Ferai Tınç

Yeşillerle Avrupa diyaloğu

22 Ekim 2004
<B>YEŞİLLER</B>’in İstanbul’daki toplantıları her açıdan çok yararlı bir girişim oldu. Hem bizim için, hem de Yeşiller açısından. Bir defa Yeşiller, ilk kuruluş yıllarının dışında kendi ülkelerinin medyasında bile bu kadar geniş bir yer almamışlardır eminim.

Bu ilgi, tabii ki Yeşiller’in Avrupa Parlamentosu’nda, Türkiye’nin üyeliği konusunda en olumlu tavır alan grup olmasından ileri geliyor.

Yeşil grup, büyük bir çoğunlukla Türkiye ile müzakerelerin tam üyelik perspektifi çerçevesinde başlamasından yana.

Alman Dışişleri Bakanı Fischer, ‘imtiyazlı ortaklık’ seçeneğinin kabul edilemeyeceğini ısrarla vurguladı önceki günkü konuşmasında.

Türkiye’ye kapıyı tam olarak kapatmak isteyip de bunu efendiliğe sığdıramayanların önerdiği bu ikinci seçeneğe karşı, böyle net tavır koymaları önemliydi.

Buna çok sevindik. Ama bence toplantının en önemli tarafı bu değildi.

Toplantının en önemli mesajı, kongrenin ana başlığı olarak da seçilen ‘Zor bir diyalogun ilk adımı’ olmasıydı.

Fischer, ‘Avrupa siyasi kültüründe istenmeyen şeylerin söylenmesi de var’ derken bunu kastediyordu.

Avrupalı parlamenterler konuşmalarında hep Türkiye’nin gururlu bir ülke olduğundan söz ettiler ama, müzakereler sırasında Ermeni soykırımı, Kıbrıs meselesi, Kürt sorunu gibi konuları duymaya hazırlanmamız gerektiğini hatırlattılar.

Fischer, Komisyon kararlarına şüpheyle yaklaşılmaması gerektiğini vurguladı, ‘Ne kadar gerçek reform adımları atarsanız, tartışma o kadar daha az zedeleyici olur. Bu reformları ne kadar çabuk devreye sokarsanız, her iki taraf için de o kadar iyi olacak’ derken de bunu kastediyordu.

Toplantıda, hoşuna gitmeyen şeyleri duyanlar sadece Türkler değildi tabii, bazı Türklerin gösterdiği tepkiler de kimi Avrupalı Yeşillerin hoşuna gitmedi.

Yeşiller de bu toplantıda bunu söylemek ve göstermek istiyorlardı zaten.

Türkiye ile AB arasındaki müzakere, zorlu bir diyalog olacak.

Eğer kendi içimizde diyalog kurabilmeyi başarabilirsek-başarmamak için neden görmüyorum- Avrupa ile ‘ortaklar arası müzakere’ üslubunu tutturmakta da sıkıntı çekmeyiz.

* * *

ŞİMDİ işin en zor kısmındayız. Fischer’in, ‘Komisyon raporunu eleştirmeyin, eleştirirken hedefi kaçırmayın’ sözlerinin arkasında Ankara’nın itirazları var.

Ankara’nın önceliği müzakere tarihi. Dün Dışişleri Bakanı Gül’ün de açıkladığı gibi Türkiye, 17 Aralık’ta çıkacak olan Konsey kararında müzakerelerin 2005 yılının ilk yarısında başlatma kararı alınmasını istiyor.

2005’in ikinci yarısında Fransa ve diğer bazı ülkelerde Anayasa oylaması var. 2006 ise Almanya’da seçimler. Müzakere kararı için gerçekten de en doğru zaman 2005’in ilk yarısı, nisan ya da mayıs.

İtiraz noktalarından bir diğeri de ucu açık müzakere. Müzakere konularının teker teker açılması, uygulama koşulu gibi diğer adayların görmediği koşulların Türkiye ile müzakerelere getirilmesi karşısında daha güvenli ifadelerin yer alması isteniyor metinde.

‘Avrupa’nın zamana ihtiyacı var. Avrupa’nın da modernleşmesi gerekiyor. Komisyon’un raporu bir sanat eseri’ diyen Fischer gibi düşünüp Brüksel ile tartışmaya karşı olanların aksine, hükümetin yaklaşımını doğru buluyorum.

