Ferai Tınç

33 yıl önce

7 Kasım 2004
<B>BİR TESADÜF </B>sonucu, cuma günü eski gazeteleri karıştırırken karşıma, 21 Ocak 1971 tarihli Milliyet Gazetesi çıktı. Tesadüflerin dili olabilir mi? Tesadüf deyip geçmeden önce kulak verin, tesadüflerin dili vardır, mutlaka size birşeyler söylerler.

33 yıl önce yayınlanan Milliyet’in manşetinde öğrenci olayları vardı.

Sayfanın sol altındaki resim, bir jandarmanın eşliğinde sarıklı çocukları gösteriyordu. Çocukların gözleri siyah bandlı. Fethiye ve Gördes’te Nur okulları basılmıştı.

Türkiye hızla 12 Mart darbesine gidiyor ve zamanın Başbakanı Demirel, Abdi İpekçi ile söyleşisinde, ‘Rejim yürümüyor vazgeçelim düşüncelerini yadırgıyorum’ diyordu.

Sayfanın sağ altındaki haberde ise Dışişleri Bakanı Çağlayangil’in Ortak Pazar ile ilgili düzenlediği basın toplantısına yer verilmişti. ‘Çağlayangil: Ortak Pazar canavar değildir’ başlıklı haberde Çağlayangil, Ortak Pazar’ın ‘gireni yutan bir Hıristiyan klübü olmadığına’ ikna etmeye çalışıyordu kamuoyunu.

Haber şöyle devam ediyordu: ‘Çağlayangil, Ortak Pazar’a girmekle Türkiye’nin takati üzerinde bir külfet yüklenmediğini, Yunanistan’dan çok taviz elde edildiğini belirterek, ortaklığa siyasal düşüncelerle değil, ekonomik faydalar sağlamak için girildiğini, bir bağımlılık içine düşmek endişesinin yersiz olduğunu söylemiştir. Çağlayangil, geçiş dönemi içinde Türkiye’nin Ortak Pazar’dan 220 milyon dolarlık kredi alacağını da eklemiştir.’

Ve resimli bir haber daha vardı: ‘Apollo 14 mürettebatı ay yolculuğuna çıkıyor.’

* * *

APOLLO 14, Amerikalıların Ay’a üçüncü seferiydi. Ondan sonra üç sefer daha gerçekleştirdi Amerikalılar Ay’a. Geçen 33 içinde Mars’a kadar uzandı yolları.

Soğuk savaş geriliminin, özellikle bizim coğrafyamızda en fazla hissedildiği 33 yıl önce, Avrupa’da tırmanışa geçen sol hareket ve Komünist Partilere karşı CIA, başta İtalya’da, terör ve karmaşa ortamı yaratan ‘önleyici saldırı’ operasyonları için düğmeye basıyor, Türkiye on yıl içinde iki darbe yaşıyordu.

33 yıl sonra biz, hálá asker-sivil dengesini tartışıyoruz.

33 yıl önce sarıkla okula gidenler, yine çocuklarını sarıkla okula göndermenin yollarını arıyor.

33 yıl önce Ortak Pazar’a girmemenin bedelini, o zamanlar bağımsız bile olmayan ülkelerin peşine takılarak ve bayağı zorlanarak ödüyoruz. Ve hálá, Avrupa Birliği’ne karşı çıkanlara, korkuların ne kadar yersiz olduğunu anlatmaya çalışıyor Bakanlarımız.

Ve 33 yıl önceki gibi bu ülkede rejim konuşuluyor. Azınlık haklarından söz etmek rejim tartışmalarına yol açıyor.

Tesadüfen karşıma çıkan gazete 33 yıla ayna tutuyor. Hayatımın yarısından fazlası. Kocaman bir örümcek ağına dolanmak, yoğunlaştığı fark edilmeyen bir denizde yüzmeye çalışmak gibi bir duyguya kapılıyorum.

Ama tesadüfün dili, içime su serpiyor. Çünkü 33 yıl önce konuşamadığımız her şeyi artık konuşmamız gerektiğine inanıyoruz ve konuşuyoruz. Ve eminim 33 yıl sonra bugünkü gazetenin birinci sayfasına bakanlar, ‘Nereden nereye geldik’ diyecekler.
Yazının Devamını Oku

Bush’un zaferi ve değerler çatışması

5 Kasım 2004
<B>BEŞ</B> yıldızlı otelin salonuna kurulan dev ekranlardan sonuçlar gelmeye başladıkça, masaları bezeyen kırmızı mavi balonların gerçekliği kaybolmaya başladı. Mavi Demokratların rengi, kırmızı Cumhuriyetçilerin. Amerika Amerika olalı bu kadar bölünmüş müydü acaba?

