurlarımız, izleyenlerimiz için haberin, gerçeğin peşinde koşarız ancak.

***

RADİKAL muhabirinin sorduğu soru, Sakarya’daki feci tren kazasıyla ilgili ilk akla gelen sorulardan biriydi.

Çünkü, bu hükümet tren yollarına sahip çıkmış, yerel seçimler öncesi bu sloganla propaganda yapmıştı. Bu kötü bir şey mi hayır. Buraya kadar kimsenin itirazı yok. Ama kazayla ilgili olarak kamu oyun vicdanında, siyasi amaç uğruna önlemlerin göz ardı edildiği şüphesi doğmuşsa bir kere, gerçeği ortaya çıkaracak tarafsız soruşturma daha da gerekli hale gelmez mi?

Başbakan, ilk andan itibaren savunmaya geçiyor ve ‘elli yıldan beri bu yolda kazalar olurdu, kimse bu şekilde tepki göstermezdi’ diyor. Ama artık insanlar tepki gösteriyor. Çünkü tesadüfen yaşamaktan bıktı insanlar; güvence istiyorlar, herkesin işini iyi yapmasını bekliyorlar, yapmayınca da hesap soruyorlar.

Başbakan bu tepkiyi, bu isyanı ‘ideolojik’, siyasi tavır olarak yorumluyor.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın basın toplantısını televizyondan dikkatle izledim, o da savunmadaydı.

Şimdi bu kadar siyasal olan bir olayla ilgili soruşturmanın selametine nasıl güveneceğiz biz?

***

AKP Hükümetinin, Avrupa Birliği hedefinde gösterdiği ilerleme gayreti ile Başbakan’ın eleştiriye tahammülsüzlüğü çelişiyor.

Bu tren kazası, 50 yıldır ola gelenlerden çok farklı. Çünkü tren yollarına öncelik verdiğini söyleyen bir hükümet var karşımızda, çünkü artık insan gibi yaşamak isteyen bir halk var bu ülkede.

Başbakan gazetecilerle kavga etmemeli. Başbakan halkın kafasında da, onun hoşuna gitmeyecek sorular olabileceğini aklından çıkartmamalı.
Yazının Devamını Oku

İlk rapor olumlu

23 Temmuz 2004
<B>DOKSAN</B> yedi sayfalık raporda sık rastladığım bir sözcük dikkatimi çekiyor.<B> ‘Rağmen.</B>’‘Rağmen’ diye başlayan cümle o kadar çok ki.

‘2001 krizine rağmen’ diyor rapor, ‘enflasyona rağmen... faiz oranlarına rağmen... sermaye bulma zorluğuna rağmen...’ ve daha birçok ‘rağmen’ler sıralanıyor.

Devamı ise şöyle geliyor: ‘Tüm bunlara rağmen bugünkü durumdan çıkan ders açıktır. Türk sanayi bunların üstesinden gelebilmiş hatta daha da gelişmiştir...’

Rapor, Avrupalı büyük patronların AB Komisyonu ile ilişkilerini sürdüren ‘Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası’nın (European Round Table of Industrialists - ERT) bir çalışması.

* * *

ECZACIBAŞI Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı’nın bir grup gazeteci ile düzenlediği toplantıda açıkladığı bu raporun önemi, burada yer alan görüşlerin Avrupa Komisyonu için bir referans teşkil edecek olması.

Avrupa Komisyonu’nun sanayiden sorumlu eski komiserlerinden Etienne D’Avignon’un ‘Avrupa sanayiinin sesini duymak istesem kimi arayacağım?’ sorusuyla başlattığı tartışma sonucu kurulan ERT, sadece Avrupa Birliği Komisyonu’nun çalışmalarını izlemekle kalmıyor, iş dünyasını ilgilendiren politikaların oluşma sürecinde de yer alıyor.

İlk kurulduğunda ABD’nin rekabetine karşı güçbirliği platformu niteliği taşıyan kuruluş şimdi gözlerini Hindistan ve Çin’e de çevirmiş durumda.

İşte Avrupa Sanayii, Türkiye’nin Avrupa alanı içinde yer almasına bu açıdan bakıyor.