Adı üstünde zor bir diyalog bu.
Yazının Devamını Oku

Avrupa genişledikçe içine kapanıyor

18 Ekim 2004
<B>BU </B>adımları kendimiz için atmamış mıydık? Biz, Avrupa istediği için değil, hak ettiğimiz için Kopenhag kriterlerini içselleştirdiğimizi iddia ederken, Avrupa’dan soğuk rüzgarların esmesiyle birlikte acaip şeyler yaşamaya başladık. Sebati Karakurt’un evine baskın yapılarak ifade vermeye götürülmesi, Toygun Atilla ile Çetin Aydın’ın Sedat Peker’e ait telefon bantlarını haber yaptıkları için sorgulanmaları, Malatya’da Kürtçe müzik yayınlarının engellenmek istenmesi gibi tuhaflıklar kimsenin gözünden kaçmıyor.

Avrupa’nın kafa karışıklığına ve kararsızlığına Türkiye’de yanıt vermeye kalkışmak kimseye yarar sağlamaz.

Gerçekten de Avrupa’nın kafası karışık.

Avrupa Parlamentosu’ndaki liberal grubun başkanı olan İngiliz milletvekili Graham Watson’un bu konuda önemli gözlemleri var.

Geçen hafta Brüksel’de sorularımı yanıtlayan Watson’a göre, Avrupa kendi nüfusunun yüzde onuna yakın bir kesimini Müslümanların oluşturduğu gerçeğini hálá kabul etmiş değil. ‘Avrupa genişledikçe içine kapandı’ diyor Watson ‘Biz kendimizi hala Judeo-Hıristiyan bir kıta gibi görüyoruz. Müslümanlığa bize ait olmayan, dışımızda bir kültür olarak baktığımız için Türkiye’nin üyeliği gerginlik yaratıyor.

* * *

TÜRKİYE bugüne kadar, her kritik karar öncesi Avrupa gündeminde önemli yer tuttu. Ama hiç bugünkü kadar gerginlik yaşanmadı. Gümrük Birliği müzakerelerinde bile.

6 Ekim’de İlerleme raporu açıklandığında Avrupa Parlamentosu’ndaki Türkiye karşıtı koronun itirazlarına en kararlı yanıtı verenlerin başında gelen Watson, ‘Ayrımcılıkla karşı karşıyayız. Bu ciddi bir sorun olarak karşımızda duruyor. Beni korkutan, bu tartışmalar sırasında Avrupa’da Türk karşıtı duyguların güçleniyor olması’ diyor.

Watson, Avrupa’da Hıristiyan Demokratların İslam karşıtı bir profil kazanmaya başladıklarına dikkat çekiyor. Anayasa tartışmaları sırasında Hıristiyanlığa referans ısrarının arkasında da bu yatıyor aslında. Müslümanlığı ve Müslümanları Avrupa’dan dışlamak.

* * *

‘TÜRKİYE sayesinde aynayı yüzümüze tutuyor, kendimizle yüzleşiyoruz.

Fransa Parlamentosu’nda Türkiye ile ilgili ileri geri konuşanlar henüz farkında değil ama Watson’un bu tesbiti yanlış mı?

‘Din ile devlet işleri arasındaki ayırımı gerçekleştirebilmiş olması Avrupa aydınlanmacılığının temelini oluşturdu. Bu yüzden Avrupa toplumu Müslüman toplumlara göre daha hızlı gelişti. Avrupa aydınlanmasını yeniden gözden geçirip sağlamlaştırmamız lazım. Avrupa Birliği sayesinde kalıcı barışa ulaştık, ama hala Hıristiyan ve Müslüman toplumlar arasındaki ayrımla yüzleşmedik. Eğer temelde bir ayrımcılık varsa, sorunlarınız da

çok derinde demektir.
Bir taksi şoförünün ırkçı olması fazla önemli değil ama ya polisiniz de ırkçıysa?

Watson bu tahlili yaptıktan sonra ekliyor: ‘Türkiye ile bütünleşmek, sözlerimizle hareketlerimiz arasındaki tutarsızlık ile yüzleştirecek bizi.

Watson’un da dediği gibi bu yüzleşme dönemi yaşanacak. Avrupa genişledikçe, içine kapandığını fark edecek. Söyledikleri ile yaptıklarının tutmadığını görecek. Türkiye, yolunda ilerleyecek.

O yüzden, şu an esen rüzgárların arkasına sığınıp, bu Avrupa işi yatıyor hesabıyla özürlükleri çiğnemek kimseye fayda getirmez.
Yazının Devamını Oku

Ayrımcılığın alafrangası

17 Ekim 2004
<B>KEŞKE</B> tartışma parlamentoya taşınmasaydı. Fransız Parlamentosu’ndaki Türkiye tartışmasını Brüksel’de Avrupa Parlamentosu ekranlarından canlı izledik. Zeynel Lüle, Şirin Payzın ve ben. Gazetecilik objektifliğinin de bir sınırı vardır. Kulağımızda kulaklıklarımız, gözlerimiz ekranlarda, notlarımızı tutarken bir an geldi, kulaklıklarımızı fırlatıp birbirimize baka kaldık.