Conrad Oteli’nde, İstanbul Başkonsolosluğu’nun düzenlediği seçim toplantısında ben tanığım, kırmızılar ve maviler artık eskisi gibi uyum içinde değildi. Daha doğrusu bana öyle geldi, ürktüm.

‘Amerikan seçim sonuçlarından ürkmek de niye, bana ne oluyor?’ diye sordum tabii kendi kendime.

* * *

ÜRKTÜM, çünkü baba Bush’tan bu yana ilk kez Amerikan halkı büyük bir çoğunlukla bir Başkan’ı destekledi.

Eğer bu desteklediği Başkan, tüm seçim kampanyasını aşırı sağcı değerlere dayandırmamış olsaydı, soğukkanlılığımı koruyabilirdim.

Irak’ta ölen sivillerin sayısının yüz bini aşmasından sorumluluk duyan; savaşı başlatmak için ‘halkımızı ve dünyayı aldattık’ diyen; uluslararası ittifakı dikkate almamayı hata olarak değerlendirenlerin yenilgisi ürküttü beni.

Amerikan aşırı sağının tarihindeki cadı avları, Ku Klux Klanlar, kölecilik, solcu düşmanlığını barındıran, demokratik değerleri utandıracak karanlık geçmiş geldi aklıma.

Avrupa’da dinsel (Hıristiyan) yanı öne çıkartılan muhafazakarlık çatısı altında, aşırı sağın yükseldiği, ırkçılığın yaygınlaştığı bir dönemde Amerika’dan gelen rüzgárların kimlerin yelkenlerini dolduracağını düşündükçe içime fenalıklar basıyor.

Bu gelişme karşısında Müslümanlığın ve Museviliğin savunmaya geçtiği bir karşı tepkinin önümüze açacağı yola, göz ucuyla bile bakmak istemiyorum.

Bu sabah neyi fark ettim biliyor musunuz? Irak savaşı Vietnam olmayacak. Vietnam gibi eve dönen tabutlar Amerikan halkının kararını değiştiremeyecek.

Çünkü Vietnam, tanımadığı bir şeye kömünizme karşı savaştı.

Irak’ta ise, kendisini evinde vuran düşmana ‘haddini bildiriyor’. Seçim sonuçları Amerikan halkının bu psikoloji içinde olduğunu bir kez daha gösterdi dünyaya.

Bu savaş uzar. Başkan Bush’un arkasında bu destek, uluslararası meşruiyet arayışının öncelik kazanması için beklemeye devam edeceğimize işaret ederken, bizim bölgemizde de Bush Yönetimi’nin önceliklerinin hakim olmaya devam edeceği anlaşılıyor.

* * *

MAVİLERİN Kırmızılardan bu kadar koptuğu bir Amerika karşısında Başkan Bush’un, zafer konuşmasında ‘birlik’ ten söz etmesi, ikinci döneminde öncekine göre daha ılımlı bir politika izleyeceği beklentisine yol açıyor. Ama Bush Demokratlara, ‘Bu ülkeyi daha güçlü ve iyi bir duruma getirmek için sizin desteğinize de ihtiyacım var ve onu kazanmak için çalışacağım’ derken, yanı başındaki Başkan Yardımcısı Cheney ise seçmene verdikleri sözleri tutma vaadinde bulunuyordu.

Terörizmle mücadele adına özgürlüklerin budanması, ailenin korunması adına kürtaj yasağı ve eşcinsel ilişkilere müdahale, milliyetçilik adına ittifakların reddi gibi temel konularda verilen sözler tutulurken, bunlara taban taban zıt değerler için oy kullananlarla ‘uzlaşma’ nasıl sağlanacak?

Önümüzdeki dönemi belirleyecek olan bu sorunun yanıtını çok merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Bir bakalım şu anayasaya