* * *

ÜYE olmadığı halde grupta yer alan tek ülke Türkiye ve Türkiye’yi temsil etmesi için, Jak Kamhi’den sonra ERT’den davet alan ikinci üye Bülent Eczacıbaşı ilginç bir noktaya dikkat çekiyor:

‘ERT gündeminde bu yıl Türkiye var. Madrid toplantısında aldığı kararla, eğer komisyon raporu olumlu ise Türkiye’nin desteklenmesi gerektiğini duyurdu’ diyor.

Oysa üç dört yıl önce Türkiye’nin gündeme alınması istendiğinde Avrupalı patronlar, ‘Önce siyasi karar verilsin, sonra alırız’ yanıtını veriyorlarmış.

Bu değişikliğin nedeninin ardında, Türkiye’nin Avrupa yolunda attığı kararlı adımlar var mutlaka.

Ama, bir başka önemli nokta da raporda da dendiği gibi, ‘Enflasyonun yüzde 60’larda seyretmesine, faiz oranlarının yüzde 30’lara tırmanmasına, Avrupalı rakiplerine oranla sermayenin pahalıya malolmasına rağmen, Türk şirketleri kriz yönetim ustaları haline gelmiştir.

İşte bu ‘ustalık’ Avrupa’nın ihtiyacı olan dinamizmin ve cesaretin itici gücü olacak.

Avrupa Komisyonu’nun ticaretten sorumlu komiseri Pascal Lamy, dün Ankara’daydı. Lamy, ‘Avrupa Birliği ile Türkiye arasında işler iyi gidiyor ama değerlendirilmeyen büyük bir potansiyel var’ diyordu.

Avrupa Birliği’nden gelecek olumlu bir kararın bu potansiyeli faaliyete geçireceğini artık herkes görüyor.

Avrupa Komisyonu’nun raporundan önce ERT’nin hazırladığı rapora, bu yüzden ‘ilk olumlu rapor’ demek yanlış olmaz. İkincisinin de öyle olabileceği umudunu canlı tutuyor.

MİT’ten itiraz

Milli İstihbarat Teşkilatı basınla ilişkilerden bir yetkili, pazartesi günü, ‘Eski dosyaları karıştırmanın tam zamanı’ başlığıyla yayınlanan yazıma itiraz etti. ‘Faik Meral’i, biz elimizle teslim ettik’ diyen yetkili, örgütün Çakıcı’nın kaçırılmasıyla ilgisi olmadığını söyledi ve düzeltme istedi. Hatırlatıyorum. O yazımda Çakıcı’nın üzerinde pasaportu çıkan kişinin eski bir eleman olup olmadığına bakılmadan, kurumların sorumlulukla eski karanlık dosyaları açmaları gerektiğini vurgulamıştım. Çakıcı’yı MİT kaçırmadı ama kaçırma olaylarının ardından neden, eski de olsa hep MİT’çiler çıkıyor?
Yazının Devamını Oku

Eski dosyaları karıştırmanın tam zamanı

19 Temmuz 2004
<B>ESKİ </B>dosyaları temize havale etmeden, yeni sayfalar açmanın ne kadar olanaksız olduğu her olayla daha net ortaya çıkıyor. Oysa birileri sürekli defterleri kapatıyor. Sanki defterler kapandıkça, eski günlere bir daha dönülmeyecekmiş gibi.

İşte Çakıcı. Kendisini devlet kahramanı kabul eden Alaattin Çakıcı isimli mafya babası, serbest bırakılır bırakılmaz, yine devletin istihbarat servisinin yardımıyla yurt dışına kaçırılmış.

Şimdi kalkıp kimse, ‘Çakıcı’nın üzerinde ele geçen pasaportun sahibi, eski bir MİT elemanıydı. Örgütü bağlamaz’ demesin.

Bağlar. Sadece MİT’i değil, devleti bağlar.

Olaya bu sorumluluk bilinciyle bakılmadan, eski karanlık defterleri açılması mümkün değil. Bu yapılmadıkça da, şimdilerde attığımız reform mayasının tutması olanaksız.