Fransız Parlamentosu’ndaki Türkiye tartışması, günlerdir süren tartışmanın bir dönüm noktasıydı. Fransa’da tartışma siyasi boyutlarını aşarak, dışlama ve ayrımcılık boyutlarına vardı.

Fransız kamuoyunda, televizyonlarda, gazetelerde bu görüşler akıl ve izan süzgecinden geçmeden, ırkçılığa zemin hazırlayabilecek bir mecraya ilerliyor.

Ve, Türkiye’yi iç politika malzemesi olarak çiğneyenlerin karşısında Fransa’nın akıllı insanlarının direnci de azalıyor, ırkçı tamtamlar onların itirazlarını bastırıyor.

* * *

PERŞEMBE günü, Fransa Parlamentosu’ndaki tartışmanın notlarından alıntılar aktarmak istiyorum.

Phillip Pemezec (UMP iktidar): ‘Türkiye’de İslamcılık, güçlü ordu sayesinde bugüne kadar engellenebilmiştir. Ama biz bugün Türkiye’den ordunun iç politikada etkisizleştirmesini istiyoruz. İslamcılar da Avrupa Birliği’ne bunun için girmek istiyorlar. Ayrıca, Yahudi soykırımını inkar eden bir Almanya ile Avrupa’yı kurabilir miydik? Türk devleti, 2 milyona yakın Ermeni’nin soykırıma uğratıldığını reddetmeye devam ediyor. Soykırımlarda hiyerarşi olabilir mi? Fransızların çoğunluğu Türkiye’nin üyeliğine karşıdırlar. Türkiye bizim için bir müttefiktir o kadar. General de Gaulle Atlantik’ten Urallar’a uzanan bir Avrupa’yı hayal etmişti. Siz Atlantik’ten Fırat’a uzanan bir Avrupa kabusunu yaşamaya hazır mısınız?’

Dominique Paille (UMP): ‘Türkiye’nin katılımıyla Avrupa Birliği, hayalini kurduğumuz federasyondan uzaklaşıp sadece serbest değişim bölgesi haline gelecektir.’

François Bayrou (UDF): ‘Türkiye’nin katılımı Avrupa’nın birliğine değil, dağılımına yol açacaktır.’

François Baroin (UMP): ‘Türkiye’nin adaylığı tartışma yaratıyor. Çünkü diğerlerine benzemiyor. Birlik Türk Müslümanlığı’na uyum sağlayabilecek mi? 15 yıl sonra Türkiye’de rejimin değişmeyeceğini kim garanti edebilir?’

Edouard Balladour (Parlamento Dış ilişkiler Komisyonu Başkanı): ‘17 Aralık’ta Avrupa Konseyi, sadece tek görüşe bağlı kalmamalı, tam üyeliğin yanı sıra imtiyazlı ortaklık seçeneğini de müzakerelerin sonunda referanduma koyma kararını almalıdır.’

Rene Bouquet (Sosyalist): Türkiye geçmişine karşı inkarı sürdürdükçe, Ermeni soykırımını tanımadıkça, Kıbrıs’ı işgalden vazgeçmedikçe Avrupa Birliği’nin parçası olamaz. 17 Aralık’ta Türkiye ile müzakereler Ermeni soykırımını tanıma koşulu ile açılabilir.’

Fransız Parlementosu’nda üç görüş çarpışıyor. Tam üyelik müzakerelerinin açılmasına karşı çıkanlar, açılsın ama tam üyeliğin yanı sıra imtiyazlı ortaklık seçeneği de karara girsin diyenler. Sayıları çok az olmasına rağmen müzakerelerin tam üyelik hedefinde başlamasında ısrar edenler.

Karşıtlar, 17 Aralık’tan önce mutlaka Parlamentoda oylama yapılması için çabalarını sürdürüyorlar.

* * *

FRANÇOİS Bayrou’nun, 9 Temmuz’da Türk hükümetine yapılan ve Ortaklık Anlaşmasını yeni üyelerle yeniden imzalaması çağrısını temel alarak, oylama isteyeceği haberleri geliyor. Yeni gerekçe şöyle: ‘Türkiye Kıbrıs’ı tanımıyor, tanımak istemiyor çünkü işgalini sürdürüyor. Bir üyemizin topraklarını işgal eden bir adayın katılım talebi hakkında karar ulusal parlamentoda oylanmalıdır. Chirac, 17 Aralık’ta bu kararı dikkate almalıdır.’

Eğer bu girişim engellenemezse işler çatallaşabilir. Diğer üye ülkelerde de Türkiye’nin tam üyeliğine karşı olanlar aynı yolu izlemeye kalkabilirler.