1 Kasım 2004
349 sayfalık Avrupa Anayasası’nın 448 maddesini henüz Avrupa Birliği kamuoyu bile tam olarak bilmiyor. Üye ülkeler önümüzdeki günlerde, halklarına Anayasayı anlatmak için çeşitli yöntemleri devreye sokmaya hazırlanıyorlar. Çünkü son kararı, onlar verecek. Biz, ülke olarak Anayasa hazırlık çalışmalarını başından beri izledik, dolayısıyla Başbakan’ın, Dışişleri Bakanı’nın ve ilgili birimlerin Avrupa Anayasası konusunda bilgileri olduğunu varsayıyorum. Ama Avrupa vatandaşlığına hazırlandığımıza göre biz de, artık Avrupa Anayasası’nı bilmek durumundayız. Avrupa Anayasası’nın özünü anlamak için, ‘Nasıl bir Avrupa?’ sorusunu sorup Anayasa’daki yanıtlarına bakarak işe başlamaya ne dersiniz?BİR BARIŞ ALANI Avrupa Birliği, bugün 25 ülkenin 453 milyon vatandaşının ortak değerleri paylaştığı bir alan.Anayasa, asırlar süren savaşlardan çıkan dersler sonucu, halkın barış ve refaha kavuşması amacıyla getirilen kurallar sayesinde yaratılmış bir barış alanı olduğu tarifine yer veriyor. Avrupa’nın barışın güvencesi olarak üzerinde durduğu kavram ise ‘farklılıkların birlik içinde var olabilmesi.’ Bu şekilde Avrupa halklarının daha demokratik bir ortamda hedeflenen birliğe ulaşması amaçlanıyor. Kimse, kimseye ‘bana benze, ben ol’ demiyor ama uyum için karşılıklı özveri, Avrupa Birliği’nin esasını oluşturuyor. AVRUPA KİMLİĞİAnayasa, üye ülkelerin Avrupa Birliği ile, ‘ulusal parlamentoların denetimi altında’, ‘egemenliğin paylaşıldığı’ bir alan yaratmayı, var olan egemenlik paylaşımını derinleştirmeyi amaçlıyor. Bunun amacı, Avrupa halkları ve devletleri arasında gerçek bir birlik kurmak ve Avrupa’yı uluslararası bir aktör haline getirmek. Ayrıca, Anayasa ile Avrupa halklarının temel hakları hukuki bir güç kazanıyor. Anayasanın vatandaşlık ile ilgili bölümünde, ‘Avrupa vatandaşlığı ulusal vatandaşlığa ilavedir. Onun yerini almaz’ deniyor.Türkiye için dolaşım hakkının kalıcı önlemlerle engellenebileceği tartışmalarının yapıldığı bugünlerde bizim açımızdan önemli olan ise, Avrupa vatandaşlığının, ulusal vatandaşlık haklarının tümünü de kapsaması. Üye ülkelerin vatandaşları, Birlik sınırları içinde serbest dolaşım, konaklama, çalışma ve ticaret özgürlüğüne sahiptirler. AB hukukunun da temelini teşkil eden bu kavram Anayasa’da da vurgulanıyor. GÜÇLENDİRİLMİŞ TEMSİLAvrupa halkının temsil edildiği Avrupa Parlamentosu’nun etkisi artırılıyor. Parlamento da, Bakanlar Konseyi gibi yasaları onaylayacak. Yetkileri, Birlik sınırlarının kontrolü, bütçenin kabulü gibi alanlara genişletildi. Ayrıca Parlamento, artık iki buçuk yıl için Avrupa’yı temsil edecek olan Komisyon Başkanı’nı seçecek. Anayasa’nın amacı, Avrupa halklarını birbirlerine daha da yakınlaştırmak. Bunun için, ‘vatandaşların Avrupa’nın demokratik yaşamına daha fazla katılmaları’ sağlanacak. Örneğin, bir milyon imza toplanması halinde, vatandaşlar Komisyon’a yasa tasarısı sunabilecekler. Konsey, nitelikli çoğunluk ile karar verecek. Komisyon’dan gelen bir teklifin kabulü için AB nüfusunun yüzde 65’inin oyunu temsil eden 15 üyenin oyu gerekli. Temsil konusunda çok temel değişiklikler getiren Anayasa’nın önemli bir yaklaşımı da, üye ülke halkları arasındaki diyalogun derinleşmesini sağlamak. AVRUPA VE DÜNYABugüne kadar, gerek kendi kıtasında gerek dünyanın başka bölgelerindeki çatışmalarda etkisiz kalan Avrupa artık dünya politikasında etkili bir aktör haline gelmeye karar vermiş görünüyor. Ortak güvenlik politikası çerçevesinde Anayasa’da, ‘Eğer bir üye devlet her hangi bir saldırı ile karşı karşıyaysa, diğer üyeler yardımına koşarlar’ deniyor. ‘Terör ya da karmaşaya neden olacak herhangi bir tehdit altındaki üyeye de dayanışma adı altında yardım’ öngörülüyor. Anayasa’nın, isteyen üye ülkelerin, aralarında savunma entegrasyonuna gidebilmelerine olanak tanıması da dikkatle altını çizmemiz gereken bir nokta. Avrupa Anayasa’sının çerçevesi bile Türkiye açısından üyelik dışında seçenek olamayacağını gösteriyor. Avrupa Anayasası’nı biz onaylamayacağız, ama hazırlanışında biz de vardık, imzamızla bunu somutlaştırdık, Avrupa ile müzakere döneminden başlayarak haklarımızı bu anayasa çerçevesinde arayacağız. Onaylandığında, bu artık bizim de Anayasamız olacak.
Yazının Devamını Oku