Her şeyden önemlisi ise halkın devlete olan güveninin tazelenmesi. Hatta yeniden kazanılması.

*

TÜRKİYE Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir başbakan Yüce Divan’a gidiyor. Son yirmi yılda Türkiye’yi kemiren yasadışı ilişkilerin ulaştığı boyutları gösteren bu durumun en ilginç yanı, yirmi yılı karartan yolsuzluk öykülerinin birbirinden farklı, ama kahramanların hep aynı olmaları.

ASALA’ya karşı mücadelede Çakıcı; Özal döneminde iş adamlarının, teknokratlara verdikleri rüşvetlerin peşine düşen Çakıcı; Yılmaz Hükümeti’nde ihalelerde araya giren Çakıcı; Bakanlarla görüşen, pazarlıklara karışan, futbola bulaşan Çakıcı.

MİT görevlilerinden biri, Yavuz Ataç, Çakıcı için ‘devlete ait dosya gibidir koruyalım’ dememiş miydi?

O dosya, Rusya’dan Fransa’ya, İtalya’dan Avusturya’ya kadar elden ele dolaştı ama biz korumaya devam ettik.

Türkiye’de, insanların haklarını yargı yoluyla alabileceklerine olan güvenin kaybolduğu 80’li yıllarda, çek-senet takibiyle iş dünyasıyla haşır neşir olmaya başlayan mafya, devletin taşeronluğuna soyununca dokunulmazlık kazandı.

Devletin koltuğu altına sığınıp, yasadışı iş yapmak o kadar meşru hale geldi ki, kaçak inşaat yapanlar bile kapıya bir bayrak asıp, kendilerini şikayet edenlere, ‘gizli bir iş peşinde oldukları’ havası basarak tehditler yağdırdılar.

*

YİRMİ yılımıza damgasını vuran yolsuzluk sistemi, bu ülkede sıradan bir vatandaş olarak yaşamayı cehenneme çevirdi. En basit işlerin bile, ‘tanıdık’sız yapılamadığı bir yer haline geldi Türkiye.

Karanlık ilişkiler ağının ortaya döküldüğü Susurluk’tan faili meçhullere kadar bir çok olayla ilgili soruşturma sonuna kadar gitmedi. Gitti gibi görünse de halkın vicdanını rahatlatmadı.

Üstelik, insanlar soru sormayı bıraktı. Neden kimse Çakıcı hakkında, cezaevinde olduğu sürede cinayet davası açılmadığını sormadı? Neden İçişleri Bakanı Aksu’nun istihbaratta ‘köstebek’ bulunmasından şüphelendiğini sorgulamadı?

Yanıt kısa ve umutsuz: Sorguladık da ne oldu? Yeni gelenler de aynı yolda değil mi? Her şey eski tas eski hamam devam etmiyor mu?

İşte bu noktaya gelindi Türkiye’de. Bu, halkın devlete. Siyasete ve siyasetçiye güveninin kaybolduğu noktadır. Bu, her koyunun kendi bacağından asıldığı, toplumsal dokunun dağılma noktasıdır.

Artık bütün dosyaları açma zamanı geldi. Bu yolsuzluklar, karanlık ilişkiler ağını iyice açığa çıkartalım ki, kendi küllerinden her gün yeniden doğmasın.
Yazının Devamını Oku

88. sırada olmak

18 Temmuz 2004
BU hafta açıklanan BM İnsani Kalkınma raporu, bizim açımızdan önemli bir noktayı aydınlatıyor. Türkiye, Avrupa Birliği’nin tüm yeni üyelerinin çok gerisinde. Sadece onların değil, Bulgaristan ve Romanya’nın da altında kalıyor. İnsani Kalkınma Raporu, kalkınmaya sadece ekonomik veriler açısından değil insanların gelişmişlik düzeyi, yani eğitim durumu; sağlık hizmetlerinden yararlanma olanağı; yaşam süreleri ve cinsiyetler arasındaki eşitlik değerlendirilerek hazırlanıyor. Bu çalışma ülkelerin yüzüne tutulan bir ayna işlevi görüyor.