Umuyorum bu kabus rüyalarımızı bölmez ve 17 Aralık’ta anlaşılmaz ve kabul edilemez bir sonuç çıkmaz karşımıza.

Gümrük Birliği’nden bu yana geçen dokuz yıl boyunca hiçbir şey söyleme de, Türkiye’nin Avrupalı olmadığına son anda karar ver. Ayrımcılığın alafrangası. Bir tarihi dostu ve müttefiki değil, Avrupa’ya yanaşmakta olanların da cesaretini kıracak bir dar görüşlülük.
Yazının Devamını Oku

Tadınızla renginizle gelin

15 Ekim 2004
<B> BRÜKSEL<br><br>HERKESİ </B>teker teker eğitecek miyiz? Avrupalıları dinledikçe insanın aklına gelen ilk soru bu oluyor. Kadınların Brüksel çıkarması sırasında Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinden yana olduğunu söyleyen herkes, ama herkes ‘Mutlaka Avrupa ülkelerine gidip, insanlarla konuşmalı, onlara bilmedikleri Türkiye’yi anlatmalısınız’ diyor.

Pekiyi siz? Siz ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Aslında bu tepki doğal ama doğru değil. Çünkü Avrupa, kamuoyu ile yönetici sınıf arasında en derin çelişkinin yaşandığı süreçten geçiyor.

Yöneticiler, öncelikle Avrupa Anayasası’nın kazasız belasız onaylanması sorunu ile karşı karşıya. Birçok üye ülkenin kamuoyu buna karşı. Türkiye ile müzakerelerin başlaması kararı da bu kritik sürece denk geliyor. Anayasa ve Türkiye’ye ‘evet’ demeyi Avrupalı, on yıl sonra Türkiye’nin egemenliği altına girmek olarak yorumluyor.

Bu yüzden, ‘Gelin kendinizi tanıtın. Kendinizi anlatın’ diyorlar.

Bu anlamda, Arzuhan Yalçındağ’ın öncülüğünde Brüksel’de gerçekleşen sempozyum çok yararlı oldu. Türkiye’deki demokrasi hareketinin tabana yayıldığını, kadın hakları mücadelesinin Avrupa’dakinden bile daha dinamik olduğunu gösteren bu girişim, önemli bir ilk adımdı.

Kadın Girişimciler Derneği KAGİDER’in temsilcileri de Avrupa Parlamentosu ve Komisyonu üyeleriyle görüştüler. Parlamenterlerin tavsiyesi, ‘Gelin şaraplarınızla, Türk mutfağının özellikleriyle gelin. Burada standlar açın’ olmuş.

Aralık başında böyle bir proje var gündemde.

Sivil toplum örgütlerinin çalışmalarının, hem ulusal hem de uluslararası planda ‘vizibilite’sini yani ‘görünürlüğünü’ sağlamak, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konu.

SEÇENEKLİ MÜZAKERE

Fransa Parlamentosu’ndaki tartışma, bence Türkiye karşıtlığının gittiği yönün ne kadar riskli olduğunun ilk işaretlerini taşıyordu. ‘Türkiye’ye karşıyız’ demeyi kendilerine yakıştıramayanların bulduğu formül şu.

‘Türkiye çok önemli bir ülke. Ondan kesinlikle vazgeçemeyiz. Türk halkına ve haşa Müslümanlara karşı değiliz. Ama samimiyet adına Türkiye’ye 17 Aralık’ta iki seçenekli bir müzakere süreci önermeliyiz.

Bu seçeneklerden biri üyelik diğeri ise ‘İmtiyazlı ortaklık’. Alman Hıristiyan Demokratları’nın ortaya attığı ikinci seçeneğin Konsey kararı haline gelmesine çalışılıyor şimdi.

Türkiye’ye çeşitli kararlarda kayda geçtiği gibi diğer adaylarla eşit davranılacağı sözü vermiş olan Avrupa’nın, müzakere koşullarını değiştirerek, konuların kapatılması için ‘uygulama’ şartını getirmesi dürüst bir tutum değilken, bir de seçenekler koyması kabul edilebilir bir şey değil.

Aslına bakılınca bu imtiyazlı ortaklık formülünün ne olduğu da belli değil. Düşünülerek ortaya atılmış bir öneri değil. İçi boş. Ekonomik, askeri ve sosyal alanlarda daha sıkı işbirliği. Yuvarlak bir şey.

Karşılığında ise somut bir hedef var. Tam üyelik ve şu ana kadar bu süreç işliyor. Müzakereler açıldığında da inişli çıkışlı da olsa sürecek.