Değerler ve gurur

31 Ekim 2004
BERLUSCONİ, Avrupa Komisyonu’na atadığı kadın ve eşcinsel düşmanı Profesör Rocco Buttiglione’yi, Avrupa Parlamentosu’nun isyanını dikkate alarak geri çekmek zorunda kaldı.İtalya’da bazı çevreler ‘milli gurur’larının ayaklar altına alındığı iddiasıyla hop oturup hop kalkıyorlar.Buttiglione’ye göre, eşcinsellik günahtı, kadının yeri eviydi, yalnız anneler ise kötü kadınlardı. Avrupa Parlamentosu, muhafazakarlık soslu Hıristiyanlığa tepkisini koydu. Buttiglione’nin Komisyon’da Avrupa Adalet komiseri olmasına karşı çıktı. Berlusconi, kendi hükümetinde Buttiglione’yi Avrupa’dan sorumlu bakanı olarak atamıştı. Avrupa Komisyonu nezdindeki ‘atama’sı kabul görmedi, o da Avrupa halkının sesi olarak etkisi önümüzdeki dönemde daha da artacak olan Avrupa Parlamento’sunun kararını dikkate almak durumunda kaldı. * * * BERLUSCONİ, ‘bu atama benim egemenlik hakkımdır’ diye ısrar etseydi daha mı iyi olacaktı?Hayır. Büyük bir kriz çıkacak, belki de Komisyon dağılacaktı.O zaman İtalya’nın milli gururu daha fena zedelenmiş olmayacak mıydı?İtalya, ayrımcılığı destekleyen konuma düşecekti. Oysa, günümüzde değerli olan insan hakları, eşitlik, demokrasiyi savunmak ve bunları hayata geçirmek için çaba harcamak. Buttiglione örneği bu açıdan çok önemli. Demokrasinin sürekli gelişim halindeki ortak değerlerini savunmak mı daha gurur verici, yoksa ayrımcılığın sözcüsü Buttiglione’yi mi? İtalya, seçimini bunlar arasında yaptı ve Avrupa değerlerini sığ bir ulusal gurur kavramının önüne geçirdi. * * * AVRUPA, hem kurumsal hem de derin bir zihniyet değişimine adım atıyor. Bu adımda biz de varız. Avrupa Anayasası’nı, Türkiye Cumhuriyeti adına, AKP Hükümeti’nin Başbakanı ve Dışişleri Bakanı imzaladı. Hem de 29 Ekim’de. Tesadüfe bakın. Kültüründe Cumhuriyet değerlerine karşı çıkan bir geçmişin deneyimlerini de barındıran AKP’li liderlerin, Avrupa Nihai Senedi’nin altına attıkları imza AKP liderliğine çok önemli sorumluluklar yüklüyor.AKP Yönetimi kendi kadrolarını ve seçmen kitlesini de yeniden eğiterek, altına imza attığı değerleri kavratma sorumluluğu ile karşı karşıya. Türkiye’yi Avrupa’ya yaklaştırmak için verdikleri mücadele, akıllarında olmasa da bu şekilde geri dönecek onlara. Bölünmelere ve parti içindeki bazı unsurların uçlara savrulmalarına yol açabilecek olan bu süreç, aynı zamanda Türk siyaset sahnesinde tükenen partilerin yerine daha derin ve sağlam temellerde uzlaşmalar yaratabilecek yeni oluşumlara yol açacak. Ancak bu süreç, partizanlıktan arınmış bir zihniyetin olgunlaşmasına yardımcı olur ve Avrupa Birliği ile önümüzdeki çok dikenli ve zorlu müzakerlerde Türkiye’nin deneyimli ve yetenekli insanlarını seferber edebilir. Türkiye-AB müzakereleri, hiç şüphesiz diğer üye ve adaylardan çok daha farklı ve karmaşık bir süreç olacak. Burada olumlu ve olumsuzluk olasılıkları eşit. Bu belirsizlik dengesini olumlu yönde değiştirmek Türkiye’nin insan gücünü harekete geçirmekle mümkün. Avrupa değerleri ile ulusal çıkarlar arasında uyum noktalarını bulabilmek az iş değil. Zor ama gurur verici.
Yazının Devamını Oku

Sözler kalbe gider

29 Ekim 2004
<B>DİDO Sotiriyu’</B>yu Türk-Yunan kadın barış girişimi grubu olarak evinde ziyaret ettiğimizde, <B>‘Tekrarlamaktan korkmayın, sevgiden, dostluktan, kardeşlikten söz edin çünkü sözler kalbe gider’ </B>demişti. Söz önemli. Aykırı sözler ne kadar etkiliyse, yapıcı sözler de o kadar güçlü.

Aralarındaki tek fark. Aykırılık kolay, yapıcılık zor bir şey.

* * *

BUGÜN Cumhuriyet Bayramı. Benim en sevdiğim bayram. Babamın doğum ve vefat günü olmasının da bir başka anlamı var benim için ama her 29 Ekim’de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak dünyaya gelmiş olmaktan, ilk Müslüman toplumun demokrasiye kararlı yürüyüşünün başladığı bu topraklara ait olmaktan sevinç duyarım.