Birleşmiş Milletler’in 1990 yılında yayınlamaya başladığı bu rapor, gelişmişlik düzeyini yükseltecek politikalar oluşturulmasını sağlamak amacı taşıyor.

Türkiye, esasında geçen yıla göre, 96’ıncı sıradan, bu yıl 162 ülke arasından 88’ci sıraya çıkarak ilerleme göstermiş. Ayrıca, dünyadaki gelişme hızının da üstünde bir seyir izliyor Türkiye’nin çizgisi.

Ama, Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak listeyi incelediğimizde, Türkiye’nin gelişmişlik açısından diğer bütün yeni üyelerden geride olduğu ortaya çıkıyor.

Örneğin Slovenya 27, Kıbrıs 30, Çek Cumhuriyeti 32, Polonya 36’ıncı sırada; 2007’de üye olmaları beklenen Bulgaristan 56, Romanya ise 69’uncu sırada yer alıyor.

Kopenhag kriterlerini yerine getirdiği iddiasını taşıyan bir ülke için 88’inci sıra, üzerinde durulması gereken bir durum.

* * *

SIK sık tekrarladığımız bir şey var. ‘Biz Kopenhag kriterlerini yerine getirdik.’ Evet, doğru. Hatta Avrupalıların isteksizliklerini gördükçe, ‘keyfiniz bilir, biz Avrupa Birliği hedefi sayesinde tabularımızla yüzleştik ve on yıl önce hayalini bile kuramayacağımız demokrasi adımları attık. Geri dönülmez bir yoldayız artık’ demek geliyor içimden.

Ama gerçek şu ki, Kopenhag kriterlerini yerine getirsek de onları ‘insani kalkınma kriterlerine’ yansıtamadık henüz.

İlk ve orta öğretime kayıt oranı sadece yüzde 68. Eğitim çağına gelen nüfusun neredeyse yarısı okula gitmiyor. Gelişmişlik sıralamasının başında yer alan Norveç’te bu oran yüzde 99.

Gelişmişliğin, artık tartışılmaz kıstası haline gelen cinsiyetler arası eşitlik açısından da durum kötü.

Yerine getirilmesi gereken öyle çok ‘zihniyet kriteri’ var ki daha.

Kadınların, Parlamentoda temsil oranı Sri Lanka, Moritanya ile aynı oranda, 4.4. En fazla kadın İsveç Parlamentosu’nda, yüzde 45.3. Ruanda’da yüzde 45.

Kadın yöneticilerin oranı ise Filipinler’de yüzde 58, Fiji’de yüzde 50, Birleşik Arap Emirliklerinde yüzde 7.8, Türkiye’de ise yüzde 6.7.

Gelişmişlik kriterlerinin oranlarını yukarı çekmeden, bunu öncelikli hedef haline getirmeden, Kopenhag kriterlerini yerine getirmişiz, çok fark eder mi?

* * *

2004 İnsani Gelişme Raporu’nun bu yılki ana fikri, ‘çok kültürlülük’.

Rapora göre, farklı kimliklerin ve kültürlerin baskı altına alındığı toplumlara kıyasla, çok dilli, çok kültürlü toplumlarda insani gelişme daha ileride. Ayrıca, sanılanın aksine, insanlara inançlarına ve kendi kimliklerine uygun yaşama özgürlüğü tanındığında devlet daha güçlü oluyor.

Özgürlüklerden zarar gelmiyor.

Çok kültürlü, herkesin temsil edildiği katılımcı toplum gelişmişliğine ulaşmak için raporda özel yöntemler de öneriliyor.

Aralarında ‘pozitif ayrımcılık’ da var.

Hani Anayasa’nın 10. maddesinin değiştirilmesi sırasında biz de, kadınların siyasette daha fazla temsili için pozitif ayrımcılık konusunu tartışmıştık. Ama AKP’liler reddetmişlerdi.

Diyeceğim o ki, insani gelişme üzerine kafa yormadan Kopenhag kriterleri kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. 88. sıra kendi başına bir gösterge.
Yazının Devamını Oku