Brüksel’de, ‘Şu anda kamuoyu o kadar Türkiye’ye karşı ki, müzakere kararı verildikten sonra geri dönülmez bir yola gireceksiniz ve tam üyelik noktasına ulaşacaksınız’ diyenler de var. Yani Türkiye tam üye olacak ama alıştıra alıştıra.

Gerçekçi olalım, alışmak da alıştırmak da bize düşüyor. Öyleyse evet, kendimizi tanıtmak, anlatmak için iletişim köprülerini biz kuracağız.
Yazının Devamını Oku

Bizim gibi Avrupa da kendisiyle yüzleşiyor

11 Ekim 2004
İLK kez, evet ilk kez Avrupa Komisyonu’nun Türkiye ile ilgili hazırladığı İlerleme Raporu’nu bu kadar ayrıntılı tartışıyoruz. Yüzlerce sayfalık üç ayrı belgeyi okuyor, haberleştiriyor, sorular soruyor ve üzerinde düşünüyoruz. Sokaktan kulislere her yerde kendimizle yüzleşiyoruz. Geçen yıl Romanya’da, Cumhurbaşkanı İliescu ile röportaj yaptıktan sonra Başkanlık konutu olarak kullanılan Cotroceni Sarayı’nı gezdiren genç rehber, ‘Bizi Avrupa’ya almazlar. Hálá sigara izmaritlerini sokaklara atıyoruz’ diyordu.Onu dinlerken, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden hemen sonra gidip gelmeye başladığım Romanya’nın ne kadar değiştiğini düşünüyordum. AB sürecinin yol açtığı değişimi o göremiyordu. Ben fark ediyordum.Bugünlerde, günlük çarşı pazar konuşmalarında da benzer yorumları duyuyorum. ‘Bizi Avrupa’ya almazlar.’Kendimize Avrupalılığı yakıştırmamak yeni bir şey değil.* * *AMA şimdi ileri sürülen gerekçeleri dinlerken, seviniyorum, o kritik eşiği aştığımızı görüyorum.Kendimizle artık, daha doğru bir zemin üzerinde yüzleşebiliyoruz. Bu zemin, Kopenhag kriterleri. Demokrasi, İnsan Hakları, Hukuk Devleti zemini. Azınlık hakları ile ilgili tartışma bile bu sürecin bir parçası değil mi? Bazı grupların, çoğunluğun yararlandıkları haklardan yararlandırılmadıklarını doğal karşıladığımızı fark ediyor, bu yüzden ‘azınlık hakları’ndan söz edildiğini anlıyor ve bunun çağdaş bir insan hakları yorumu olmadığını konuşabiliyoruz artık. ‘Azınlık, çoğunluğa uymalıdır. Çoğunluk onlar için neyi uygun görürse kanaat getirmelidir’ anlayışını savunanlar karşısında ‘burada bir arada yaşıyorsak, benim kadar, benim gibi olmayan da aynı haklara sahiptir. Sahip olmalıdır’ diyenler de çıkıyor. Avrupa Birliği üyeliği hedefi sayesinde tabularımızla yüzleşmemiz, Avrupa’yı korkutan 70 milyonluk Türkiye’de değişiminin güvencesi haline geliyor. Aynı yüzleşmeyi Avrupa’da yaşıyor.* * * ALTI Ekim’de, Avrupa Parlamentosu’nun gündemindeki en önemli konu Türkiye idi. Komisyon, müzakerelerin başlayabileceğini söyleyince kıyamet koptu. Her kafadan bir ses çıktı ama benim dikkatimi en çok Sosyalist Grup’tan Graham Watson’un sözleri çekti.‘Türkiye’nin katılımı konusunda yaptığımız tartışmalar, Türkiye’ye yaklaşımımız 21 yüzyılda Avrupalı olmanın ne anlama geldiğini bize bu tartışmalar gösterecek’ diyordu.Cohn Bendit muhafazakarlara, ‘Türkiye’yi zina meselesi yüzünden kınıyorsunuz ama biz sizinle bu konuda az mı mücadele ettik. Yıllarca bizimle zina yasağı kalkmasın diye uğraştınız. Avrupa’da zina, ceza yasasına girmediyse bizlerin, ilericilerin sayesinde girmedi’ diye bağırıyor, Françis Wurtz, ‘Türkiye tartışmaları sırasında ileri sürülen görüşler, bizim kendimizi, Avrupa’yı gözden geçirmemizi gerektiriyor’ diyordu. İlk kez, Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye üzerine böyle tartışmalı bir oturum yaşandığını söylüyordu gözlemciler. Müslümanlığın bir Avrupa dini haline geldiğini bile, Türkiye’nin katılımı tartışmaları sırasında fark eden Avrupa ile birlikte heyecan verici bir serüvenin başındayız. Değişirken, değiştiriyoruz. Farkında mıyız?
Yazının Devamını Oku