İnsanlık tarihinin en ilginç deneyimlerinden biridir çünkü Türkiye Cumhuriyeti. Dünü, bugünü ve yarını ile.

Res Pubblica, Latince halka ait olanlar demektir. Halkın Yönetimi anlamında.

Cumhuriyet de cumhura ait olan.

Dün sabah Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne baktım, cumhuriyeti şöyle tanımlıyor:

‘Milletin egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet biçimi.

Ben bu bayramı işte bu yüzden seviyorum. Milletin kendi egemenliğini kullanmak için geliştirdiği araçların kutsal olmadığını anımsattığı için.

Kendi kaderimizin kendi elimizde olduğunu bize yeniden fark ettirdiği için, dayatmacılığa karşı gönüllülük esasına işaret ettiği için seviyorum.

Ve bu gün, Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun hazırladığı rapor çevresindeki tartışmaların daha da anlam kazandığını düşünüyorum.

* * *

HELSİNKİ Zirvesi’nde Türkiye’ye AB adaylık statüsü verilir verilmez, uyum çalışmalarına başlamak üzere Brüksel ile Ankara birlikte Katılım Ortaklığı Belgesi’ni hazırlamışlardı. Kopenhag kriterlerine uymak için yapılması gereken değişiklikler tek tek yer alıyordu bu belgede. Hemen iki yıl içinde yapılacak olanlar ve orta vadeli adımlar olarak da takvime bağlandı. Biz de neyi nasıl yapacağımızı gösteren Ulusal Programımızı hazırlayacaktık.

Dışişleri Bakanlığı’ndan bazı diplomatlar bu işle görevlendirildi. Ve Türkiye’nin Ulusal Programı hazırlandı.

Biraz hafızanızı zorlarsanız hatırlayacaksınız. Nasıl bir gürültü kopmuştu. Kürtçe eğitim hakkının tanınmasından söz ettiler diye diplomatlar neredeyse vatan haini ilan ediliyorladı.

O Program derhal çöpe atıldı ve yenisi yazıldı. Komisyon bir şey demedi aldı programı. Ama bir yıl sonra İlerleme Raporu hazırlanırken, ‘Olmamış’ dediler ve ulusal program revize edildi bu kez kimsenin sesi çıkmadı.

İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun raporu da böyle. Bu kurul, Türkiye’de insan haklarının Avrupa Birliği’ndeki insan hakları değerlerine uygun hale getirilmesi çalışmaları çerçevesinde Başbakanlık tarafından oluşturuldu.

Tabii ki rapor hazırlayacaklar. Tabii ki, ‘Benim sorunum var. Sıkıntım var’ diyenleri sesine kulak vererek çözüm önerecekler. Biz reformları kendimiz için yapıyoruz demedik mi? Müzakerelerden önce kendi sorunlarımızın ortak çözümünü bulsak fena mı? İlle reçete mi beklemeliyiz? Bu öneriler tartışılacak.

Ama uygarca. Çünkü, Dido Sotiriyu’nun dediği gibi ‘Sözler yüreğe gider.

AKP Malatya milletvekili Süleyman Sarıbaş, kendi düşüncesini kutsal kabul edip, karşı olanı küfür addedenlerden. ‘Azınlık arayanlar analarına babalarını sorsunlar’ diyor Meclis’te. Sarıbaş, Cumhur’un yani benim egemenliğimi teslim ettiğim bir görevli. Ama, benim kürsümden çıkmış küfür ediyor.

Bu ülkede, herkes biraz azınlık ama hepimiz çoğunluğuz. Ve hepimiz, bu ülkenin bütün vatandaşları, kendi kimliğimizi sadece yaşamak değil geliştirmekle de yükümlü değil miyiz? Küfürleşerek bir yere varamayız. İyi sözler kadar kötü sözler de yüreğe gider ve çoğalırlar.

Cumhuriyet, çoğunluğun dayattığı imtiyazlılar rejimi değildir. Cumhuriyet, dışlayarak değil kucaklayarak güçlenir.

İşte bu yüzden ben en çok bu bayramı seviyorum. Bu yüzden bu ülkenin yarınına umut ve iyimserlikle bakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Ege’ye kriz yakışmıyor artık

25 Ekim 2004
<B>EGE</B>’de tahrik. Ege’de kriz. Birkaç gündür Yunan basını bu başlıklarla çıkıyor. Yunan Savunma Bakanlığı ‘kaynakları’na atfen kaleme alınan haberlerde, Türk Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ait teknelerin Kardak kayalıklarına yaklaştığı ileri sürülüyor. İki Türk savaş uçağının Yunan hava sahasını ihlal ettiklerini yazıyor gazeteler.

Önceki gün, Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada ise Türk askeró uçak ve gemilerinin olağan faaliyetlerini sürdürdüğü söyleniyor.

İşin esası şu. Olimpiyatlar nedeniyle Türkiye Yunanistan’a jest yaparak Ege’deki rutin tatbikatları azaltmıştı. Gerçekten de bu yaz Bozcaada’da, jet uçaklarının insanın yüreğini hoplatan korkutucu gürültülerini pek duymamıştık.

Ama anlaşılan, Olimpiyatlar bitti, tatbikatlar da yeniden başladı. Dışişleri Bakanlığı açıklamasında da belirtildiği gibi, eskisi gibi, yani olağan faaliyetler bunlar.

Ama işte mesele burada. İki tarafın olağan ve uluslararası yasalara göre kendisine ait gördüğü hakkı, diğer taraf kabul etmiyor.

Ege sorunu dediğimiz kıvılcım da, tarafların istedikleri anda kriz çıkartabilecekleri bir araç haline geliyor.

Avrupa Birliği’nin Türkiye ile müzakerelerin başlaması için karar vermeye çalıştığı bir dönemde, Ege’deki ‘statüko’yu kaşımak, ne Türkiye ve Yunanistan’a, ne de kendi siyasi acendaları için çatışmadan medet umanlara yarar.

Her şeyden önce, Kardak krizinden bu yana geçen sekiz yıl içinde köprülerin atından çok sular aktı.

* * *

‘KUŞKUSUZ, son yıllarda köprülerin altından çok sular aktı.

Yunanlılar tabuları sarsmaya, Türkleri yeniden keşfetmeye başladılar.

Artık fesli ve pala bıyıklı Türk imajını işleyen karikatürlere pek rastlamıyorum.

Bir sabah radyoyu açtığım zaman, Türkler adalarımızı işgal etmeye geliyorlar diye nefes nefese bağıran sunucuları da duymuyorum artık.

Önemli adımlar atıldı.

Ama ya Türk sendromu?

Aşılabildiğini söylemem zor...’

Nur Batur, ‘Yürekten gülerekten yürüdüm’
kitabında böyle söylüyor. Hürriyet Gazetesi’nin temsilcisi olarak Atina’ya gider gitmez patlayan Kardak krizinin perde arkasını, Öcalan skandalını, Yunanlıların Türk sendromunu anlatıyor Nur Batur, Doğan Kitap’tan yayınlanan yeni kitabında.

95’ten 99’a kadar, Türk-Yunan ilişkilerinin en gergin olduğu dönemde tek başına, küçük kızıyla birlikte Türk kadın gazeteci olarak Nur’un, yaşadıklarını biliyorum. Kırmadan, dökmeden, atlamadan ve bence en önemlisi caymadan yürüyerek, izini bıraktı.

* * *

1999’da, Türk-Yunan ilişkilerindeki yakınlaşmadan, ‘dostluk rüzgarı esmeye başladığı andan itibaren bana ilgi öylesine arttı ki şaşırdım doğrusu’ diyor kitabında Nur.

Evet en son, haziran ayındaki NATO Zirvesi sırasında bu ilgiye tanık oldum. Nur’un, yeni Savunma Bakanı Spilyotopulos ile yaptığı röportaj büyük gürültü kopartmıştı. Çünkü Yunan Savunma Bakanı, ‘Eğer Türkiye kıta sahanlığı ve kara sularında uzlaşmayı kabul ederse, hava sahasında 10 milden vazgeçeriz’ demiş ve bizim gazetede manşetten yer almıştı bu sözler.

Atina derhal yalanladı. Ama o gün biz, NATO Zirvesi’ni izlerken, birçok Yunanlı meslektaşımız Nur Batur’a gelip, onun haberinin doğruluğundan şüphe etmediklerini söylüyorlardı. Basın merkezinin kurulduğu Askeri Müze’nin bahçesinde Nur ile yan yana oturuyorduk. Gözlerime inanamadım. Gerçekten de nerelerden gelmişti buralara. Atina’daki ilk yıllarında, Nur’un MİT ajanı, Türk hükümetinin adamı olduğu dedikodularını yayan Yunanlı meslektaşlarımız rahatlamışlardı. Hükümet savunuculuğu yapmıyorlardı artık. Dayanışma ön plandaydı. Nur’un hiç mi payı yoktu bu değişimde?