Bir Alman Hıristiyan Demokrat ile Türkiye ve üyelik üzerine

10 Ekim 2004
AVRUPA Komisyonu raporu açıklandığı gün Alman Hıristiyan Demokratların önde gelenlerinden biri Türkiye’de karşılaştığı tablonun kendisini hayrete düşürdüğünü söylüyordu.Hıristiyan Demokrat Parti’nin(CDU) politikalarının oluşumunda etkili olan Konrad Adenauer Vakfı’nın Başkanı Dr.Bernhardt Vogel, ‘Türkiye’de Avrupa Birliği üyeliğine verdiğiniz öncelik beni şaşırttı. Tabii ciddiye alınacağını ben de tahmin ediyordum ama AB üyeliğinin her şeyin üzerinde tutulması, sevindirici fakat tehlikesiz de diyemeyiz’ diyor.Bunları söyledikten sonra sürecin ne kadar uzun olacağını anlatıyor, bu kadar tutkunlukla istediğimiz şeyin olumsuz yönlerini sıralıyor. Bundan sonra sık rastlayacağımız bu caydırıcı telkinlerin ana noktalarını oluşturan olumsuzlukları şöyle özetleyebiliriz: . Aralık’ta müzakere tarihi verilebilir. Fakat bu çok uzun sürecek. Avusturya ile üç günde müzakerelerin tamamlanacağı tahmin ediliyordu, ama on yıl sürdü. 80 bin sayfanın üzerinde müktesebat var. Tam üyeliğiniz uzadıkça, bunlar daha da artacak.. Türkiye’de kabul edilen ve son derece etkileyici olan reformların ve yasaların hayata geçirilmesi gerekir. Bu da hemen olmaz tabii ki. . Üstelik tam üyelik sizin yanaşmak istemediğiniz bazı ağır koşullara uymak demektir. Egemenlik haklarınızdan feragat edeceksiniz.. Ulusal çıkarlar topluluk çıkarlarına göre düzenlenecek. . Gelin, tam üyelik noktasına ulaşana kadar bu uzun müzakere sürecini başka bir formülle değerlendirelim. MÜZAKERE SÜRESİNİ NASIL DEĞERLENDİRECEĞİZ?‘İmtiyazlı ortaklık.’ Alman Hıristiyan Demokrat Parti Başkanı Angelika Merkel’in, Komisyon raporunun açıklanmasından sonra bile, üstüne basa basa tekrar ettiği Türkiye için ikinci sınıf üye statüsünü Dr.Vogel şöyle formüle ediyor:‘İmtiyazlı ortaklık ifadesini tam üyeliğe alternatif olarak asla görmüyorum. Bu, önümüzdeki müzakere süreci için pratik bir öneri. Türkiye bu kadar uzun süre bekleyeceğine, imtiyazlı ortaklık statüsünden yararlanmalı. Bu üyeliği tamamlayıcı bir öneridir.’ 2006’DAN İTİBAREN Dr. Vogel, ‘Şu anda bu öneri resmi değil. CDU, Aralık ayındaki oylamaya katılmıyor. Ama büyük ihtimalle Avrupa Konseyi’nde Almanya’nın oyunu Mart 2006’dan itibaren Bayan Merkel kullanacak. Hiç şüpheniz olmasın 2006’dan itibaren imtiyazlı ortaklık formülü Türkiye bağlamında gündeme gelecek. Hıristiyan Demokrat Parti’nin seçim kampanyasının parçası olacak zaten bu konu.’ AB Komisyonu’nun Avrupa Parlamentosu ve Konseyi için hazırladığı komünikasyonda, Türkiye ile müzakerelerin üç ayaklı strateji çerçevesinde yürütülmesi öngörülürken, bu sürecin ucunun açık olduğu vurgulanıyor, sonucun garanti edilemeyeceği söyleniyor. Bunların ardından gelen cümle ise bu formüle bir nevi yataklık yapıyor aslında. Şöyle deniyor: Müzakerelerin sonuçları, ya da ondan sonra gelecek olan, tam üyeliğin diğer üye ülkeler tarafından onaylanması sürecinin sonuçları ne olursa olsun, ‘Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler, Türkiye’nin Avrupa strüktürüne tam olarak demirlemesini güvence altına almalıdır.’ İmtiyazlı ortaklık. İşte güvenli bir çapa. İmtiyazlı ortaklık formülünün alt yapısını oluşturacak yaklaşım, Avrupa belgelerine girmiş durumda. Müzakereler başlasa bile hiç beklenmedik yerlerden sürecin önüne engeller çıkartılacağı anlaşılıyor. Karmaşık bilgisayar oyunları gibi. Bu süreç, her an tetikte, her an ipuçlarını doğru değerlendirecek donanımda olmayı gerektiriyor.
Yazının Devamını Oku

Avrupa’ya nasıl hazırlanacağız?

8 Ekim 2004
DÜN sabah, İstanbul yarı beline kadar suya battığında, eminim aynı şeyi düşündük. Böyle mi Avrupalı olacağız? Şimdi sevgili okuyucularım, artık içinizden geçirmeyeceksiniz, hemen örgütlenip sesinizi Brüksel’e duyuracaksınız.Başından beri böyle düşünmek durumundaydık ama sorunlarımız öylesine büyüktü ki, sivil toplum olarak gündelik meselelerimizi düşünecek, haklarımızı arayacak takatimiz kalmıyordu.Eğer, homurdanmayı bırakıp da, demokratik yükümlülüklerimizi yerine getirmek kadar, yetkilerimizi de kullanacak biçimde örgütlenebilirsek İstanbul’un alt yapısı sadece bir Türkiye meselesi olmakla kalmaz, bir Avrupa gündemi haline gelir ve sorunu çözeriz. BİZ DE ERTELETEBİLİRİZHATTA, insan hakları çerçevesinde meseleyi teorik temeline oturtabilirsek, konuyu 2005 yılı sonunda hazırlanacak olan Kopenhag kriterlerini izleme raporuna yansıtabiliriz. ‘İstanbul’da hayatın yoğun yağışlı havalarda durmaması ve insan hayatına ve haklarına aykırı durumların yaşanmaması’ için gerekli önlemlerin AB çevre ve alt yapı standartlarına uygun biçimde alınmasını rapora ekletiriz.Eğer, o tarihe kadar durum daha da kaygı verici hale gelmişse, müzakerelerin ertelenmesinin nedenleri arasına bile girebilir bizim sorunumuz. ARTIK BASKI SİVİL TOPLUMDANŞAKA yapmıyorum.Avrupa Birliği ile ilişkilere ‘sivil toplum’ penceresinden bakmayı öğrenmek durumundayız.Bugün elimizdeki İlerleme raporuna Avrupa kamuoyunun kaygı ve korkuları ne kadar yansıyorsa, Türkiye kamuoyunun duygu ve beklentileri de aynı netlikte yansımalıdır.Örneğin Kıbrıs meselesine bakalım. Raporda bu mesele yok gibi duruyor ama var. İki ayrı yerde karşımıza çıkıyor. İkisi de Ekler bölümünde ilerleme raporunun sonuçları başlığı altında. İlkinde AB Komisyonu, Türkiye’yi, Ankara Anlaşması çerçevesinde yeni üyelerin AB üyeliklerini tanımaya çağırıyor. Türkiye’nin, 2004 Temmuz’unda yapılan çağrıya uyarak önündeki belgeyi imzalaması isteniyor. Bu çağrının ne demek olduğu açık.Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınması çağrısının kibarcası. İkincisi ise, ‘Ulaştırma’ konuları arasında. Türk limanlarında, Kıbrıs bandıralı gemilere ve Kıbrıs’tan gelen gemilere uygulanan ambargonun kaldırılması isteniyor. Kıbrıslı Rumlar, kendi isteklerini ‘kitabına uydurarak’ rapora yansıtmışlar. Önümüzdeki dönem Kıbrıslı Türklerle birlikte bize de çok iş düşüyor. Ama önce kitabı iyi öğrenmek zorundayız ki uygun talepler geliştirebilelim. SİVİL SEFERBERLİK BÜTÜN çıkar grupları, iş adamlarından tarım sektörüne, kadınlardan işçilere, balıkçılardan avcılara kadar çeşitli sivil toplum örgütleri, meslek odaları seslerini Ankara’ya ama aynı zamanda Brüksel’e de duyuracak biçimde hazırlanmalı müzakere dönemine. Avrupa’da lobi yapmak sadece hükümete bırakılmamalı. Sivil toplum, müzakere masasında kendisini hissettirebilmeli.İlerleme raporunda Türkiye ve Avrupa kamuoyu arasındaki diyalogun sağlanması, Türkiye için önerilen üç ayaklı müzakere sürecinin ayaklarından biri. Avrupa kulağını bize uzatıyor.Sesimizi yükseltmeliyiz. Öncelikle de ilerleme raporu üzerinde ve özel koşullar icat ederek, müzakerelerin fasulyeden bir süreç haline dönüştürülmemesi konusunda sesimizi yükseltmeliyiz. Sivil toplum seferberliği, insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti değerlerinin topluma yayılması, zihniyet değişimi açısından ne kadar önemliyse, Avrupa kamuoyuna ulaşma ve şikayet ettiğimiz ‘haksızlıklara’ karşı çıkabilmek açısından da o kadar şart.
Yazının Devamını Oku