İşte o yüzden, krizden medet umanlara sesleniyorum. Altı yıl önceki gibi değil. Cem-Papandreu ile başlayan ve toplumlara kademe kademe yayılan yakınlaşma, bazı şeyleri değiştirdi. Değiştirmeye de devam ediyor. Bu süreci baltalamak kimseye yaramaz. Çünkü her iki taraftan da bunun hesabını soranlar mutlaka çıkacaktır.
Yazının Devamını Oku

Ege’ye kriz yakışmıyor artık

25 Ekim 2004
EGE’de tahrik. Ege’de kriz. Birkaç gündür Yunan basını bu başlıklarla çıkıyor. Yunan Savunma Bakanlığı ‘kaynakları’na atfen kaleme alınan haberlerde, Türk Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ait teknelerin Kardak kayalıklarına yaklaştığı ileri sürülüyor.İki Türk savaş uçağının Yunan hava sahasını ihlal ettiklerini yazıyor gazeteler. Önceki gün, Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada ise Türk askeró uçak ve gemilerinin olağan faaliyetlerini sürdürdüğü söyleniyor.İşin esası şu. Olimpiyatlar nedeniyle Türkiye Yunanistan’a jest yaparak Ege’deki rutin tatbikatları azaltmıştı. Gerçekten de bu yaz Bozcaada’da, jet uçaklarının insanın yüreğini hoplatan korkutucu gürültülerini pek duymamıştık. Ama anlaşılan, Olimpiyatlar bitti, tatbikatlar da yeniden başladı. Dışişleri Bakanlığı açıklamasında da belirtildiği gibi, eskisi gibi, yani olağan faaliyetler bunlar. Ama işte mesele burada. İki tarafın olağan ve uluslararası yasalara göre kendisine ait gördüğü hakkı, diğer taraf kabul etmiyor. Ege sorunu dediğimiz kıvılcım da, tarafların istedikleri anda kriz çıkartabilecekleri bir araç haline geliyor. Avrupa Birliği’nin Türkiye ile müzakerelerin başlaması için karar vermeye çalıştığı bir dönemde, Ege’deki ‘statüko’yu kaşımak, ne Türkiye ve Yunanistan’a, ne de kendi siyasi acendaları için çatışmadan medet umanlara yarar. Her şeyden önce, Kardak krizinden bu yana geçen sekiz yıl içinde köprülerin atından çok sular aktı. * * * ‘KUŞKUSUZ, son yıllarda köprülerin altından çok sular aktı.Yunanlılar tabuları sarsmaya, Türkleri yeniden keşfetmeye başladılar. Artık fesli ve pala bıyıklı Türk imajını işleyen karikatürlere pek rastlamıyorum.Bir sabah radyoyu açtığım zaman, Türkler adalarımızı işgal etmeye geliyorlar diye nefes nefese bağıran sunucuları da duymuyorum artık.Önemli adımlar atıldı.Ama ya Türk sendromu? Aşılabildiğini söylemem zor...’Nur Batur, ‘Yürekten gülerekten yürüdüm’ kitabında böyle söylüyor. Hürriyet Gazetesi’nin temsilcisi olarak Atina’ya gider gitmez patlayan Kardak krizinin perde arkasını, Öcalan skandalını, Yunanlıların Türk sendromunu anlatıyor Nur Batur, Doğan Kitap’tan yayınlanan yeni kitabında. 95’ten 99’a kadar, Türk-Yunan ilişkilerinin en gergin olduğu dönemde tek başına, küçük kızıyla birlikte Türk kadın gazeteci olarak Nur’un, yaşadıklarını biliyorum. Kırmadan, dökmeden, atlamadan ve bence en önemlisi caymadan yürüyerek, izini bıraktı. * * *1999’da, Türk-Yunan ilişkilerindeki yakınlaşmadan, ‘dostluk rüzgarı esmeye başladığı andan itibaren bana ilgi öylesine arttı ki şaşırdım doğrusu’ diyor kitabında Nur. Evet en son, haziran ayındaki NATO Zirvesi sırasında bu ilgiye tanık oldum. Nur’un, yeni Savunma Bakanı Spilyotopulos ile yaptığı röportaj büyük gürültü kopartmıştı. Çünkü Yunan Savunma Bakanı, ‘Eğer Türkiye kıta sahanlığı ve kara sularında uzlaşmayı kabul ederse, hava sahasında 10 milden vazgeçeriz’ demiş ve bizim gazetede manşetten yer almıştı bu sözler. Atina derhal yalanladı. Ama o gün biz, NATO Zirvesi’ni izlerken, birçok Yunanlı meslektaşımız Nur Batur’a gelip, onun haberinin doğruluğundan şüphe etmediklerini söylüyorlardı. Basın merkezinin kurulduğu Askeri Müze’nin bahçesinde Nur ile yan yana oturuyorduk. Gözlerime inanamadım. Gerçekten de nerelerden gelmişti buralara. Atina’daki ilk yıllarında, Nur’un MİT ajanı, Türk hükümetinin adamı olduğu dedikodularını yayan Yunanlı meslektaşlarımız rahatlamışlardı. Hükümet savunuculuğu yapmıyorlardı artık. Dayanışma ön plandaydı. Nur’un hiç mi payı yoktu bu değişimde? İşte o yüzden, krizden medet umanlara sesleniyorum. Altı yıl önceki gibi değil. Cem-Papandreu ile başlayan ve toplumlara kademe kademe yayılan yakınlaşma, bazı şeyleri değiştirdi. Değiştirmeye de devam ediyor. Bu süreci baltalamak kimseye yaramaz. Çünkü her iki taraftan da bunun hesabını soranlar mutlaka çıkacaktır.
Yazının Devamını Oku

Gül bitmiyor işte

24 Ekim 2004
<B>HOCANIN</B>, kocanın, ananın, babanın vurduğu yerde gül biter mi gerçekten?<br><br>Çok seviniyorum. Avrupa Birliği’nin yüzümüze tuttuğu aynaya cesaretle bakma kararımız güçlendikçe, savunma zırhlarımızdan sıyrılıp gerçeklerimize dönmeye başlıyoruz. Kendi sorunlarımız üzerinde konuşup, daha ciddi biçimde düşünüyoruz.

Şiddete en şatafatlı kılıflar uydurmakta ne kadar da başarılı olduğumuzu gözlerimizi bu aynaya çevirdikçe fark ediyoruz.

Ananın vurduğu yerde gül bitermiş, bazen bu koca da oluyor, hoca da.

Çocuğunun etini hocaya teslim edip, eve kemiklerinin gelmesine razı olan bir toplumuz biz.

Sopayla eğitip, yumrukla yola getirileceğine inananlarız.

*

COPLA vatan sevgisi öğretmeyi, işkenceyle yola getirmeyi, yumruğu masaya vurarak sözünü dinletmeyi doğal karşılamayan kaç kişi çıkar?

Aslında şiddetin milliyeti yok. Ama farkına varmanın toplumdaki demokratikleşme seviyesi ile ilgisi var.

Eğer Avrupa Birliği hedefini koymasaydık kendimize, ‘kol kırılır yen içinde kalır’, ‘kan kusulur, kızılcık şurubu içtim denir’ anlayışına karşı mücadele etmemiz gerektiğinin farkına varacak mıydık?

Bu mücadelenin de bizden, bireyden başlaması gerektiğini savunanların sesi bu kadar hızlı ulaşabilecek miydi kulaklarımıza?

Aile içi şiddete son kampanyası, arkadaşlarımızın verdikleri bilgilere göre kar topu gibi büyüyor.

Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı Dr. Erhan Erol, bu konuda örnek belediye olmak istediklerini söylüyor. Başka belediyelerden gelen haberler de var.

Şiddete karşı kampanya yerel yönetimler arası bir yarışa dönmek üzere.

Bu kampanya sayesinde, taşlar yerli yerine oturacak.

Çünkü ilk kez, bir kitle iletişim aracı sivil toplum ile el ele kökleri derinde olan bir sorunun üzerine gidiyor.

İşte buna da çok seviniyorum. Keşke televizyonlarda kadın programlarını yapan arkadaşlar da, Türkiye’nin her köşesinden kadınlar tarafından yaygın bir biçimde izlendiklerinin bilinciyle hayatın meselelerine yaklaşsalar.

*

GÜNLERDİR Sıla’yı konuşuyoruz. Onun şiş yüzünün resmini ilk gördüğümde, herkes gibi annesine kızdım. Ama sonra haksızlık ettiğimi düşündüm.

Dayakla büyümüş, ‘hem dövülmüş hem sevilmiş’ bir annenin, çocuğunu eğitmede en etkili araçlardan biri dayak. ‘Kızın dövmeyen dizini döver’ dememişler miydi ona?

Aile içi şiddete karşı mücadele, evet önce aile içinden ama hemen sonra da yerel yönetimlerden başlar.

Bizim belediyecilik anlayışımız ise devlet baba anlayışımızın küçük ölçekli tekrarıdır.

Belediye, esas olarak o bölgedeki arsalar ve kooperatiflerle ilgilenir. Halk için de çeşme, yol ve park yapmakla sorumludur sadece.

Oysa, belediyeler çocuklar, gençler, yaşlılar, kadınlar, aileler, yoksullar, sağlık, çevre yani insanı ilgilendiren her konuyla ilgilenmeli ve çözümler üretmekte yardımcı olmalıdır. Bizler, kendi belediyelerimizin çatısı altında gönüllü sorumlulukları paylaşmalıyız. Gönüllü aileler, danışmanlar ve daha birçok çözüm örneği bulmalıyız.

Sıla kurtarılmadı. Geçici çözüm bulundu sadece. Annenin vurduğu yerde gül bitmez. Aile içi şiddete son kampanyası bunu gösteriyor. Ve çözüm bulmak konusunda hepimize iğneyi batırıyor.
Yazının Devamını Oku