Avrupa’nın zaafı Kıbrıs

4 Ekim 2004
<B>IRAK</B> savaşı ile BM’nin meşruiyetine darbe indiren Amerikan Yönetimi’nin ardından Avrupa Birliği de, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın peşine takılarak Birleşmiş Milletler meşruiyetini hiçe sayma yolunda hızla ilerliyor. Birleşmiş Milletler’in ortaya koyduğu çözüm planının Kıbrıs Rum Yönetimi ve adalı Rumlar tarafından reddedilmiş olmasını alkışlarla onaylayan bir konuma geliyor Avrupa.

Türklerle ilgili hiçbir olumlu adım atılamıyor. Neden, AB üyesi Kıbrıs Rum Yönetimi sırtını Yunanistan’a dayayarak engelliyor.

Ticaret deniyor olmuyor, limanlar ulaşıma açılacak deniyor olmuyor. Avrupa Birliği mali yardımını bile doğru dürüsüt ulaştırmakta engelleniyor.

Verheugen, Annan Planı’nın kabulünden sonra ‘Kıbrıslı Türklerin bu kararlarından ötürü cezalandırılamayacaklarını’ söylemiyor mu? Söylüyor.

Bugün Avrupa sadece Kıbrıslı Türkleri değil, onlara örgütleri içinde ‘Kıbrıs Türk Devleti’ adıyla gözlemci statüsü tanıyan İslam Konferansı Örgütü ülkelerini bile cezalandırmakta beis görmüyor.

İstanbul’da bugün başlaması planlanan AB-İKÖ Ortak Forumu’nun iptal edilmesi, Kıbrıs sorununun Yunanistan ve Kıbrıs Rumları açısından medeniyetler buluşması için mücadele etmekten çok daha önemli olduğunu gösteriyor.

AVRUPA DIŞ POLİTİKASI İKİ ÜYENİN ÇIKARLARINA TESLİM

Ama dikkatle not edilmesi gereken çok önemli bir başka mesele var.

Avrupa Birliği dış politika önceliklerini iki üyesinin önceliklerine ve çıkarlarına tabi kılarak AB’nin dış politika ve güvenlik konularındaki zaafı hálá aşamadığını gösteriyor bu olay.

Bugünkü toplantının iptalinden sonra Rum Yönetimi’nin bunu ‘diplomatik zafer’ ilan etmesi de bunun kanıtı değil mi?

Kimin diplomatik zaferi? Avrupa Birliği’nin mi, Kıbrıs Rumlarının mı?

AVRUPA VE İSLAM ÜLKELERİ

Kıbrıs sorunu gibi küçük bir olayda bile, BM kararları çerçevesinde çözümü reddeden taraf, Avrupa ile İslam ülkelerini karşı karşıya getirebiliyor.

Son ana kadar uçakları bekleten İslam ülkelerinin dışişleri bakanları Avrupa vazgeçtiği için bir seyahati iptal etmiş olmayı mesele etmeyebilirler.

Ama, kendi kararlarını tartışılmaz ve hukuki sayarken, İslam ülkelerinin kararlarını hukuka aykırı ve tartışılabilir olarak bakan Avrupa’nın dayatması unutulmaz.

Medeniyetler çatışmasından medet uman birileri bu olayı akıl defterlerine mutlaka kaydetmişlerdir.

Kıbrıs Türkleri ve onları çözüm konusunda desteklerken medeniyetler uzlaşmasında Türkiye’nin oynayacağı rolün önemine inananlar gibi.

KÖTÜ YÖNETİM

Türkiye, haklılık zeminini genişletme becerisine sahip değil. Apo Yunanistan’ı kollarında yakalandığında da aynı şey olmamış mıydı? BM çözüm planı Kıbrıs Rumları tarafından reddedildiğinde Türkler haklı olan taraftı. Ama altı ay sonra gelinen yere bakın.

Haklılık zemini ne yazık ki gerektiği gibi geliştirilemedi. Annan Planı sonrası girilen bekleme döneminde, konu gündemden düştü. AKP Hükümeti, topu Avrupa’ya atmakta acele etti.

Annan Planı’nın, KKTC’de sivil toplumun harekete geçmesinin sonucu olduğu unutulmamalıydı.

Bugün, Kıbrıs meselesi Türkler açısından artık bir insan hakları meselesidir. Bu hak mücadelesini uluslararası gündeme taşımanın yöntemlerini en kısa zamanda Kıbrıslı Türklerle birlikte bulmak zorundayız.
Yazının Devamını Oku